
“OSMAN ALTAŞ!” NASIL ADAM?
Burada birkaç defâ değindik. Yazarımız Muzaffer Günay Bey, Osman Altaş Hoca’nın biyografisini yazıyor; ve de bitirmiş biliyor musunuz?! Daha önce de söylemişti, benden de yazı istiyor. İyice sıkıştım vallâ! Ne yapmalı, bilemiyorum ki? Ne yapacağız, alıp kalemi ele yazacağız! Başka çıkar yol var mı? Arkadaşımız kitabı bitirdi iki aya kalmadan, biz bir yazıyı bile yazamadık! İşte, fark diye buna derler! Kendisini tebrik ediyorum.
Peki, kabul etik, öyle dedik de; ne yazalım, nasıl yazalım şimdi? Osman Altaş’ı nasıl anlatalım? Çok da tanımıyorum ki aslına bakarsanız! Niye derseniz; köyü köyüm değil, mahallesi de mahallem! Ne ceniği ceniğim, ne de yaylası yaylam! Babamla yayla hâtıraları varmış, onu da bu vesîleyle öğrendim, ama, o zamanlar ben bedenen dünyâya gelmemişim henüz.
Sonraları, gitmeğe elbette gitmişimdir de, o zamanların Yaslıyurt günlerinde ben yokum. Beni Çambaşı günleri ilgilendiriyor. Çünkü, bir yıl Değirmenbaşı Obası’na babaanneme gönderildiğimi hatırlıyorum hayâl-meyâl. Onun dışında hep Çambaşı, lise yıllarının sonlarına kadar. Sonra yüksek okul, görev falan derken yayladan da, cenikten de kopuşlar.
DEĞİL KIZINI, CANINI BİLE!
Osman Altaş’la tanışma sürecimiz İmam-Hatipli yıllarda oldu. O da, çok uzaktan. Daha çok, rahmetli Mahmut Ağabey’e kızını vermesiyle dikkâtimizi çekmişti. Ne zamanki, ona kızını almasını kendisi teklif etmişti! İşte o zaman, bu nasıl iş, nasıl adam demiştik?
Öyle ya, toplumun o günlerinde bir kıza bakmak kavgaların, cinâyetlerin baş sebebi. Normâlinden istemek bile neredeyse yürek işi! Bu nasıl iş ki, hem de koskoca hoca bir adam, kendi kızını, Ünye’nin bilmem ne köyünden, yetim bir delikanlıya teklif ediyor! Vay anasını! Hayret etmemek elde değil!
Bu işte rahmetli Ağabey’in gözdeliği, yakışıklılığı ve de; sesiyle, sazıyla, sözüyle; duruşu, kişiliği ve önder konumuyla bir dönemin, bir neslin önde gidenlerinden oluşunun da payı vardı elbette ama, daha çok, İmam-Hatip deyince onun yanında akan suların durması, kâlbinin küt küt vurması en belirgin sebepti. Nitekim öyle de oldu. Kızlarından bir diğeri de, yine İmam-Hatipli bir arkadaşımızda.
Çok ayrıntısını bilmiyoruz ama, gördüğümüz kadarıyle, bu okulların açıldığı günden sonra çocuklarını hep buraya verdi. Bilebildiğimiz kadarıyle bu, torunlarında da devam etti. Son düğününe gittiğimiz torunu da, dâmatları da İmam-Hatipliydi ve bizim de öğrencilerimizdendi.
BİR SEVDÂYDI İMAM-HATİP!
Sizin anlayacağınız Osman Atlaş Hoca bir İmam-Hatip sevdâlısıydı. İmam-Hatibin ve İmam-Hatiplilerin her zaman -en önde olmak üzere- yanındaydı. Hem binâsı, hem îmârı, hem maddesi, hem mânâsı noktasında. İmam-Hatip ekseninde her dernek, her vakıf, her oluşumda yer alıyordu.
