|
|
DEĞİŞEN VÂLİLER Mİ, MÜFTÜLER Mİ?
Mâlum, DİB 429 sayılı kanunla 3 Mart 1924 târihinde kuruldu. Türkiye Cumhûriyeti, Diyânet'in kuruluşunun 85. yılını idrâk ediyor. Hayırlı olsun. Benden de bu hazin yazı armağan olsun! Başkanlık, çağın gereklerine göre kendini yeniliyor. Çok güzel hizmetlere imzâ atıyor. Kutlamamak elde değil. Bilhassa son yıllarda yurt içi ve yurt dışı hizmetleriyle göz dolduruyor. Hizmetinin ulaşmadığı ülke, ilgilenmediği tür ve birim yok gibi. Millet olarak, DİB'le, başta Hacc olmak üzere her yerde övünüyoruz. Her şeyler yolunda gidiyor. Kaliteli hizmetten herkes memnun. Ancak, Ordu'da durum farklı. Özellikle son iki yıldır tatsızlıklar var. Hâlbuki, şimdiye kadar böyle şeyler olmamıştı. Yeni vâlimizle birlikte müftülük sanki göz önüne alındı. Hem de nâzik konular üzerinden soruşturma yağmuruna tutuldu. Bir zamanlar tüm sağduyulu memurlara hep yapılageldiği gibi. Şu,Ergenekon soruşturmalarıyla yeni yeni anlaşılmaya başlandı gerçekler. Biri harcanacaksa hemen bir şey bulunur, yoksa komplo düzenlenirdi. Millet bile yanıltılıyordu Ali Kalkancı gibiler mârifetiyle. Sn. müftümüz Tâceddin SEVİNÇ Bey yeni müftü değil. Daha önce de Ordu'da yıllarca görev yaptı. Hiç problem yoktu. Geçen ay cezâ yağmuruna tutuldular bir haber üzerine. Soruşturma konusu yapılan kursun görevli ve sorumluları aynıydı.
HİZMET ÇOK, VUKÛÂT YOK
Değişen sâdece vâlimiz oldu. Vâliyle birklikte tavırlar da değişti. Demek ki, haberci de işin, yeni durumun, yâni soğukluğun farkında. Nitekim, haber meyvesini verdi. Müftü Bey ve iki görevli cezâ aldı. Muhâbir, görevlileri ya da Müftü Bey'i bir şekilde uyarabilirdi. Tâceddin Bey bu memleketin çocuğu. Herkes bilip tanıyor. Mehmet Bey de aynı şekilde. Hizmeti çok, vukuatı yok. Yanlış hatırlamıyorsam Kıbrıs gâzisi aynı zamanda. Hayatı, vatana, millete, bayrağa hizmetle geçmiş bu insanlara böyle bir konuda cezâ vermek özel bir gayretin sonucu olabilir. Tamam, olmuştur, olabilir; her kes insandır. Yanılabilir. Ama bu defâ dünkü gazetelerde yeni bir soruşturmadan söz ediliyor. Eğer görevliler hatâlıysa "bunlara ne oldu böyle" demeli? Çünkü, şimdiye kadar böyle şeyler söz konusu değildi. Memuru çalıştıracak olan biraz da âmiri değil midir? Yoksa, çalıştırmayıp pusuya yatarak açığını yakalamak, ya da bir şekilde hatâ yaptırarak ofsayta düşürmek yeni vâlilerin yeni geliştirdikleri idâre tarzları mıdır?
CHP DÖNEMİ Mİ?
Dönem Halk Parti dönemi olsa zâten ağız açılmaz. Yakışır denir. Ama, dönem AkParti dönemi. Vâli AkParti vâlisi. Hem de ilklerden. Değilse, müftüyle uğraşma cesâretini nereden alıyor olabilir? Hem de kazanılması gereken nâzik bir Belediye seçimi öncesinde! Çünkü Ordu Halkı, 40 yıldır vukuâtı olmayan müftüsüne böyle gözle görülür bir şekilde yüklenilmesini hoş karşılamaz. Burada başka şeylerin olduğunu anlayacak kadar aklı vardır. AkParti'nin ya oya ihtiyâcı yok, ya da çok pervâsız gibi davranıyor! Hiç bir şey umurunda değil. Nasıl olsa Tayyip sürüklüyor kervanı! Mesele böyle değil. Ordu halkı ciddîye alınmalı. Gönlüne değer verilmeli. Kısaca, bu iş çözülmeli. Ayıp oluyor. Benim zoruma gidiyor en azından.
