Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN bundan birkaç gün önce habercilere, Demokratik Açılım'la ilgili 10 Kasım tarihinde oturum yapılacak olmasıyla ilgili seslendirilen eleştirilere verdiği cevapta:
"10 Kasım matem günü değil. 10 Kasım'da yapılacak olan Demokratik Açılım oturumu Atatürk'ün anlayışına uygun." dedi.
Bu cevap istisnâsız bütün ajans ve basın-yayın organlarında yer aldı. Sen misin öyle diyen; çok yoğun bir saldırı hamlesiyle karşı karşıya kaldı Sn. Başbakan. Çünkü bu memlekette kendi çıkarlarına endeksledikleri bir takım mevhum hassâsiyetler üzerinden racon kesme alışkanlığı olan insanlar vardı. Bu hassâsiyetler üzerinden piyasa yapan, hattâ siyasa yapan, ekmek yiyen çevreler mevcuttu. Bu tezgâhlarını ellerinden almaya kalkanlara karşı feryâd ü figân etmeleri eşyânın tabiatına aykırı olamazdı. Çünkü, geçim kaynağıyla oynanan herkes bir şekilde tepki gösterir. Bu doğalın doğalı bir şey değil mi sizce de?!
Her ne kadar böyle söylesem de, maalesef bu gün ben de o tarafın tarafındayım!
Evet, 10 Kasım mâtem günüdür!
Hem de ilk günlerde olduğu kadar ağlanacak, yürekler dağlanacak, hattâ feryâd ü figân edilecek kadar sıcaklığı devam edecek bir mâtem günüdür!
Çünkü, bu gün, sâdece Atatürk’ün öldüğü gün değil; aynı zamanda Cumhûriyet’in kendisine emânet edildiği gençliğin de hem madden, hem de mânen öldüğü bir gün! Hem bedenen kesilip-doğranıldığı gibi, rûhen ve ahlâken de yozlaştırıldığı haberlerinin ekranları ve manşetleri doldurduğu gündür bu gün. Sembolik bir-kaç olayla konuyu açıklamaya çalışalım.
İşe, kendi vilâyetimizden bir örnekle başlıyoruz: Bir çok ulusal gazetede LİSEDE AŞK CİNÂYETİ, diğerlerinde OKULDA DEHŞET, SINIFTA CİNÂYET şeklinde dramatik başlıklarla manşetten verilen haber, Nuh KIRCA arkadaşımızın ordugazete.com’unda şu cümlelerle özetlendi:
AŞKINA KARŞILIK BULAMAYAN ÖĞRENCİ DEHŞET SAÇTI. LİSE SON SINIF ÖĞRENCİSİ AŞIK OLDUĞU KIZ ARKADAŞINI BIÇAKLA ÖLDÜRÜRKEN OLAYI ÖNLEMEYE ÇALIŞAN ARKADAŞINI DA OMUZUNDAN YARALADI.
Diğer haberlerin dehşet ölçüsü de bundan aşağı değil:
LİSELİ KIZ HASTANE TUVALETİNDE DOĞURDU!
15 yaşındaki H.D. doğurduğu bebeğini hastanenin tuvaletine bırakıp kaçtı. Görevliler tarafından bulunan kız bebek tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.
“BEKARET ŞOKU! Yargıtay, tartışma yaratacak bir karara imza attı.
Evlilikte kadında gereken vasıflar arasında bekaret de sayıldı.
Karar eleştiriliyor.” Fesübhânallâh!
Bu haberlerin ayrıntıları çok daha acıklı. Meseleyi daha da detaylandırmaya gerek yok. bu kadar örnek yeter. Aslını sorarsanız her gün 10 kasım bu anlamda. Yâni bugünden aşağı değil yıl boyu yaşanan örnekler. Kesmeler, doğramalar, tâcizler, tecâvüzler, sapıklıklar. İnsanın mîdesini kaldıran, böyle bir dünyâyı paylaşmaktan dolayı iğrendiği nice nice olaylar var. Her gün, her gün yüzlercesini yaşıyoruz. Dolayısıyla, “10 KASIM MÂTEM GÜNÜ DEĞİLDİR!” diyen Sn.Başbakan’a katılmayanlar haklı. Ama bir farkla ki; Hak’sız haklılar! Neden mi?
