Mâlumunuz, hafta sonu bu kentin sâkinleri olarak hep birlikte 4 yiğit evlâdımızı genç yaşlarında ebediyete uğurladık. Yavrularımız, geçtiğimiz Perşembe günü bir gezi dönüşü GiresunHarşit havzasında seyrettikleri bir anda akşama yakın saatlerde geçirdikleri kazâ sonucu vefât etmişlerdi. Hiç beklenmedik anda gelen bu haber şehrimize bir alev topu gibi düşmüştü. Bu olay, anne-baba ve akrabalar başta olmak üzere herkesin yüreğini dağladı.
Haberlere yansıdığı kadarıyle bir âilemiz, birisi evli olmak üzere iki çocuğunu birden, diğeri de iki çocuğundan birini kaybetmişti. İki kardeşin kuzeni olan diğerinin de âilesinin tek çocuğu olduğu söyleniyordu. Sizin anlayacağınız, acı büyüğün büyüğüydü! Anne-babalar ve yakınlar çok büyük bir imtihanla karşı karşıyaydılar.
Cumartesi günü Başöğretmen İlköğretim Okulu önünde sessiz, derin ve ağırbaşlı bir merâsim icrâ edildi. Ali DÜZGÜN ve Tâlip CAN Bey hocalarımız gerek âilelere, gerekse cenâze merâsimine gelen dost, akrabâ ve komşulara, protokole böyle bir durum karşısında mümine yakışan duruş noktasında gerekli rehberliği en güzel şekliyle yaptılar. Bunun bir imtihan olduğunu, müminin tavrının ancak teslîmiyet olacağını iknâ diliyle vurguladılar. Herkesi sabra ve sükûnete dâvet ettiler.
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz(Ey Peygamber! ) Sabredenleri müjdele!” (Bakara:155)
4 tabut önünde, katılımı ve teslîmiyetiyle dolu dolu bir mâneviyât yaşandı o gün. Herkes olayı, mümine yakışan bir vakarla karşıladı. Hoca arkadaşlarımızın Peygâmberimiz (sav)in diliyle ifâde ettiği gibi, bu 4 genç sessiz-sedâsız olarak oradakilere her şeyi en yüksek sesle haykırıyorlardı zâten:
“SANA VÂİZ OLARAK ÖLÜM YETER!”
Öğretmen hocalarımız, gençleri tanıdıklarını, onların millî-mânevî değerlerle mücehhez inançlı çocuklar olduklarını, ölüm şekilleri îtibârıyle de şehit sayılacaklarını belirttiler. İnşâllâh hepimiz, yarın onlarla sevdikleri ve sevdiğimiz, âlemlere rahmet sevgili peygâmberimiz Hz. Muhammed (sav)’in komşuluğunda buluşmayı umuyoruz. Bu da bizim için tesellîlerin en büyüğüdür! dediler. Âyetler okudular, Hadisler naklettiler, şiirler söylediler. İslâm büyüklerinin sözlerinden örnekler verdiler:
“Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min, Allâh’ına günahsız, tertemiz kavuşuncaya kadar başından, çoluk-çocuğundan, malından belâ eksik olmaz.”
TİRMİZÎ
Bakara:156O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz, derler 157İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradırVe doğru yolu bulanlar da onlardır Ölüm, korku, açlık, mal azlığı, fakirlik, hastalık; bunların hepsi birer imtihandırBunlar dünya hayatının ayrılmaz parçalarıdır, hiç kimse bunlardan birisine yakalanmaktan kurtulamazEn sonunda herkes ölecektirİnanan akıllı kişi, bunları Kur’an’a göre anlayıp değerlendirendir
Çocukluk arkadaşı olan, ikisi kardeş bu dört genç dünyâ hayâtını birlikte paylaştıkları gibi âhiret yolculuğuna da berâber çıktılar. Sanki, “Kişi sevdiği ile berâberdir” hadîsinin çarpıcı bir örneğini veriyor gibiydiler. Değerleriyle barışık ve onların birer FERHAT’ı olma emelinde olan bu gençlerimizin, inandıkları değerlerle orada buluşacaklarına inanıyoruz. Hak’tan gelen EMRE uyarak koyuldukları bu yolculuklarının onları âlemlere rahmet efendimiz Muhammed MUSTAFÂ(sav)in komşuluğu UTKU’suna erdireceğine inanıyoruz.
