Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4607304
 Sitede Aktif: 4
 Ip: 172.69.59.128
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

MIZRAP 2010

Bu Kategoriye Ait Blogları Rss İle Takip Et
Mar`12
26
YASAK GÜNLERDEN BİR HACC HİKÂYESİ
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

“Kâbe Arab’ın Olsun; Bize Çankaya Yeter!”li

 YASAK GÜNLERDEN BİR HACC HİKÂYESİ

Mâlum, Hacc mevsimindeyiz. Milyonlarca Müslüman şu anda kutsal topraklarda.

Yolcuların son kâfileleri de önümüzdeki hafta içerisinde mübârek sefere çıkmış olacaklar. Rabbimiz yollarını açık, haclarını da ziyâdesiyle kabul etsin. Bizler de duygu, düşünce ve duâlarla onlara katılmaya, yüreklerimizi bütünleştirmeye çalışalım inşâllâh.

Güzel bir âdet olarak yöremizde hem gitmeden, hem de gidip döndükten sonra ziyâretler yapılıyor. Bugünün, neredeyse konforlu bir seyahat noktasına gelen yolculuklarıyla eskilerini kıyaslamak adına bu gün sizlerle, zor zaman dilimlerinden ibretli bir Hacc Seferi örneğini paylaşacağız.

Konuyu, Değerli Araştırmacı-Yazar Vehbi VAKKASOĞLU’nun ÂİLEDE SEVGİ SOHBETLERİ isimli kitabından iktibas ediyoruz. Her âileyi aydınlatmasını temennî ettiğim bu güzel kitabı Orta Câmi yanındaki DİYÂNET KİTABEVİ’nden almıştım. Daha sonra bir-kaç kişinin daha edinmesine vesîle olduğum bu feyizli kitabı sizlere de hararetle tavsiye ederek, hepimize güzel bir kıyas imkânı verecek, yaşanmış ibretlik olayın nakline geçiyoruz:

ÇANKAYA-KÂBE ARASI

Bizim ülkemizde yıllar yılı Hac yasaklanmıştı. Hacc’a gidiş resmen engellenmişti ama, gönüllerdeki Kâbe aşkı söndürülememişti. O günlerde; “Kâbe Arab’ın olsun; Çankaya bize yeter!” diye çılgınlaşan şâirler vardı.

Hâlbuki Kâbe, bu milletin kıblesiydi, mukaddeslerinin sembolüydü. Gözlerden silinse de gönüllerden asla silinemezdi. Böyle olduğu içindir ki, resmen yasaklanmış olan Hac ve Umre, fiilen önlenememişti. Bastırılması münkün olmayan Kâbe aşkıyla harekete geçenler, mayınlı sahalarda canlarını tehlikeye atarak Beytullâh’a yürümüşlerdi. Yayan yapıldak, binbir tehlikeyi göze alarak, bazen sınırlarda kaçakçılık yapanlardan yararlanarak, bazen vicdanının sesini dinleyen jandarmaların insafına sığınarak gitmişler, bazen de mayın kurbanı olarak Kâbe yolunda ölmüşlerdi. Adeta, “Varamasam da yolunda ölürüm ya!” diyen karınca gibi düşünüyorlardı.

 RÜYÂDAKİ GERÇEK DÂVET

İşte o cefakar insanlardan biri de Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt merhumdu. Alimdi, hatipti, hocaydı ve İstiklâl Harbi gâzisiydi. Mekke  ve Medîne düşman eline geçmesin diye, hayatını ortaya koyarak, MM teşkilatını kurmuş ve İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırılmasının önemli bir ayağı olmuştu.

Haccın yasaklandığı günlerin birinde bir rüyâ gördü. Hem de ne rüyâ… Osmanlı dedelerimizin rüya demediği rüyalardan biriydi bu… Zira içinde Efendimiz(sav) vardı. Şöyle anlatır:

“Koskocaman bir meydanda on binlerce insan toplanmıştı. İğne atılsa yere düşmeyecek denilen cinsten bir kalabalıktı bu… Yaklaştım ve bu müthiş kalabalığın sebebini sordum; “-Efendimiz(sav) teşrif buyuracak” dediler.

Ben de oradaki herkes gibi, büyük bir heyecanla gözümü gökyüzüne dikip Güzeller Güzeli’ni beklemeye başladım. Biraz sonra, gökyüzünden büyük bir el, nurlar saçarak yeryüzüne doğru uzandı ve gel gel der gibi açılıp kapanmaya başladı. Yanımdaki insanlara, bunun ne demek olduğunu sordum. “Efendimiz(sav) seni çağırıyor” dediler.