MUHÂFAZAKÂRLAR KOLAY LOKMA MI?
AkParti döneminde müftüyle uğraşmakla ne ispatlanmaya çalışılıyor? AkParti, isterse bir bürokratla pek âlâ uğraşabilir mi denilmek isteniyor? Bilhassa muhafazakarlar kolay lokma olarak mı görülüyor? AkParti'nin adâleti mi gösteriliyor? CHPden bile daha laik olduğu mu? Vâlisinin Hacc'a gitmesi, müftüyle kucaklaşmasını gerektirmez elbette! Ama biz halk olarak bu tablodan rahatsızız. Niyetiniz tayin etmekse edin. Aksi takdirde, meşhur
KURTLA KUZU
hikayesi kokusu taşıyan gelişmeler güzel Ordu'ya yakışmıyor. Sözün özü, sevgili okurlar, Ordu'nun sâdece dereleri değil siyâseti, vilâyeti, diyâneti her şeyi tersine; dikine dikine akıyor. Haksızsam, böyle başka bir vilâyet gösterin! Hem iki müftülü, hem hacı vâlili; hem de birbiriyle sürtüşmeli! Ordu'muzun adı güzel, ama tadı bize özel ves'selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
05.03.2009 |
|
|
KAYNANADAN DERSLER
-Rabbim, kırk yılda bir bizi zengin yaptı; yüzümüzü güldürdü. Siz ne yaptınız ha?
-Ne yaptık kaynanacığım?
-Aç gözlülük yaptınız!
-Kim, biz mi?
-Siz, ya, evet siz oğlum!
-Para, gözünüzü döndürdü! Öyle değil mi?
-He, söyleyin bakalım, fakire-fukarâya bir şey uzattınız mı, haa?
-Vermediniz! İşte onun için Allâh nasıl verdiyse öyle aldı!
-Haydan gelmiş, huya gitmiş!
-Rabbimin sopası yok, başına birden vursun! Yavaş yavaş, işte böyle alır!
-Ama, Hasan’a dikiş makinesi hediye ettik!
-Onu da ben zorladım! Ağlamasaydım, sızlamasaydım verecek miydiniz? Hayır!
-Haklısın ana; kimseye yardım etmedik!
-“Sonradan görmüşlük” ettik!
-Para bizi bozdu!
-Keşke şimdi bulsaydık paraları kocacığım, o vakit yardım ederdik!
-İstediklerine dağıtırdık. Çeşme yapardık; her şeyi yapardık!
-Şimdi aklınız başınıza geldi ha! Yardım edeceksiniz, onu yapacaksınız, bunu yapacaksınız! Eeeh, ölme eşeğim ölme! Leylek hikâyesi gibi bir şey!
NÂMIK ile NEVRESTE
Konumuzu yine ELVEDÂ RUMELİ dizisinden devşirdik. Ama, okuyunca siz de mânidar buldunuz sanırım. Daha doğrusu, bugüne de ışık tuttuğunu düşündüğümüz bir pasajı sizlerle paylaşmak istedik.
Dizide hepsi değişik, farklı, hoş karakterler var. Bunlardan birisi de Nâmık. Lâkâbı Ispanak! Namık'ın annesi Münevver Hanım. Nevreste, biraz deli dolu, aklı uçuk ve oldukça yâlelli bir kız. Hiç yüz vermese de Nâmık’ın peşini bırakmadı. Netîcede evlendiler. Münevver Hanım, oğlu Nâmık ve gelini Nevreste, genel karakterleri îtibârıyle kendi hâllerinde, mütevâzı, hoş geçimli, açık gönüllü, sevecen bir âile olarak kendi aralarında eğleşe-söyleşe yaşayıp gitmektedirler.
Ancak, Osmanlı’yı yıkıma hazırlayan o bildik siyâsî karışıklıklar bağlamında hırsızlık ve yağma olaylarının oldukça artması, Nâmık’ı kendince bir tedbire yöneltmiştir. Evde para, mücevher ve kıymetli eşyâ olarak ne varsa toplamış, ormana götürerek gizlice gömmüştür. Arayınca kolayca bulabilmesi için de kendince bir kroki çizmiştir. Bu arada, mücevherlerinin yerinde olmadığını fark eden Münevver Hanım durumu hükümete intikâl ettirmiş, kolluk kuvvetleri de ânında durum tesbiti yapmışlardır.
