AÇIK ÖĞRETİM SAÇIK ÖĞRETİM
Bir zamanlar yabancı ziyâretçiler geldiğinde, ülkenin imajı açısından köylülerin Ankara’nın caddelerinden toplanıp şehir dışına götürüldüğü anlatılıyor kitaplarda. Bu uygulamayı yapan vâlinin soyadı Tandoğan olarak başkentin önemli meydanlarından birinde yaşıyor. Ne yazık ki o rûh da yaşıyor hâlâ. Ankara’nın dağına-taşına demeyelim ama, bir zamanlar dağdan-taştan getirilip de yontularak yeni kimliklere büründürülen taş binâlarında yaşıyor, yaşatılıyor. O taşlar, yeni şekilleriyle, geldikleri dağları-taşları tanımıyorlar artık. Küçümsüyorlar. Çünkü, bir zamanlar kendilerinin de içinden geldikleri Anadolu’yu unutmuşlar, iyi tanımıyorlar. Kendilerini kaptırdıkları yeni hayat tarzı, zamanla onları farklı bir yere getirmiş. Oradan bakınca buralar garip görünmeye başlamış onlara. Nasırlı ellerden, çatlamış yüzlerden rahatsız oluyorlar artık. Hele örtüden, sakaldan nefret ediyorlar. Onların değerlerine saygıları yok. Câmi, cumâ yok kitaplarında. Tüm anlayış ve algılayışları değişmiş. Dünyâları farklılaşmış. “Kestâne çıkmış, kabuğunu beğenmemiş!” ya, aynen öyle!
Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Biz düşmanı esir ettik
Şu feleğin işine bak!
Kanlarını, canlarını vatanı için vermiş ve her zaman yine vermeye hazır milletimizin, kendisine, seçtiği idâre ve irâdesine revâ görülen bu ve benzeri muâmelelerden alınıp da yukarıdaki mısrâları serzeniş makâmında mırıldanması ona çok görülür mü?
Bunu kestirme bir yaklaşımla şöyle de açıklamak mümkün: Büyük şehirlerde dış ülkelerin genellikle büyükelçilikleri ya da konsoloslukları yer alıyor mâlumunuz. Onların müştemilâtı, yakınları var. Şirketleri var. Şu veyâ bu şekilde gayr-i Müslim bir çevre söz konusu yâni. Nitekim Osmanlı’daki bozulmanın da Beyoğlu’nda kümeleşen gayr-i Müslim çevrelerden başladığı ve yayıldığı kabul edilir. Bu gün bile hâlâ Beyoğlu, eğlence dünyâsının simgesi, gece âlemlerinin markasıdır. İstanbul’un bir Beyoğlu bir de Eminönü, Üsküdar yakalarına bakınız; daha ilk başta kubbe ve minâre farkı kendisini belli ediyor. Bir taraf batı bir taraf doğu silueti yansıtıyor. Necip Fâzıl merhumun Canım İstanbul şiirinde ifâdelendirdiği gibi:
Hayattan canlı ölüm, günâhtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet!
Aynen öyle; ölülerle diriler gibi. İkisi de anlamazlar birbirlerinin hâllerinden. Büyük şehirlerde iç içe yaşayan insanlarımız da “Üzüm üzüme baka baka kararır” atalar sözünün anlatmaya çalıştığı gibi, ister-istemez etkileniyorlar iç içe yaşadıkları insanlardan. Kopup gidiyorlar birbirlerinden ve apayrı âlemler oluveriyorlar. Yabancıların yanında dura dura, “ya huyundan ya suyundan” misâli benzeşiyorlar. Yabancılaşıyorlar.
Hafta sonu Açık Öğretim Fakültesi imtihanları vardı. Bu sebeple uzak ilçelerimiz dâhil ilimizin her tarafından gelen insanlarımız merkeze akın etmişlerdi. Tâtil olmasına rağmen her iki günde de şehir bayağı hareketliydi. Bu vesîleyle, görev yapsın yapmasın, kitaptan, ilimden, irfandan kopmak istemeyen bir çok eski öğrencimiz de gelmişti uzaklardan. Çelik-çocuğuyla gelenler de vardı. Her zaman sâhile inme, âilesiyle gezme ya da bir yakınını ziyâret etme imkânı bulamayan insanlarımız baharın da verdiği coşkuyla böylece fırsatı değerlendirmiş oluyorlardı. Okulların önlerinde bir araya gelmenin tadını çıkarıp hasret gideriyorlardı. Sabahın erken saatlerinde imtihan yerlerine gelmişlerdi. Girişe kadarki zamanlarını hasbihâlle değerlendiriyorlardı. Sevinçli, coşkulu, heyecanlıydılar. Başarı dilekleriyle geçip-gittik yanlarından.
AÖF’leri büyük ve güzel bir imkân gerçekten. En azından genel bir eğitim ve kültür hareketi. Memurlar, hem görevliler, boşta gezenler; herkes kayıt yaptırabiliyor. Hem mesleğini icrâ edip, çalışıp hem okuyabiliyor. Bir heyecan ve ümit dalgası oluşturuyor. Dün ve evvelki gün bu vâkıayı tekrar gözlemleme fırsatı elde ettik. Ancak, imtihana katılanların bu defâki özel gözlemleri yine can sıkıcıydı. Meselâ, yönetmelikte kılık-kıyâfetle ilgili yeni bir madde olmamasına, hattâ geçen dönemlerdeki ilgili madde daha esnek bir hâle getirilmiş olmasına rağmen uygulama daha sert olmuş. Eskiden sınıflara kadar ses çıkarmayanlar daha okulun dışından başlamışlar bağırmaya. Uyarmaya. Göz açtırmamışlar. Kraldan fazla kralcı tarzında davranmışlar. Ellerine yeni ve yine fırsat geçmişçesine heyecanlıymışlar. Kaldı ki kendi kıyafetleri de dekolteye oldukça yakın ve sıra dışıymış bir memura göre.
- Bilhassa kadın görevliler daha acımasız. Bayan arkadaşlarımızı resmen aşağılamaya çalışıyorlar. Bir bayan arkadaşımız;
- Ne oldu öğretmen hanım? Yönetmeliği biliyoruz herhâlde, aceleniz, zorunuz ne? Diye ufak bir târizde bulunacak oldu, cevap hemen yapıştırıldı:
- Ne yapalım, bu meseleyi meclis de çözemedi!
Bu da normal gibi ama, tavırlar,
- Ne oldu, havanızı aldınız mı? Siz göreceksiniz gününüzü. Zaman yaklaşıyor!
Der gibisineymiş. Bu notlara uzaktan da olsa kulak misâfiri olmak beni rahatsız etti. Canım sıkıldı. Bizim insanlarımızın birbirine revâ gördüğü bu yaklaşım nasıl îzâh edilebilirdi?
Akşam eve geldim. Duyduklarımın etkisi epey sürdü. Yatsı namazına câmiye gittim. Hocamız namazda tatlı sesiyle İnfitâr Sûresini okudu. Oradan üç kısa âyetin meâli şöyle:
“(6,7,8.) Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan,
Seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?”
Ferahladım, huzur buldum. Peygâmberimiz (SAV) in nitelediği şekliyle “Kâlbi mescidlere bağlı kimse” olabilmek ne kadar önemli anlayınız. Mescidler Kâbe’nin birer şûbeleridir ve Kâbe de, Beytullâh, yâni Allâh’ın evidir ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
06.04.2008