Heyecanım son haddine gelmişti. “Geleceğim Yâ Resûlâllâh, geleceğim inşâllâh!” diye seslendim. Sevinç gözyaşlarım sel olmuştu ki, uyanıverdim…

NE YASAKLIK, NE DE YAMAKLIK!

O zor günlerde Efendimiz’e (sav) nasıl gidilirdi? Maddî yollar bütünüyle kapalıydı. İşin içinden çıkamadım. Suriye sınırından kaçakçılarla anlaşıp geçip gitmek te içime sinmedi. Doğruca Ankara’nın yolunu tuttum. Emniyet Genel Müdürü Rıfat Bey, benim Millî Mücâdele günlerinden mesai arkadaşımdı. Ona başvurdum.

“-Hocam, durumu biliyorsun… Normal yollardan Hacca gitmenin imkânı yok” dedi. Mecbur kaldım ve Efendimiz’in davetini Rıfat Bey’e de anlattım. Eski arkadaşım rüyamdan çok etkilenmişti.

NE PAHASINA OLURSA OLSUN!

“-Hocam, merak etme, ne pahasına olursa olsun, seni Efendimiz’e göndereceğim. Ancak, bana biraz zaman ver” dedi. Ben de teşekkür edip beklemeye başladım. Nihayet üç gün sonra bulabildiği çözümü, özür beyan ederek bana bildirdi…

İstanbul’dan İskenderiye’ye giden bir yük gemisine binecektim. Ancak bir yolcu olarak görünmem sakıncalı idi. Bu sebeple de, gemide aşçı yamağı olarak görünecektim. Görevim bulaşık yıkamak olacaktı…

Rıfat Bey’in, utana sıkıla açıkladığı bu çözümü tereddütsüz kabul ettim. Güzeller Güzeli’nin davetine icabet edecektim ya, aşçı yamaklığının sözü mü olurdu. Daha zor ve ağır bir görev de olsa, o yola çıkmaya hazırdım. Çünkü içimin yangını günden güne dayanılmaz bir hâle geliyordu.

Sonunda kararlaştırılan gün geldi. Aşçı yamağı olarak İstanbul’dan bindiğim yük gemisinden, İskenderiye’de hacı adayı olarak indim. Oradan da, bedenen epey zahmetli ve fakat gönülce çok rahmetli bir seferden sonra, Mekke’ye, Kâbe’ye ulaştım. Hac’dan sonra da (Medine’ye geçerek -n.k.-) Efendiler Efendisi’ne kavuştum.”

Bugünün keyiften tâviz verilmeyen hacları mı güzel, böylesi mi? Elbette ki, en güzeli, sonuçta kabul olunan ve edâ edenini anadan doğruğu gibi tertemiz hâle getiren MEBRUR diye tavsîf buyurulan haccdır.

Cumâlarımız, bayramlarımız, seyirlerimiz-seyranlarımız mübârek; namazlarımız, oruçlarımız, zikirlerimiz, zekâtlarımız, farzlarımız, vâciplerimiz, sünnetlerimiz, nâfilelerimiz; ibâdet adına her ne yapıyorsak, her ne işliyorsak, cümlesi Hacı Cemâl ÖĞÜT'ün şu çileli, meşakkâtli Haccı gibi hareketli, bereketli, aşklı, şevkli ve de mânevî zevkli olsun, hepimizin gönülleri  şu sıralar Kâbe civârında hâleleşen sayısız yanık gönüllerin neşvesiyle dolsun ves'selâm...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

04.11.2010 


Mar`12
26
GÜLİSTANLI HALİL USTA
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

GÜLİSTAN’LI HALİL USTA

Bu gün sizlere kısaca anlatmaya çalışacağımız Halil ARSLAN Amca’nın sempatik, sevecen, duygulu bir kişiliği var. Bilmem, -bu zamana kadar hiç te böyle düşünmemiştim, şimdi yazarken aklıma geldi- DOST anlamına gelen isminin bunda etkisi var mı? öyle ya, bir insana 40 defa deli dersen deli olur derler. Halil diye diye ismi de ister istemez etkilemiş olabilir hâl ve gidişini. Nitekim, kendisi, mevcûdiyetinden memnun olunan, yüzünde rabbiyesir bulunan güleryüzlü bir insan.