Bu arada Nâmık eve dönmüştür. Telâş üzerine durumu açıklamak zorunda kalmıştır. Anne Münevver Hanım oğlu ve geliniyle gece yollara düşüp paraları gömdükleri yerden almak isterler. Ancak krokiyi bulamadıkları için rasgele giderler. Tahmînî kazılar yaparlar. Hava soğuktur. Yorulmuşlardır. Canları burunlarına gelince, yukarıdaki diyalogda olduğu gibi söylenmeye başlarlar.
Neyse bu arada, bir sonraki süreçte, kroki ve dolayısıyla gömüler bulunur. Münevver Hanım âilesi artık mutludur. Sıra, gereğini yapmaya gelmiştir.
HAYRA HAYIR!?
Dizi’nin bu haftaki bölümünde Nâmık ve Nevreste birlikte kaymakamlığın kapısına dayanırlar heyecanla. Kaymakam da çok önemli ve âcil bir meseleden dolayı çıkmak zorundadır. Nâmık ve Nevreste çok ısrar edince Kaymakam Dilâver Bey makâmına döner çâresiz:
- Nedir şu çok önemli konunuz?! Nâmık oldukça edâlı bir şekilde;
- Dilâver, al şunu! der ve bir kese altın fırlatır masaya doğru! Kaymakam şaşırır.
- Bu ne böyle?
- Para! Çeşme yaptır. Alnına da adımızı yazdır büyük büyük!
- Alın paranızı! Böyle hayır olmaz!
- O ne demek, neden olmazmış?
- Hayır dediğin gizli olur. Gösteriş için yapılmaz!
Bizimkiler afallayıp dönerler gerisin geriye. Derken, dizide bir sahne: bizimkiler gece vakti bir eve giriyorlar. Uyuyan âile ferdlerinin başındalar. Nâmık yastığın yanına bir altın bırakıyor. Nevreste;
- Kocacığım, bir tâne daha bırak, bir tâne daha! diyor. Yardım yaptıkları için her hâlleriyle mutlular. O arada ev sâhipleri uyanıyor:
- Nedir bu böyle? Hırsızlık ha!
- Ne hırsızlığı? Yardım yapmaya geldik!
- Ne yardımı, nasıl yardım bu saatte?
- Gizli yardım!
ELVEDÂ BEREKET, MERHABÂ KRİZ
Evet, konular böyle yarı esprili bir şekilde devam edip gidiyor dizide. İçinde yaşadığımız toplumun, yâni bizlerin bu günkü durumuna bakarak sizlerle paylaşmak istedim yukarıdaki diyalogları. Onların lotaryadan kazandığı türden, bu gün de, şu veyâ bu şekilde kestirme yoldan köşeyi dönüp bir miktar imkâna kavuşanlar, ne oldum delisi havası estirdiler. Kazanırken incelemedikleri gibi harcarken de ilkeli davranmadılar. Çevreye ve şartlara bakmadan, haksız ve gereksiz beklentilerle devamlı standart yükseltmeye kalktılar. Kimileri hayâllerle yaşayıp ona göre hesap yaptı. Dolayısıyla gerçekler her zaman olduğu gibi hayâllere gâlip geldi. Sonuçta, hep hayâl kırıklığı, hep sıkıntı, hep stres. Yâni, hem madden hem de mânen kriz! Hattâ, malıyla, servetiyle, teknolojisiyle gurûra kapılan, Allâh’ı unutan dünyâlılar, kriz denen dört harflik kelimenin önünde diz çöktüler. Hâlâ da kimsenin olaya bir de bu pencereden bakmak gibi bir niyeti yok!
Bilmem, yukarıdaki diyaloglarda, bu anlamda bizlere örnek teşkil edip aynaya baktıracak, yapıp-ettiklerimizi gözden geçirterek ibrete vesîle teşkil edecek kısımlar var mı?
Ne mutlu duyduklarından, gördüklerinden, yaşadıklarından ve de izlediklerinden ibret alanlara… Ne mutlu, hakîkâtin izini sürüp, genel gidişin rağmına ELVEDÂ KRİZ, MERHABÂ BEREKET diyebilenlere ve bu eksende bir toplum oluşturabilmek için niyet kurup çaba gösterenlere ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
03.03.2009 |
|
|
ELVEDÂ RUMELİ, MERHABÂ TÜRKİYE!