Bundan sonrası için de ışığımız ve güvencemiz, her zaman olduğu gibi yine O:
Bakara:153“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyinÇünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir” Sabır, sabır, sabır! Söylemesi kolay, kendisi hiç de değil ama, tek çıkar yol bu. İlâhî reçete bu. Tekrar, gençlerimize rahmet, yüreğine ateş düşen yakınlarına da sabr-ı cemîller, sonuç îtibâriyle de hepimiz için mağfiretler diliyorum ves’selâm…
Dün sözünü ettiğim, Îsâ ÖNER Ağabey’in o gün radyodan dinleyip sıcağı sıcağına kısaca anlatmaya çalıştığı kıssayı araştırdım. Gerçekten ibretâmizdi ve o günlerde bizim de dikkât çekmeye çalıştığımız bir husûsla ilgili olabilecek mâhiyetteydi. Ayrıca, şehrimizde gelişen ve normal bürokratik teâmüllerle çelişen sıra dışı tavırlara karşı çarpıcı bir uyarıcılığı söz konusuydu.
Bu kıssayı ilgililerle o günlerde paylaşmak isterdim. Belki etkisi olurdu da bunca kâlp kırıklıklarına sebep olunmazdı. Çünkü, bize göre ortada bir mağdur vardı ve derdini kimseye anlatamıyordu. Anlatmaya çalışanların da lâfları ağızlarına tıkanıyordu. Mağdur, en sonunda gerilimi daha fazla tırmandırmayı anlamsız buldu ve işi Allâh’a havâle etti. Belki bedduâ etmedi ama gönül koymuş olmalıydı.
Emekli olduktan sonra, daha memuriyetinin teri soğumadan ardından gelişen olayları hepiniz biliyorsunuz. Belki, bu kıssayı da biliyorsunuz ama, bu gün onu sizlerle paylaşmanın tam zamânı gibi gözüküyor. Müsâdenizle arzedeyim:
Erzurum'un büyük velîsi İbrahim Hakkı hazretleri daha küçükken âilesi onu, iyi bir terbiye alıp kâmil bir insan olarak yetişmesi için İsmâil Fakîrullah hazretlerine teslim eder. Çocukluğu Fakîrullah hazretlerinin yanında geçen İbrahim Hakkı, bir gün eline aldığı bir testiyle çeşmeye gider, doldururken oraya gelen bir atlı:
-Çekil bakayım önümden be çocuk!
diye İbrahim Hakkı hazretlerini azarlayarak atını çeşmeye sürer. O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken kendisini zâlim adamın hışmından zor kurtarır... Bu esnada at da, testiye çarparak kırılmasına sebep olur. Çâresiz çocuk, ağlar hâlde hocasının huzuruna gelir ve:
-Çeşmeden su alırken atını koşturarak gelen biri, atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken testimi de tepeletip kırdı! der. Hocası sorar:
-Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?
-Hayır, hiçbir şey söylemedim.
-Çabuk git ve o adama bir-iki lâf söyle!.
İbrahim Hakkı hazretleri gider, çeşmenin başında atını tımar etmeye başlayan adamın yanına varıp bekler. Fakat bir türlü terbiyesini bozup da:
-Benim testimi niye kırdın zâlim adam?!
diyemez. Dönüp geldiğinde hocası Fakîrullah hazretleri sorar:
-Ona bir şeyler söyleyebildin mi?
-Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim!
Hocası bağırır:
-Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, mukabele et! Yoksa sonu felâket!..
İbrahim Hakkı hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gelir. Bir de ne görsün! Testisini kıran adam cansız bir hâlde. Kendi atının attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlanmış, upuzun yatmaktadır! Koşarak gelip, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerine vaziyeti anlatır. Hocası bu hâle üzülür:
-Vah vah! Bir testiye bir adam! Üzüldüm doğrusu!
Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük velî şöyle îzah eder:
“-O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukâbelede bulunmadı, Zâlimi Allâh'a havâle etti. Allâh Teâlâ'nın da gayretine dokunup zâlimi cezâlandırdı. Şayet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum oldu. Bense ödeştirmek için uğraştım, ama maalesef muvaffak olamadım!”