Halil Amca, 1930 doğumlu. Gülyalı Alibeyköy Gülistan Mahallesi’nden. Yerleşim âidiyet isimleri olarak güzel çağrışımlı kelimelerin çerçevelediği kahramanımız mîzaç îtibârıyle de pamuk gibi bir insan ama, maîşet yolu olarak seçtiği tüm sanat renkleri demir üzerine. İlk işi sıcak demircilik. Piraziz’de başlayan bu çıraklık döneminden sonra, kendi köyünde demircilik yapmış. Bıçak, tüfek derken işi tabanca yapma derecesine kadar getirmiş. Mâlum tabanca hem sanat olarak, hem de resmiyet açısından zor ve hassas bir iş. Hem çelik önemli, hem de incelik. Yâni tabanca çok daha ince ve dengeli bir sanatkârlık istiyor.

1958’de Ordu’ya gelmiş. Oksijen kaynakçılığına başlamış. 1980’e kadar sanâyide kaportacılık, 90’a kadar da oto kilit ve anahtarcılığı yapmış. Bu defâ, Yenimahalle’de, kendi evinin altında açtığı dükkânda sürdürmüş sanatını 2007’ye kadar. Sonra da, kendi tâbiriyle tekâüde ayrılmış.

Ama, hâlâ çat-pat dost-ahbap işi olarak mesleğini icrâ ediyor. Bulunduğumuz çevrede anahtarcı deyince akla Halil Usta amcamız geliyor. Anahtarını kaybeden, içerde unutan, ev olsun, dükkân olsun, araba olsun ona başvuruyor. Güzel bir şey değil mi? Açılamayan kapıları açabilmek, insanların bir problemini çözmek güzel bir şey olsa gerektir. Sizin anlayacağınız, kendisi hayattan emekli olmuş değil. Elinde değnekle de olsa, koşuyor, koşuşturuyor.

Bunun yanında, öğretmenlikten emekli 2 kız, birisi 9 Eylül üniversitesinde Maden Mühendisliği bölümünde Anabilim dalı başkanı profesör, diğeri de HST İlköğretim Okulu’nda öğretmen olarak görevini sürdüren oğulları olmak üzere toplam 4 çocuk babası.

Geçen yıl, İzmir’de oğlunun yanında bir-kaç ameliyâtı birden olup geldi. Uzun süre yataklarda yattı. Bir ara ziyâretine gittiğimizde bir deri bir kemik vaziyette olup, konuşmakta bile zorlanıyordu. Ama yüzünden yine de insanlık ve ünsiyet akıyordu. Şimdi ayakta çok şükür. Değnekle de olsa, rahatça dolaşabiliyor. Hâlinden memnun. Yüzünde her zaman güller açıyor.

Siyâseten Demokrat Parti çizgisinde. Öteden beri CHP muhâlifi olmak bir şeylere duyarlı olmanın ifâdesi. Kendini bildi-bileli çevresinde ve ülkesinde, hattâ dünyâda olup-bitenlere kayıtsız kalmama hâli anlamına geliyor bu aynı zamanda. Onun için, bizim mağazaya uğradığında önce, bol tebessümlü güzel bir selâm verdikten sonra gazeteleri idik-didik ediyor. Sohbet faslında söze akşam dinlediği bir haber ya da açık oturumdan hareketle, millî-mânevî konulardaki hassâsiyetinin göstergesi olan değerlendirmelerde bulunarak söze başlıyor ve bunu birileriyle paylaşmanın heyecânı her hâlinden belli oluyor.

Geçen günlerde uğradığında yine tatlı sohbetlere daldık. Bir ara eskilerden okuduğu bir gazeteden aklında kalanları nakletti. Sohbet arasında yer verdiği, size de ilginç geleceğini düşündüğüm pasaj şöyle:

LİDERLER ÖLÜNCE NE OLACAK?

            Bir zamanlar HERGÜN diye bir gazete vardı. Gazetenin bir elemanı liderlerle görüşüp sorular sormuş. Aldığı cevapları dizi yazı olarak sayfalarına almış. Dikkâtimi çekmişti; hiç unutmuyorum. Soru şu:

            “Ölümden sonrası için ne düşünüyorsunuz?”

            DEMİREL’in cevâbı:

            “Gidin başımdan! Başka işiniz yok mu?”

            ÖZAL: “Şimdi dünyâda ders çalışıyoruz. Ölünce imtihanı başarırsak ne âlâ!

Buradan daha güzel bir hayâta kavuşacağız. Aksi takdirde işler zor olur!”

Erdal İNÖNÜ: “Ölümden sonra ne olacak ki, hiç! Toprak olup gideceğiz!”

            Naklettiği bir diğer anekdotu da, ismine tevâfuk ettiği için seçiyorum. Mâlum, Halîl, Hz. İbrâhim (AS)in sıfatı. İbrâhim Halîlullâh demiyor muyuz? Halil Amca’nın onunla ilgili naklettiği mesele şu:

Hz. İBRÂHİM ile AZRÂİL

            Azrâil Hz. İbrâhim (AS)’a gelmiş;

            “İbrâhim, görevimi yapmaya geldim!”