Mâlum, bu başlık televizyon kanallarımızdan birinde sürüp giden bir dizi adı. Eğer söylemek gerekirse televizyonla her hangi bir göbek bağım söz konusu değil. Elbetteki dargınlık anlamına gelmiyor bu. Hattâ eskilerde çok can-ciğerdik. En sondaki “LÜTFEN TELEVİZYONUNUZU KAPATMAYI UNUTMAYINIZ!” yazısını görmeden yakasını bırakmıyorduk. Daha doğrusu o bizim yakamızı bırakıyordu da uyuma fırsatı buluyorduk. Kaldı ki bu gün inancımıza, örfümüze, kültürümüze dost onlarca kanal var elhâmdülillâh. Ancak, artık kanıksadık mı her neyse, televizyona dâir her hangi bir tutku söz konusu değil. Hele hele dizilerle hiç ünsiyetimiz yok. Yalnız ikisi var ki denk gelirsem izlemek isterim. Birisi TEK TÜRKİYE, diğeri de ELVEDÂ RUMELİ.
Her iki dizide de hikayeler güzel. Senaryolar da güzel, vermek istedikleri mesaj da. Biri doğudan sarmaya çalışıyor kaşınmak istenen yaraları, diğeri batıdan. Ayrılıklarımızın hikâyesi işlenirken, aslında hep bir olduğumuz; Tek Türkiye, Tek Yürek, Tek Millet olduğumuz vurgulanmaya çalışılıyor. Tek Türkiye, doğumuzu daha da balkanlaştırmak isteyenlere fırsat vermeme gayretinde. ELVEDÂ RUMELİ de, elvedâ demeyi mârifet sayanların sebep olduğu hasârete dikkât çekerek bizlerin dikkâtini târihimize, geleceğimize ve birlik-berâberliğimize yoğunlaştırıyor.
ELVEDÂ RUMELİ’nin İNTERNET sitesine girdiğimizde, diziyle ilgili bol ve aydınlatıcı bilgiler buluyoruz. Ayrıca gelen olumlu tepkileri duygulanarak okuyoruz. Çünkü çoğunluk, diziyi izlerken yaşadıkları göz yaşı sağanağına vurgu yapıyorlar.
Konu, geçtiğimiz yüzyıl başlarında, 1900’lü yıllarda Osmanlı’nın yönetiminde olan Makedonya’da geçen; fakir bir baba RÂMİZ ve kızlarının hikayesi çerçevesinde şekilleniyor. Hikâyeden öte dizi, film tekniği, seçilen mekânlar, yöreler, ev ve köy karakterleri, insanlık ve komşuluk ilişkileri, farklı ırk ve dinlerden insanların yaşadığı doğal birlik ortamı zengin bir panorama ile sunulmuş. Hikâye içine serpiştirilen hikâyeler, enstanteneler, karakter kişilikler ve konuşma şekilleri de çok güzel verilmiş, dolayısıyla, geçmişten geleceğe mîras kalacak özgün bir eser çıkmış ortaya. Kahramanlarımız, Manastır’ın Pürşıçan köyünde yaşarlar. Osmanlı’nın son demleridir. Balkan topraklarında iç karışıklar başlamış; Makedonya’da ayrılıkçıların çıkardığı huzursuzluk yavaş yavaş artmakta ve yakın gelecekte patlak verecek büyük olayların sinyallerini vermektedir. Bir yandan İttihatçiler Abdülhamit’e karşı örgütlenmekte ve Osmanlı yönetimine muhalefet etmektedir. Dünya ve dolayısıyla Makedonya büyük bir hızla değişmektedir. Kargaşalar, ayrılıklar, anarşi, güvensizlik. Yabancı devletlerin kışkırtmasıyla bugünkü PKK misâli çeteler ve komitacılar birlik-berâberlik ve barış ortamını bozuyorlar.
Alex, hristiyan bir delikanlıdır. Sütçü Râmiz’in küçük kızını, sonradan Müslüman da olmasına rağmen çok uğraşarak, o zamanların örfü gereği her şeyi göze aldığı uzun mücâdeleler sonunda alabilmiştir. Evlilik kaçma yoluyla olmuş, baba bir türlü kabullenememiştir. Ancak, toplumda meydana gelen sıkıntılı süreçler hasreti yoğunlaştırıp, insanlar da duruma alışınca iş normale binmiş ve baba kız barışmışlardır.