Bu kıssanın bir tarafında meçhul bir atlı, diğer tarafında da küçücük bir çocuk var. Bu günkü olaylarla ne kadar bağdaşır, bağdaşmaz; takdiri size bırakıyorum. Ancak bu, çok da önemli değil. Benzerlik ve pay çok az da olsa, netîcede hisse hissedir.
Bu gün günlerden Cumâ. Günümüz mübârek ve bu kıssa da, -hiç olmazsa- bir Cumâ muhabbeti olsun ves’selâm…
Geçtiğimiz Hazîran’ın 24’üydü. Öğle namazı için Ulu Câmi’e gittim. Îsâ Ağabey (Öner) her zaman olduğu gibi oralardaydı. O kendisini, öteden beri buraya adamış sanki. Çünkü, her ne zaman varsak, oralarda. Kâh etrafı süpürüyor, bâzen müezzinlik yapıyor, bir şeylerin kulağından tutuyor hep. Şimdi de gelen-gidenle ilgilenen, olup-bitenleri ve oradaki işleyişi tâkip eden, ortalığı derleyip-toparlayan, temizlik işlerini deruhte eden bir görevli konumunda gibi. Gerçek statüsünün ne olduğunu bilmiyorum. Sormadım da. Böyle ulu bir mâbedin yükselmesinde emeği ve zerre de olsa katkısı bulunan herkes takdir ve hürmete şâyândır mutlakâ. Yüce Rabbim, şehrimize mânevî bir hava katacak ve silûet kazandıracak böyle bir yapıyla şu veyâ bu şekilde ilgilenen herkesin sa’yini meşkûr eylesin inşâllâh… Âmin…
O gün, câmiin girişini süpürüyordu. Bir yandan da kendisini, uzaktan gelen ilâhî bir sese kaptırmış gibiydi. Yavaşça yanına yaklaştım:
- Es’selâmü aleyküm sevgili ağabey! Kolay gelsin. Nasılsın, ne âlemdesin? İşler nasıl gidiyor?
- İyi gidiyor kardeş Allâh’a şükür. Hoş geldin! Câmiin bir an evvel bitmesi için herkes elinden geleni ve üzerine düşeni yapıyor. Biraz ağır gidiyor gibi gözüküyor belki ama işin hacmi çok büyük. Ustalar farklı. Dalları farklı. Bulmak zor. Getirmek mesele. Malzemeler de öyle. Geldikleri yerler uzak ve çeşit çeşit. Hepsini derlemek-toparlamak, bir kompozisyon oluşturmak kolay değil.
-Allâh(cc) yardımcınız olsun ağabey. Ama inanıyorum ki, eser ortaya tam olarak çıktığında tüm yorgunluklar bir anda gidecek! Herkes sizlere duâlar edecek, müteşekkir kalacak! Gelecek nesiller, isimli isimsiz tüm kahramanları hayırla anacaklar, hepsi için duâcı olacaklar. Bundan daha güzel bir şey de olamaz bir fânî için! Öyle değil mi?
-Elbette. Buna inancımız tam. Biz hâlimizden memnunuz. Yaptığımız işi de cana minnet bilip severek yapıyoruz. Sâdece vâkıayı ortaya koymak için böyle konuşuyoruz. Yoksa, zahmetsiz rahmet olmaz, biliyoruz. Merâmımız şikâyet değil.
-Ağabey, bunca iş arasında radyo da dinliyorsun gördüğüm kadarıyla. Güzel şeyler de çalıyor mâşâllâh. Meşgâlelerin çokluğu sanatla ilgilenmene engel olamıyor!
- Sanatsız olmuyor ki! Her şey sanatla tadlanıyor. İşte câmi! Derdimiz en güzeli olması! Gelen insanların bedîî bir manzarayla yüzyüze gelerek gönlünü güzelliklere açabilmesi. Duygularının kanatlanması. Radyo dedin de, gün boyu dinliyorum da ne güzel şeyler anlatıyorlar yâhu programlarda! Keşke insanlar dinliyor olsalar! Bilhassa ulusal radyolardan bir-kaç tânesi var ki; çok ciddî ve kaliteli programlar yapıyorlar. İnsanın içi açılıyor. Mâneviyâtı artıyor. Ufku genişliyor. Rûhâniyeti derinleşiyor. Radyom olmasa kim anlatır onları bana buralarda?