            Azrâil’in görevinin ne olduğu mâlum. Bu sürprizi ilk anda;

            “Hiç dost dosta bunu yapar mı, ölümünü ister mi?” sorusuyla karşılamış.

            Bu cevap karşısında ne yapacağını şaşıran Azrâil Rabbine dönmüş:

            “YâRabbi, ne yapmalıyım ben şimdi?”

            “Ona de ki; dost dostun dâvetine icâbet etmez mi?”

            Azrâil durumu anlatınca, Hz. İbrâhim (AS) bu defâ:

            “O ZAMAN HEMEN AL!” diye karşılık vermiş…

Halil Amca, bunu coşku ve tebessümle tatlı tatlı anlattıktan sonra; “Nasıl güzel değil mi?” diye sordu. “Elbette çok güzel!” diye cevaplayıp, kimden duyduğunu sorduk.

“Takvim yaprağından! Ben hep okurum. Hiç sektirmem. Hem de, kaç tâne varsa, hepsini. Sağolsunlar, arkadaşlar, tanışlar çok takvim getiriyorlar. Her biri ayrı güzel!”

Halil Amca, daha nicelerini anlatıyor, kimi takvim yapraklarını okumamız için bize veriyor. Biz de onaylıyor, yeni bir takvim mevsimi eşiğinde Halil Amcamızı daha detaylı sohbetlerde buluşmak dileğiyle şimdilik uğurluyoruz.

Halil ARSLAN Usta Amcamıza hayırlı, bereketli uzun ömürler diliyor,

Okurlarımız başta olmak üzere, cümleye sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

03.11.2010


Mar`12
26
HEM OKUYALIM, HEM DE YAZALIM...
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

HEM OKUYALIM, HEM DE YAZALIM!...

Dün, gazetelerimizde, Ordu Vâliliğimizin “Ordu Okuyor” kampanyasıyla ilgili detaylı bir haber vardı. Vâlimiz Orhan DÜZGÜN’ün imzasıyla tüm kaymakamlık ve kurumlara, bu kampanya çerçevesinde kimlerin neler yapması gerektiği ve yapabileceklerine dâir bilgilerin ayrıntılı bir biçimde verildiği bir genelge gönderilmiş. Gerçekten çok öğretici bir genelge aynı zamanda. Bu durum, kampanyanın ne denli önemsendiğinin de bir göstergesi.

Okumak elbette çok önemli. Her kes okumalı. Okuma bilmeyenler öğrenmeli. Öğrenen ve bilenler de, orada kalmamalı. Öğrenmek okumak için, okumak da öğrenmek için. Yalnız başına öğrenmek ve okumak gâye olamaz. Bu kavramlar durağanlığı kabul etmez. Okumalar eğer yazmaya kadar taşıyabiliyorsa insanları

YAZMA KAMPANYASI!

Neyse, bu ayrı bir konu. Benim asıl söylemek istediğim; okuma kampanyası  vâliliğimizden olsun olmasına da, yazmakla ilgili kampanyayı da bizler başlatalım. Kurumlar, kuruluşlar, vakıf, dernek gibi sivil toplum kuruluşları. Ordumuzun kültürel hayâtı zayıf denemez. Okuyanı, yetişmiş insanı çok olan bir kentiz. Bu anlamda, alt yapı zengin. Ancak, yazanlar az. Yazanların çoğu da YAZAR havasına girerek, ulusal ve evrensele hitap etme adına yerele iltifat etme noktasında isteksiz davranıyorlar. Şehirlerini yazmayı, anlatmayı, ona âit olmayı, bir nevî taşralılık olarak değerlendirip, bunu belki de ulusallık ve evrenselliklerinin önünde bir engel olarak mı görüyorlar bilemiyorum?

Daha da açıkçası, adı yazara çıkan arkadaşların biraz yerele yönelmeleri noktasında bir eylem birliği sağlanabilir. Yerel târih eser ve yazılı mataryellerinde yeterli olduğumuzu söyleyemeyiz. Dün bu köşede biz, “…GİDİYOR HÂTIRALAR!...” derken, bilhassa şehrimiz için söz konusu olan, bize göre dramatik, ya da en azından noksanlık olarak değerlendirilebilecek bir konuya parmak basmaya çalışmıştık.