Damatlar, kızlar, torunlar; çok güzel, doğal bir hayat sürüp gitmektedir Pürsıçan kasabasında. Ancak, günbegün bu ortam daha da bozulmaktadır. Çeteler Müslüman Türk köylerine baskın yaparak katliamlara girişmektedirler. Komplolar, suikastlar, hırsızlık ve yağmalar alıp-gitmeye başlamıştır başını.
İşte Alex ise yaralı hâldeki çeteci yeğeni yüzünden sıkıntılıdır. Çocuk ölmüştür. Alex, Baytar dedesiyle birlikte tabutun başındadır. Dede hristiyandır. Ölen torun da. Hepsi de çok üzgündür. Alex iki gözü iki çeşme, duygularını şöyle ifâde eder dedesinin yanında:
- Dede, yeğen gitti işte! İyi çocuktu! Beynini yıkadılar.
- Biz Osmanlı değil miyiz he dede?
- Osmanlıyız Allâh’a şükür!
Uzun uzun düşünür Alex ve sözlerine devam eder:
- Bundan sonra dede, artık Osmanlı yok! Türk var, Makedon var, Bulgar var, Rumen var, Arnavut var; ama artık Osmanlı yok! 100 sene kadar evvel Avrupa’da çok krallıklar var idi. Ne oldu? Fransız birliği kuruldu, İtalyan birliği kuruldu. Fransızlar Fransa’da, İtalyanlar İtalya’da yaşıyor artık.
- Sen söylerdin ya hep; büyük emperyâl devletler karıştırıyor ortalığı!
- Evet dede. Onlar çoktan yaptılar yapacaklarını. İşte bak; daha çocuk idi o.
Gitti okusun, adam olsun. Onun ne kabahati var idi dede?
Parçalanacak dede! İnsanların beynine ve kâlbine bir kere nefret düşerse
o nefret artık hiçbir vakit çıkmaz dede!
O, dün de böyleydi, bu gün de böyle! Korkarım ki, ilerde de böyle olacak!
- En çok neyden korkuyorum biliyor musun?
Belki çok yakında, Osmanlı’ya elvedâ diyeceğiz, elvedâ!
Sevgili okurlar! Belki Osmanlı’ya elvedâ dedik ama, Türkiye’ye aslâ demiyeceğiz. Çünkü, allâh’a şükür gerçeklerin farkındayız. Elvedâ diyenlerin nerelerde, ne çilelerle karşı karşıya bulunduğunu görüyoruz. Ayrıca, iletişim çağındayız; bize gerçekleri anlatanlar çok elhâmdülillâh. Bunun için TEK TÜRKİYE ve ELVEDÂ RUMELİ dizileri bile çok şey ifâde ediyor.
Geçen hafta yayınlanan 61. bölümün finâl kısmından pasajlar sunduk sizlere. Bakalım bu akşam 62. bölümde neler olacak? Olanlar olmuş, geçmiş-gitmiş ama, geçmişin yâdı bile çok güzel. Hem geçmiş ibret almak için en gerçekçi belgesel niteliğinde değil midir? Emeği geçenlere sevgi ve saygılar sunuyor, berhüdâr ve bahtiyâr olsunlar diyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
01.03.2009 |
|
|
BELEDİYELER ve TURGUT CANSEVER
Geçen hafta sonu ülkemiz ve İslâm Âlemi bir büyük değerini, dünyâ çapında bir kültür ve sanat adamını kaybetti. Vefâtının, yerel seçimler öncesine tevâfuk etmesi dolayısıyla bu gün bu bilge mîmarımızdan söz edeceğiz. Çünkü mîmâr demek îmâr demek; îmâr da belediye demek. Ev demek, binâ demek; şehir, kültür ve sanat demek. Geçmiş demek, gelecek demek; neredeyse her şey demek!
BAŞKANLAR, YAPILAR ve HAYATLAR
Aslında, tüm belediye başkanları ve adayların tanıması gereken bir kişilik Turgut CANSEVER. O da bir mîmâr netîcede ama, onu diğerlerinden ayıran, ülkenin genelini ilgilendiren farkı ne? Ne yapmaya, ne anlatmaya çalışıyordu o? Ona neden “bilge” vasfı uygun görülmüştü. İşte, Belediye başkanlarımızın asgarîden, bir nitelik olarak, bu ince çizginin farkında olmaları gerekir. Belediye başkanlarında tahsil, güler yüz ve tevâzu kadar kültürel yerlilik, enginlik ve derinlik de aranmalıdır. Hattâ, şehre dâir yapısal tasarrufu söz konusu olan tüm yerel birim yönetici ve yardımcılarında da. Çünkü, her yerel yönetici bulunduğu yeri îmâra çalışan bir mîmar ya da bir toplum mühendisi benzeri bir şehir mühendisi konumundadır. Nitekim, ünlü mîmârımız; aşağıda adı yazan kitabının önsözünde şöyle der:
“Yapılar hayat düzenimizin çerçevesini oluştururken, hayat tarzımızı da şekillendirir!”