-Çok haklısın. Bu konu gerçekten çok çok önemli. Şimdi belki ayrıntıya giremeyiz ama, şu kadarı söylenebilir ki, dinlediğimiz şeyler bizim hayat yolumuzun kodları gibidir. Abuk-sabuk şeyler dinlediğiniz zaman o melodiler hep zihninizde dolaşıyor. Abdest alırken, hattâ namaz kılarken bile içinizde, damarlarınızda o tınılar depreşiyor. Tıpkı cep telefonlarının çalıp câmiin havasını değiştirmesi gibi, içimizde bir tenya gibi gezip duran melodiler de namazdaki rûhâniyeti bozuyor. Hattâ – eğer düşünürseniz- hayâtın tüm ritimlerini etkiliyor.Tecrübeyle sâbittir ki, bâzı zamanların moda şarkıları vardır; nereye gitseniz onu duyarsınız. Mağazada, dolmuşta, sokakta; her yerde. Artık içiniz-dışınız o şarkı olur. Sonra, dinlemediğiniz zaman bile ağzınıza takılır, gayr-ı ihtiyârî mırıldandığınızı görürsünüz. O zaman, namazda, belki ağzınızı tutuyorsunuz ama gönlünüzü tutamıyorsunuz. Bir de kendi isteğinizle devamlı dinlediğinizi düşününüz! Sâniyeleriniz, dakîkalarınız, saatleriniz, günleriniz, aylarınız, yıllarınız derken, basit gibi görünen bir radyo dinleme tutkusu mârifetiyle bütün bir ömrünüzü, sizi Allâh’ı anmaktan alıkoyan şeylerle geçirmiş, gönül defterinizi zakkum motifleriyle donatmış olursunuz!
-Kardeş, bence radyo iyi bir arkadaş. Televizyonlar kadar önemli. Allâh hepsinden râzı olsun. Ben dinlerken diyorum ki, keşke evde kadınlarımız, kızlarımız, bacılarımız, işyerlerinde insanlarımız abuk-sabuk, ruh dünyâmızı ifsâd eden, insanoğlunu günâhların içine çeken dizi ve programları bıraksalar da bunları dinleseler diyorum.
- Aynen öyle! Düşününüz, iş yerindesiniz. Veyâ arabada seyâhat ediyorsunuz. Sizin o günkü yaşayışınızı programlayan, gönül dünyânızı dizayn eden şey duyup dinlediklerinizdir. Diğer bir ifâdeyle, dinlediğiniz şeylerle sâniyelerinizi ibâdete dönüştürmeniz mümkündür. Radyoların günlük program akışına bakılırsa ne demek istediğimiz gâyet açık anlaşılır. Tercih sizin, bizim, hepimizin. Dikkât etmediğimiz, hassas davranmadığımız zaman da, en azından en önemli hazînemiz olan zamânımızı ve de toplamda tüm ömrümüzü, büyük bir ihtimâlle boşu boşuna, her hangi bir mânevî kazanç elde edemeden geçirmiş oluruz! Sonuç; sıfır, elde var sıfır! Hayât bu kadar ucuz mu? Bu kadar değersiz mi?
-Evet, evet; çok doğru. Konuyu ne kadar derinleştirsek o kadar gider-durur. Her neyse, ben sizinle, çalıp duran şu ilâhilerden önce, kıssalardan hisseler meyânında anlatılan bir menkıbe vardı ki onu paylaşmak istiyordum. Bir anlatayım da dinle, ne çok ibretli olduğunu göreceksin! Hem senin de çok hoşuna gideceğinden emînim!
Îsâ ÖNER Ağabey’in, yazı yazamadığım o günlerin atmosferinde, anlamlı anlamlı yüzüme bakarak anlatmak istediği ve İbrâhim Edhem’den diye naklettiği ya da benim öyle anladığım, “çocuk ve testi” kelimeleriyle kodlayabileceğimiz menkıbeyi gelecek yazımızda vereceğiz inşâllâh…
Bu gün 8 Ekim Perşembe. ULU FM hayırlı günler diler. Bundan sonraki MIZRAP programında görüşmek üzere, tekrar buluşuncaya kadar, kalın sağlıcakla ves’selâm…