Bu haberleri veren ve neyin sözcüsü olduğu meçhul bulunan gazetelerden biri, diğerlerinden bir çoğu gibi, bu sözü dolayısıyla ön sayfayı boydan boya Başbakan’a hakârete ayırmış. Başbakan’ı Atatürk üzerinden aklınca hırpalamaya çalışmış. Ama, asıl hırpalanması gerekenler, Atatürk’ü kendi ahlâksızlıklarına gerekçe yapmaya çalışanlardır. Aynı gazeteler ön sayfada Atatürk üzerinden ahkâm keserken, iç sayfalarda ahlâksızlıkları ve onun tezâhürü olan olayları ballandıra ballandıra anlatmaktan, bekâret üzerinden çağdaş uygarlık gösterisi yaparak güyâ Atatürkçülük tekeli sergilemeye çalışmışlardır. Şu sözlere göz atalım:
“Bir milletin ahlak değeri, o milletin yükselmesini sağlar. Bir millet, zenginliğiyle değil, ahlak değeriyle ölçülür.” ”Medeniyetin esası, ilerlemesi ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayattaki fenalık mutlaka toplumsal, ekonomik ve politik beceriksizliği doğurur.”
“Mükemmel bir millette 'milli ahlak'ın icapları, o milletin fertleri tarafından, hiç tereddüt etmeksizin vicdani ve hissi bir zevkle yapılır. En büyük milli heyecan işte budur."
“Türklerin aşağı yukarı hep ahlâkları birbirine benzer. Bu yüksek ahlâk, hiçbir milletin ahlâkına benzemez. Ahlâkın millet oluşmasında yeri çok büyüktür, önemlidir.” 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 358)
Hiçbir başka gerekçeye başvurmadan, sâdece ön sayfalarıyla bile gençliği, âileyi ve topyekûn milleti ne hâle getirme peşinde oldukları açıkça belli olanların, insanlık, toplum ve millet adına, tamâmen ahlâktan, âileden ve fazîletten yana tavır sergileyen Atatürk konusunda kimseye söz söylemeye hakları yoktur.Yok olmasına yoktur ama, neylersiniz ki; bunu kabûllenmek de asgarîsinden bir ahlâkı gerektirir!
Böyle ucuzundan kısır çekişmelerin prim yapmadığı, ne madden ne de mânen mâtemlere sebep olacak olayların yaşanmadığı bir hayâtı hep birlikte paylaşmak dileğiyle ves’selâm!...
20 aydır ilimizde görev yapan Veysel ÇAKI Bey Hocamızın görev mâcerâsı, bilinen süreçlerin sonunda Trabzon İl Müftülüğü mecrâsına doğru seyretti. Hayırlı olsun. Dünyâda her kes, her şey gelip geçici. Rabbim hepimizin sonunu hayr’eylesin. Kendisinden çok güzel hizmetler beklediğimiz hocamızı büyük ümitlerle karşılamıştık. Kendisi de iddialıydı ve dinamik görünüyordu. Ve gerçekte de öyleydi. Ancak ne yaparsınız ki, her şey gönüllerce olmuyor. Biz de, aynı okul mezunu bir devre arkadaşı olarak, çevresinin ve yanılsamaların el verdiğince kendisine yakın durmaya, yardımcı olmaya çalıştık. Bu meyânda, dünden bu güne bakarken, hocamızın ilk geliş günlerinde yazdıklarımızın bir kısmını, geldiğimiz noktaya sağlıklı bakış açısından ilgilerinize sunuyorum.
O günkü, “MÜFTÜ BEY ve DÜŞÜNCELERİ IŞIĞINDA” başlıklı yazımıza, hocamızla ilgili biyografik bilgiler verdikten sonra, kendisinin basına deklare ettiği beyanları ekseninde şöyle devam etmiştik:
“…Ağrı Müftülüğü'nden Ordu Müftülüğü'ne atanan Veysel Çakı Bey’in ilimizde göreve başlayışı geçtiğimiz Cuma günü yerel gazetelerimizde de haber olarak yer aldı.
