YEMEN İLLERİNDE, BİR
GARİP ALİ DAYI…
Biliyorsunuz sevgili okurlar; tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi, Güney Arabistan’da, Yemen’de de değişim rüzgârları esiyor. İnşâllâh, Osmanlı’nın gidişiyle tüm İslâm Dünyâsı üzerine çöreklenen gurbet bulutları sıla yağmurlarına dönüşecek, coğrafyamız baştanbaşa, çöller dâhil olmak üzere yepyeni bir bahara uyanacak.
Gelen haberlere göre, Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in koltuğu tehlikede. 30 yıllık firavun iktidarı, artan gösteriler yüzünden en zor günlerini yaşıyor sizin anlayacağınız. İsyân ateşi gün be gün daha da gelişiyor. Bu ülke, yılın ilk haftalarında Cumhurbaşkanımız Abdullâh GÜL’ün ziyâretiyle ve duygusal anların ekranlara yansımasıyla gündeme gelmişti. Halk olaylarının tırmanması dolayısıyle de ilk sıralara doğru yükseliyor.
Her neyse. Bugün bizim asıl konumuz, dün size kendisinden söz edip tanıtmaya çalıştığımız GARİP ALİ DAYI’nın anlattıkları. Belki biraz abartılı bulunabilir. Ancak, o sıcak, o çöl, o ıssızlık, o derin belirsizlik, ürkütücü atmosfer. Bir fırtına çıktığında, biraz hareketsiz kalsanız, etrafınızda biriken kumlar üzerinizi örtüp tepe altı oluveriyorsunuz. Çöllerin gerçeği bu.
Sevgili okurlar. O meçhûllere yolculuk, bugünün konforlu imkânları ve barış şartlarıyle bile insanın göze alabileceği cinsten gözükmüyor. Artık, zemin üstüne bile asansörle çıkan insanlar olduk. Hava azıcık ısınsa sıcağa, biraz soğusa soğuğa dayanamıyoruz. Biraz da böyle bir nesil olarak bakalım o günlere dâir anlatılanlara.
GARİP ALİ DAYI’NIN YEMEN’İ
LÜLEBURGAZ KÖPRÜSÜ kitabının yazarı Tayyar TAHİROĞLU, gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını bizlere naklederek büyük bir hizmet yapmış. Bakınız biz, tâ buralarda istifâde ediyoruz. Kendisi kitabında Garip Ali Dayı’nın Yemen günleriyle ilgili anlattıklarını şöyle naklediyor:
“Yemen’de ordu dağılmış, her kes kendi başına buyruk, kuzeye doğru çekilir (kaçar)ken günlerce aç, susuz, yalın ayak, başıkabak, Arabistan çöllerinde perişan, uçsuz-bucaksız kızgın çölleri geçmeğe çalışırlarmış. Kimin ne yaptığı, kimin nereye gittiği veya gideceği belli olmazmış. Bir taraftan İngilizler, bir taraftan Bedevîler, ve en fecîsi de Arabistan çöllerindeki açlık, susuzlukla mücâdele, bu can pazarında en mühim rolü oynarmış.”
FIŞKI ÇORBA, YILAN KIZARTMA!..
“Günlerce ve hattâ haftalarca açlık, susuzluk sonucu çıldıranların yanında at fışkılarından ayırabildikleri şişmiş arpa tanelerini fışkıdan ayırıp, yıkayıp kaynatarak çorba yapıp içtiklerini ve bazen de ölmüş bir at veya katır kulak ve kokallarından kuzgunların dahî yiyemediklerini kesip yediklerini tiksine tiksine anlatmaları, aynı anları bize de anlatırken yaşatmaları bâzen bizi bile üzüntü ve düşüncelere sevk ederdi.