“Mîmarlık varlığın bütün alanlarını kapsayan bir disiplindir. Bu sebeple başarılı bir mîmarlık faaliyetinin gerçekleşmesi, kültürel oluşumun temel bir göstergesidir. Shf.7
İNSANIN ESAS VAZÎFESİ
“Mîmarlığın, “İnsanın dünyâdaki esas vazîfesi dünyâyı güzelleştirmektir” Hadîs-i Şerifinde tarif edilmiş çerçeve içinde oluşmasını sağlamak, sosyal, rûhî ve inanca taalluk eden meselelerini doğru olarak ortaya koymak ve yanılgıları bertaraf etmek uğrunda çaba sarf etmek benim için kaçınılmaz görev olmuştur.” Shf:8
Merhum, hiçbir şeyin inanç, kültür ve kimlik boyutundan âzâde olamayacağını, dolayısıyla Müslümanlara âit her motif ve figürün tevhid eksenli olması gerektiğini, aksi takdirde, bu özellikten yoksun olarak şekillendirilecek her yapının ilkel kabîlelerin fetişistik tasarruflarından öteye geçemeyeceğini ifâde ediyor.
“İslâmiyet’in temel prensibi olan Tevhid(Birlik), İslâm Mîmârîsine de yansımış olup bütün varlık düzeylerine ait problemlerin bütünlüğünü kapsar ve cevaplandırır. Bütün varlık düzeylerine ait problemleri kapsamayan yaklaşımlar İslâmî olmaktan çok, fetişistiktir.
“Allâh ile berâber başka ilâhlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun.” İsrâ Sûresi 17/22” İSLÂMDA ŞEHİR ve MÎMÂRÎ, Timaş 2006 İst. Shf:25
Pazartesi günü Fâtih Câmii’nde Prof.Dr. Hayreddin KARAMAN Hoca’nın kıldırdığı namazın ardından defnedilen ünlü mîmarımız, Cumhûriyet Dönemi’nde yetişen, geçmişini inkâr etmeden, ondan aldığı ilhâmla geleceği yorumlamaya çalışan nâdir yerli entelektüellerimizden biriydi. O, sıradan bir taş ustası ya da yontucudan çok öte, taşı, taş olmanın ötesinde değerlendiren, onu bize sunanın meramını okuyup, onun sanatı ışığında şekillendirmeye çalışan, taşda da bir ruh olması gerektiğine işâret eden bir sanat bilgesiydi. Tabii bu özellik kolay elde edilen bir sonuç değil. Çalışmakla, yorulmakla, araştırmakla, sabırla ve her şeyden önce elbette ki lütûfla gelinen bir nokta. Hayat hikâyesi ve eserine bakanlar, bunu rahatlıkla görürler.
1921 Antalya doğumlu olup yerel, ulusal ve global çapta, mesleği ile ilgili çok önemli vazîfeler îfâ eden Turgut CANSEVER’in üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülmesi eseri ve etkisi hakkında gerekli fikri vermeye yeter sanırım. Cansever'in mîmârî eserleri arasında; Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı restorasyonu, Karatepe Açık Hava Müzesi, Salacak Çürüksulu Ahmet Paşa Yalısı, Bodrum Sualtı Arkeoloji Enstitüsü ve Bağlarbaşı Türkiye Diyanet Vakfı İSAM binası yer alıyor.