Haber metinlerinde verildiği şekliyle, aslen Giresunlu olan Çakı, eğitiminin bir kısmını Ordu'da aldığına vurgu yaptıktan sonra;
"Bu coğrafyayı tanıyorum, bu coğrafyanın insanıyım. Ancak elbette, ilk olarak meslekî gözle Ordu'yu tanıyacağız. Bunun için belki 6 ay belki daha az bir süre Ordu'yu her yönüyle yakından tanıyarak çalışmalara başlayacağız. Elbette bu bir ekip işi ve çok hassas bir görev, bir şeyler ortaya çıkacaksa onlarla birlikte olacak." dedi.
Bu sözleriyle, hatâ yapmamak, hassas ve kutsal din hizmetine halel getirmemek için bulunduğu yöreyi, görev yapacağı mahalli daha iyi tanımadan adım atmayacağını deklare eden sayın müftümüz, yeterli gözlem süresinin sonunda tanıyacağı çevresi ve belirleyeceği ekibiyle plânlı, programlı, disiplinli çalışmalar yapacağının sinyâllerini veriyor.
Görevin niteliği, hassâsiyeti çalışma tarz ve anlayışıyla ilgili görüş ve düşüncelerinin ağırlıkta olduğu haber metninde, büyük hedefler ortaya koyarak hiçbir şey yapamamaktansa ihtiyâcı karşılayacak adımlar atmanın daha tutarlı olduğuna inandığını aktaran Müftü Çakı,
"Dînî hayat için aslında herkesin yapabileceği, yerine getirebileceği görevler var. Bu öyle hassas bir görev ki bir iyiliğin karşılığını, hemen belki yarın değil, 20-30 sene sonra görürsünüz, ama aynı şeklide bir hatânın tamiri için de çok uğraş vermeniz gerekir. Ve o hatâ belki bir kanser hücresi gibi tek başına kalmaz, çoğalır. Onun için özenli olmak gerekiyor.” şeklinde konuşarak eğitimin ve din hizmetinin mes’ûliyet ve nezâketine dikkât çekti.
Gelişigüzel davranışların, bilerek bilmeyerek yapılacak hatâların, düşünmeden yapılacak konuşmaların yaralarının tedâvîsinin çok uzun yılları alacağı, bilhassâ örneklik noktasında dâimâ izlenen din hizmeti mesleğinin sağlam deliller ışığında, kararlı, istikrarlı ve tutarlı yürütülmesi gerektiğini belirterek;
“Ben televizyonlara çıkarak, tanınmak için ya da şöhret için ya da başka bir sebep için dînî hayat adına tutarsız şeyler söyleyenleri temiz insanların vicdanlarının ve dudaklarının bağışlayacağını sanmıyorum." diye konuştu. Çakı, sosyal bir görev yapmak istediklerini aktararak yapılabilecek işlerlerle ilgili olarak tekliflere de açık olduklarını sözlerine ekledi.
Kendisini ziyâret ettiğimizde de benzer düşüncelerini öğrenmiş, görüş alışverişinde bulunmuştuk. Ordu gazetelerindeki haber metinlerinde ve sohbetimizde de ifâde ettiği gibi tekliflere açık olduğunu belirten yeni müftümüze tekrar başarılar diliyorum. Ve, bundan sonra Ordu’muz ve yurdumuz adına, hep olacağını, şimdiden ifâde ediyor olduğum fikrî ya da fiilî katkılarımızdan ilkini burada belirterek bu günkü yazıma son vermek istiyorum:
Hangi görev ve makam olursa olsun birileri bir şekilde yapıyor ve gidiyor. Önemli olan gittikten sonrası. Geriye ne kalıyor? Hak defterinde ne kalıyor, halk vicdânında neler okunuyor? Tevâfukan denk geldiğim Ordu Müftülüğü İnterNet sitesinde, 1911 de göreve başlayan Ali Sabri Efendi’den bu yana Ordu’muzun 11. müftüsüsünüz. “Sel gider kum kalır” hesâbı hepimiz gelip geçiciyiz. Makamlarsa emânet. Bir Hak ve bin halk adına makamlardayız. Hak bizi halkla sınıyor. Bir devre arkadaşınız olarak teklifim yakın çevrenizi sınırlı tutmamanız, dînimizin öngördüğü istişâre ve adâletten ayrılmamanızdır. Makamdan ayrıldıktan sonra da saygı duyulan insan olmak istiyorsanız çevre halkanızı geniş ve dengeli tutmalısınız.