Benim gözlemim bu. Çok fotoğrafını çektim ama net diyaloglar hatırlamıyorum. Hem biz, öyle çok muhabbetli olabilemedik. Ürkektik, çekingendik. Özellikle bizim okullarımız hep göz önünde oldu. Tâkip edildi. Kendi idârecilerimiz bile çoğu defâ bizlere problem gözüyle baktılar. İşte, böyle bir ortam verimli bir netîce getirmedi bu anlamda.
Bu meyânda diyoruz ki; “Ne olurdu, hep birbirimizin iyi taraflarını ön plâna çıkarıp ta, onları birleştirip güzellikler ortaya koyabilseydik. Hasetlik, fesatlık, gammazlık peşlerinde koşmasaydık!” Şimdi dergilerimiz olurdu, kitaplarımız olurdu; bol bol yazı ve hâtıralarımız bulunurdu başvuracak!
Düşünün, yıllarca üzerinde durduğumuz gibi, bir dergimiz olsaydı; 40 yıllık okul sürecinde 20 sayı dergimiz çıkmış olabilseydi; Muzaffer Bey gibi kitap yazacak arkadaşların elinde en azından bir yol haritası bulunur, işler kolaylaşırdı. Röportajlar, haberler, tanıtma yazıları, etkinlikler, konuşmalar derken sayısız materyâl bulunurdu elde. Şimdi ara ki bulasın! Çokları zâten hâtıralarıyle gittiler. Mekânları cennet olsun! Âmin…
SIKINTILI ZAMANLAR!
Tüm ülkede olduğu gibi Ordu İHL’de de çok sıkıntılı günler yaşandı. Türkiye’nin, hattâ dünyânın tüm gündemi, siyâseti, cılız, gariban, mazlum kız çocuklarımız üzerinden seyretti. Yavrularımız çok hırpalanıp örselendiler. Öyle zamanlarda hepimizin tesellîlere ihtiyâcı vardı. İşte böyle durumlarda Osman Atlaş hep çocuklarımızın yanındaydı. Onların gönüllerini almağa, tesellî vermeğe, çözüme bir yol bulmağa, arabulucu olmağa çalışıyordu.
O, bu anlamda, bu müessese ve mensupları için her şeydi. Ağabeydi, hocaydı, ataydı, dedeydi…
Kişilik ve misyon olarak, sakalı ve mütebessim yüzü, sevecen edâsı, düzgün kıraatıyla her zaman dikkât çekiyordu. Bir imam olarak görevinde vakur ve işinin erbâbı, toplum içerisinde de muhabbet insanı ve pozitif tavırlıydı. Bulunduğu ortamda kendini dinletiyordu.
Görev arkadaşları ve yakınları arasında ayrı bir yeri olduğu gözleniyordu. Herkes onunla aynı masada olmaya can atıyor, sohbetinden keyif alıyordu. Kederle gelen, neşeyle dönüyordu. Bu yaşında, âlâ öyle, hâlâ tebessüm ve neş’e kaynağı. O, âdetâ bir neslin tebessüm çiçeği.
SABIRSIZLIKLA BEKLİYORUM!
Muzaffer Bey’e neler anlattı, neler yazıldı; bilmiyorum. Ama, doğrusu çok merak ediyorum. Bu saha çok bâkir. Osmanlı’dan Cumhûriyet’e geçiş sürecindeki belirsizlikler konuyu daha da ilginçleştiriyor. O boşlukta neler oldu?
Osman Atlaş nasıl ve ne şartlarda yetişti? Kimlerden ders aldı? O yıllarda neler yaşandı? Dünle bugün arasında ne gibi farklar var? Dolayısıyla, onun hayâtı belirli bir dönemin ve neslin panaroması niteliğinde olacak.
Merakla beklediğimi, benzerlerinin Muzaffer Bey, ya da başka kişilerce yazılmasının iyi olacağını belirtiyor, Osman Atlaş Hocamız’a hayırlı, uzun ömürler, sıhhat ve âfiyetler diliyor; böylesi nice güzelliklerde buluşmağı umarak selâm, sevgi ve saygılar sunuyırum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
09.01.2011