Yazılı olarak da yabancı dilde yazılanlardan, sayısız tebliğ ve makâleden başka Şehir ve Mîmârî Üzerine Düşünceler(1992), Ev ve Şehir Üzerine Düşünceler(1994),Habitat II konferansı için, Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler(1995), Kubbeyi yere Koymamak(1997) ve İslâm’da Şehir ve Mîmârî(2006) gibi basılmış eserleri var. Eserlerde mîmârî pratik ve teknik bilgiden çok kültürel irfânî boyut ve mâhiyetle ilgili düşünceler ve tesbitler yer alıyor. Bu yönüyle çok aydınlatıcı ve yol gösterici olan eserler geleceğin inşâsında tuzu bulunsun isteyen herkes için ilâç niteliğinde. Bu eserleri okuyunca evinize, çevrenize, şehrinize ve onu yönetmek için aday olan ve oy peşinde koşan herkese bakışlarınız değişecek, tercihleriniz daha sağlıklı bir zemîne kavuşacaktır.
KÜLTÜREL KİRLENME Mİ! O DA NE?
Onun farklılığını ortaya koyan bir alıntıyla sözlerimi bağlamak istiyorum. Merhum Turgut CANSEVER’e bir röportajın son kısımında, şöyle bir soru soruluyor:
“-Kültürel kirlenme Türk mimarisinin en büyük sorunu' diyorsunuz. Teknolojinin getirdiği bir kirlenme mi bu? Yani yapılan, yapılmak istenen yeni binalar mı sorun?
-Dünyada kültürel çeşitlilik kaçınılmaz. Farklı tarih ve kültürel kökenlerden gelen toplumlar farklı yaklaşımlara sahip. Ama insanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü. Ortaçağ Avrupa'sında sadece rahipler mimarlık yapabiliyor. Yeryüzü ile oynanıyor sonuçta.” (Zaman Gazetesi, 01.01.2006)
Söylenmek istenenler açık. Belediyecilik başta olmak üzere, tüm işlerin, bir heyecan dalgasından öte, ahlâkî, fikrî, mânevî ve kul hakkı boyutları var. Özellikle, zâbıta eksenli belediyenin sorumluluğu ağır. Umarım herkes, şu önemli seçim öncesinde kendisini buna göre ayarlar. Sonuçta Güzel Ordu’nun her şeyi bize özgü ve güzel olur.
Vefâtıyla bile bizi, irfanımızın vefâ kavşağında buluşturan üstâdımıza Rabbimizden ganî ganî rahmet diliyoruz. Kültür ve irfânımıza yaptığı hizmetler dolayısıyla bir Yâsin okumak geldi içimden kendisine bu sabah. Allâh kabûl etsin.
Yüce Rabbim onun gibilerin, eserlerinden ilham alan nesiller ve belediyecilerimizin sayısını artırsın ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
26.02.2009 |
|
|
BU SEÇİMİN FARKI
1- Her şeyden önce bu seçimde, Ordu’da siyâset yeni bir veche kazanıyor. Sokaklarda güler yüz çiçekleri açıyor. Geçen seçimi belirleyen kriterleri hatırlarsak sözlerimiz daha iyi anlaşılır.
2- Geçen dönemde, el uzattı, uzatmadı; güldü, gülmedi; geldi, gelmedi kabîlinden fısıltılar belirledi sonucu. Tabiî, durumu buraya getiren sebepler de yok değildi. Orası ayrı konu. Sonuçta, ne plân konuşuldu, ne proje; ne belediye, ne de Ordu’nun geleceği! Nerden estiği, nasıl estiği belirsiz bir hava sürükledi seçimi. Ve o günden bugüne tam 5 koca yıl geçti.
3- Ama bu seçim, öncekinden alınan dersle daha mantıklı bir süreçte seyrediyor. Her şeyden önce, tebessüm tekelini kıran bir seçim olacak bu seçim. Biraz daha gerçekçi, ayağı yere basan, aklı başında bir seçim olacak.
4- Şimdi herkes sevecen ve güler yüzlü. En sert ve haşin partilerimizden MHP’nin adayı bile sempati şampiyonluğuna oynuyor. Çalışmalarını âile boyu yürütüyorlar ve kâlplerini bütünüyle açıyorlar halka. Ali AYDIN tribünler önünde çok rahat ve sevecen.
CHP-DSP
5- CHP’nin o rijit, soğuk, antipatik söylemleri ve mahkeme duvarından farksız imajı da, ön koltuktaki yerlerini yenilerine terk ettiler. Protokolde arka sıralara doğru ilerledi eski ceberutluklar! Şık baylar ve bayanlar içlerinden biri olarak, el ele, kol kola dolaşıyorlar halkın arasında. Halk ne dese, hayır demiyorlar artık. Hattâ, dînle, diyânetle ilgili konularda bile!