Yarım asırlık Orduluyuz. Din hizmetinin bir şekilde hep içindeyiz. Mezun olduktan sonra Millî Eğitim’i değil de Diyânet’i tercih etmiş olsaydık belki şimdi biz de yılların il müftüsü olabilirdik. İmam-Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmeni ve ayrıca Ensar Vakfı Şûbe Başkanı olarak yine de Diyânetle hep iç içe olduğumuzu kabul ediyoruz. Buraya kadar edindiğim izlenim ve tecrübeler bana, bilhassa din hizmetinde samîmiyet, şeffaflık ve adâletin ön plânda geldiğini gösterdi. “Açık yaradan zarar gelmez” sözü din hizmetinin günümüzde olmazsa olmazıdır. Hizmete dedikodu ve fitne bulaşmaması için elzemdir. Duyarlı bir Müslüman’ı en çok yaralayacak şey din adına ihraz edilen imkânların, her türlü maddî-mânevî değerlendirmelerin şu veyâ bu şekilde yandaşlar, zümreler, siyâsîler veyâ hatırlılar hatırına lâyık olmayanlara tevdî edilmesidir. Bir başka ifâdeyle her hizmet mevkiinde olduğundan çok diyânette olması gereken vakar ve ciddiyetin, mukaddes hizmetlerin, birilerinin gönlünü yapmak adına dedikodulara fedâ edilmesidir. Yüce Mevlâ tüm Müslümanları hayır yapayım derken şer yapmaktan korusun. Hak, hakîkât ve adâlet yoluna hidâyet eylesin.
Okuyucularım bilirler. Ordu’da dînî yaşayışla ilgili bu ve benzeri gibi çok yazılar yazdım. Gazetemizde haberler yaptık. Zaman zaman olumlu tepkiler aldığımız oldu. Sayın müftümüzünhaberde yer alan, tekliflere açık olduğu beyânı bizleri bu konulara daha çok değinmeğe sevk edecektir. Yeni müftümüzle birlikte ilimizin yeni bir hizmet performansı yakalayacağını düşünmek doğrusu bizi de heyecanlandırıyor. Biz de gazete ve yazar olarak hizmetlerin tâkipçisi ve destekçisi olacağız. Olumlu katkılarımız olabilirse kendimizi bahtiyâr addedeceğiz.
Muhterem müftümüze tekrar “Hoş geldiniz, hayırlı olsun, Allâh mahcûp etmesin” diyor, üzerimize düşenleri lâyıkıyle yerine getirebilme konusunda Rabbimizden bizleri uyanık, azimli ve başarılı kılmasını niyâz ediyor; hocamızı sevgi, saygı ve sonsuz mutluluk dilekleriyle selâmlıyoruz ves’selâm…” (17 Mart 2008 P.tesi)
Görüldüğü gibi hocamızın sözleri de, bizim değerlendirmelerimiz de güzel ve bunlar kehânet de değil. Aklın ve naklin emrettiği her dönem geçerli olan olmazsa olmazlar.
Veysel ÇAKI Bey Hocamız daha büyük; âlimi-ulemâsı, ereni-evliyâsı bol ve ekâbir noktasında zor bir vilâyete gidiyor. Yukarıya aldıklarımızı, bu görev öncesinde kendisine yeniden, ayrıca ondan daha az çetin olmayan Ordumuza gelecek müftü bey hocamıza bir ipucu, okuyucularımıza da olan-bitenleri değerlendirme bâbında bir kıstas olmak üzere arz’ediyorum ves’selâm…