Bazen çölde uyurken yakalayıp öldürebildikleri büyükçe bir yılanı nasıl öldürüp, kaynatıp çorba yaptıklarını ve bazen de kızartıp yediklerini, küçücük bir yılanın, bir kaplumbağanın sekiz-on kişiye yetmeyip yerken kavga bile ettiklerini ballandıra ballandıra anlatmaları bizi de hem tiksindirir ve hem de korkuturdu. Onların diri ve taze bir yılan yiyebilmeleri, kendilerine bayram sevinci yaşattığını bu gün bile, zevkle dinlemeye hem hazır ve hem de düşünmekteyim.
Haftalarca aç, susuz ve yorgunluktan sonra yollarının bir Bedevî köyüne rastlamasını ve o bedevî köyünde beş kişinin 5 sarı liraya bir öğlen yemeği yiyip akşamları da Bedevîlerin onları kesmemeleri için yollarına devam etmek zorunda kaldıklarını, ancak 5 sarı liraya mukâbil bedevînin kilerine darı ektiklerini, yâni 5 sarı liralık yiyecek yerine 50 sarı liralık yemek yediklerini, bedevînin de pişman olup feryadı figan ettiğini tatlı tatlı anlatması, o günü yaşamışçasına bizi heyecanlandırmaktaydı. Olayı kendisi unutmadığı gibi, bizim dahî unutamayacağımız bir biçimde anlatması en büyük anılarımız arasında yer almıştır.”
SEFERBERLİK HÂTIRALARI
Bizim çevremizin büyükleri de büyük ihtimâlle benzer olayları yaşadılar. Kalanlar oralarda kaldı, gelenler de elbetteki bir şeyler anlattılar. Onlar yazılmış olsaydı, şimdi onları okuyor olmamız onlara da, onlardan gelen nesillere de bakışlarımızı farklılaştırır, belki de bizleri daha güçlü kaynaştıran vesîleler olabilirdi.
En azından, o insanlara bakışımız bir Yemen türküsü tadı oluştururdu. O seferberlik günlerinden kırıntılar bile olsaydı, sonraki nesiller onları geliştirirdi. Yok muydu? Elbette vardı ama, gidenler dönmedi; dönenlerin de hâtırası intikâl etmedi.
Ecdâdımız oralarda neler gördü, neler yaşadı kim bilir? Keşke yaşayanlar dönebilseydi. Dönenler anlatsaydı. Dinleyenler de yazsaydı. Bizler de bugün ibretle okusaydık. Onlara rahmet okusaydık. Gıyaplarında her zaman okuyoruz ammâ, bizzat anlatılanların oluşturduğu duygusal ortam duâlara daha bir rûhâniyet katabilirdi. Yine de bu anlamda anlatılanlar varsa şu anda bile kaleme alınabilir. Alınmalı da. Bu da büyük bir kültürel hizmet olur.
Tam burada, Sıtkı ÇEBİ merhûmun ORDULU GÂZİLER adlı hacimli kitaplık çapta dosyası geldi aklıma. Bana onu okumak nasîp oldu. İlk derlendiği zamanlar bir yerel gazetede tefrika da edilmiş. Ancak, hâlâ kitaplaşabilmiş değil. İşte, yine demeden geçemeyeceğim; “Ordu, işte böyle bir yer!” diye. Kimse, böylesine değerli bir kitaba sâhip çıkmadı. Yayınlamak isteyenler de muvaffak olamadı. İnşâllâh bir gün yayınlanır diye temennî ediyoruz.
Ve son söz olarak diyoruz ki; Rabbimiz, bizleri muhteşem ecdâdımızın şefaatlerine nâil eylesin. Çilekeş, cefâkâr ve de hak dâvâsına vefâkârlıkları dolayısıyle Hak Teâlâ Hazretleri kendilerinden râzı olsun. Cümlesinin mekânlarını cennet eylesin. Hep birlikte bizleri, Efendimizin LİVÂUL’HAMD sancağı altında buluştursun inşâllâh.
Bu duygu ve düşüncelerle cumâ bayramınızı tebrik ediyor, bizler, tüm İslâm Âlemi ve insanlık için hayırlı gelişmelere vesîle olması dileğiyle içten sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm….
ORDU HAYAT GAZETESİ
03.03.2011