6- Tebessümü ve herkese aynı sıcaklık ve yakınlıkta davranabilmeyi başaran kişiliğiyle Seyit TORUN da gündemdeki yerini korumaya devam ediyor.
7- Ancak, geçen seçimin çiçeği burnundalığı, mazlûmiyet faktörü ve hayâl havası yok bu defâ. 5 yılın hesabının ağırlığı söz konusu. Muhâlefet ve alternatifleri de, iktidar partisi!
8- Güller, gülücükler, çiçekler derken, havaların da yardımıyla mart gelmeden sanki bahar meltemleri esmeye başladı her tarafta. Eğer fındık politikaları etkilemeseydi, esen havalar çok daha güzel olabilirdi.
9- Ancak, mevcut durumdan ders alan iktidarın bu işe mutlak çözüm getireceği ve başka alternâtifin de şu an için söz konusu olmadığı düşünülürse bir tesellî yoluna gidilebilir. Hem, bahar havalarının karekterinin boz-bulanık olduğu da unutulmamalı ve normâl karşılanabilmeli! Kızmak çözmek olsaydı önerebilirdik; ama değil.
İKTİDAR YARIŞI
10- Seçim, yerel iktidarla genel iktidar arasında cereyan edecek Ordu’da. Tebessüm avantajı kimsede değil bu defâ. Sonucu, icraatlar, vaatler, inandırıcılıklar ve mantık belirleyecek gibi gözüküyor.
11- Sözün özü, partiler, ellerinde çiçekler birbirlerini ziyâret yarışındalar. Seçim sürecinde doğal bir akış ve süreç var. her şey daha demokratik bir şekilde seyr ediyor. Eski palabıyık ve keskin bakışlı etten duvarlarla dolaşmalar yok artık.
12- Belki de Ergenekon’un kendi derdiyle baş başa kalmasının etkisidir bu. Kimse sokağa çıkarken tedbir ya da savunma kaygısı taşımıyor. Ama, eskiden sebepsiz kavgalar olurdu seçim çalışmalarında. Birileri bir yerleri mutlaka bulandırır, karıştırırdı. Tıpkı PKK’nın halkı korkutarak yönlendirmek için estirdiği terör havası gibi.
13- Herkesin eli yüreğinin üstünde olurdu böyle dönemlerde. Acabâ bugün hangi miting ya da toplantıda ne olacak diye! Vatandaş aslâ böyle şeyler yapmazdı ama birileri provoke ederdi. Ergenekon soruşturmaları bu tür organizasyonları zayıflattı sanırım.
14- Evet, bir Ergenekon meselesi bile bu hükümet için artı olarak yeter. Milletin başını büyük bir belâdan kurtardı. İnşâllâh gâye tahakkuk eder. Hâlâ bunun farkında olmayan ve yâ adı demokratik ya da sosyâl demokrat olsa bile o alışıla geldik muhâlefet gereği, anlamazlıktan gelenler var olan-bitenleri.
15- İşte bu seçimde bu demokratik gelişimi de fark etmek lâzım. Demokrasinin tepesinde Demoklesin kılıcı gibi asılı duran esrarengiz terörün şifreleri çözülmeye başlanmıştır.
ERGENEKON ALGISI
16- Ergenekon’u anlamayanların halkı anlaması mümkün değil. Bu anlamda, tebessümlerin sahteliği ve gerçekliğini ölçecek bir terâzi var elimizde; ETÖ!
17- ETÖ’ye sempatiyle bakanların halka tebessümlerini nasıl yorumlamalı? Bence bu bir tezattır! En büyük çelişkidir! Hem halka hem de ETÖ’ye tebessüm anlaşılabilir olamaz!
18- Bu anlamda, bu seçimin sonucunu da yine tamâmen olmasa da kısmen tebessümler belirleyecek! Yalnız bu defâ herkes mütebessim; sempatik ve sevecen. Bu anlamda herkes eşit yerde duruyor. Asıl belirleyicilerden biri Ergenekon algısıdır.
19- Seçim yerel de olsa, genele yansıyan sonuçları ve ülke, hattâ dünyâ siyâsetine yansımaları îtibârıyle, göz önünde bulundurulması gereken boyutları vardır.
20- Ve sonuç olarak en önemli şey, yapacağımız seçimlerin hem yöremizin, hem ülkemizin, hem de dünyâ ve âhiretimizin güzelliğine katkıda bir katre teşkîl edebilmesidir ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.02.2009 |
|