Şu an şehrimizde, şöyle biraz düşünülse, en az 20 kişi akla gelebilir biyografisi yazılması noktasında. Bunu, şehrin son 50 yılında aktif rol oynamış insanlar bazında söylüyorum. Bu biraz değerlendirmeye alınsa, birimler bazında 3’er 5’er derken bu sayı yüzlere ulaşabilir.

CUMHÛRİYET’TEN BU YANA

Düşününüz, hiç olmazsa Cumhûriyet’ten bu yana, her yıl bir biyografi yazılabilmiş olsaydı, bu 100’e yakın biyografi demekti. Bu, yerel târih adına, hattâ ulusal târih adına hazîneler ötesi bir şey demek olurdu. Bunun için ünlü kişi de gerekmiyor. Bir ücrâ köyde, bir mahallede yaşamış bir insanın yaşadıkları bile olsa bu, o günün toplumsal yaşantısı ve telâkkîlerine dâir bir değer ifâde etmez miydi? Geleceğin târihçi, edebiyâtçı, araştırmacı ya da sanatkârları için ilhâm kaynağı olmaz mıydı?

Topu topu 3 biyografi var elimizde bugün. O da, son beş yıl içinde, kişisel gayretlerle vücûda getirildi. Demek istediğimiz, hiç olmazsa bugün bunun farkında olup bir şeyler yapmaya çalışalım. Meselâ, okullarımız ve benzeri eğitim-kültür yönü ağır basan kurumlarımız bu noktada etkin olabilir, tıpkı okuma kampanyasında olduğu gibi.

Bâzı biyografiler kısa düşebilir. Bir-kaç tânesi birleştirilerek kitaplaştırılır. Veyâ, her birimden bir-kaç röportaj istenerek, bunlar birleştirilip bir kitap olarak basılabilir. Dergi ya da gazetelerde parça parça da olsa yayınlandığı zaman, geleceğe tutulmuş en güzel aynalar niteliği taşır bu çalışmalar.

BÜYÜKLERİN GÖNLÜ

Kimlerle mi? Hepimizin çevresinde yaşlılar var. Kurumları kuranlar, emek verenler var. Âile ya da sülâle büyüklermiz var. Bizi yetiştiren hocalarımız, topluma hizmet eden değerlerimiz var. Bizler maalesef saygısız nesiller olmaya başladık. Büyükler artık yük olarak görülüyor. “Sen anlamazsın..” deyip, lâfı ağzına tıkanarak sözü kesiliyor. Konuşturulmuyorlar bile. Onlara gönüllerimizi açabilsek bizlere neler neler anlatırlar eskilere dâir. Ama, bizlerin ne vakti var, ne zamânı, ne de sabrı!

Bırakın dedeleri-nineleri, yaşlıları, annelerimizle, babalarımızla, hala ya da teyzelerimizle, amca-dayılarımızla bile şöyle oturup doğru-dürüst konuştuğumuz söylenemez toplum olarak. Belki, bu onların da bir kabahatidir aynı zamanda; ama sonuçta bu bir hatâ ve bunun telâfisi söz konusu. O da, bu saatten sonra bizlere düşüyor.

KARACÂHİL KİM ACABÂ?

Sizin anlayacağınız, etrafımızda çok dinlenecek, anlanacak, gözlenecek, yazılacak şeyler var. Onları kayda geçirmek te bir görev yarınlar adına. Bir kişi düşünün. 80’e, 90’a merdiven dayamış. Okumuş olsun, okumamış olsun; hani meşhur tâbirle “karacâhil” olsun. Ama, yaşadığı, duyduğu, gördüğü, anlatacağı, dinleteceği; belki de paylaşmaya can attığı nice ibretlik müşâhedeleri ve hâtıraları vardır. Kimbilir, belki de bir hazînedir bu anlamda. Bu ihtimâl, denemeye değmez mi?

Şu bir gerçek ki, bugünün insanları yazmaya üşeniyor. “Okumuş-yazmış; hayâtından bezmiş!” gibi âdetâ! Ekmeğini eline almış, onun peşinde. İşinde-gücünde, ekmek kavgasında. Gerisi onu ilgilendirse de, çoook uzaklardan ilgilendiriyor. Aslında kâbiliyeti de, belki  herkesten fazla. İşte tam burada bir motivasyona ihtiyâç var. Ekipman, finansman, ödül; her neyse. Bunu, birileri yapmalı. Bu da hem resmî hem sivil anlamda bir görevdir diye düşünüyoruz. Ya da, okumuşlar, görev almışlar için topluma ve onların gelecek nesillerine karşı en azından bir vefâ borcudur diye değerlendiriyoruz.

Kısaca, hem okuyalım dostlar, ve de geçmişimiz, geleceğimiz, milletimiz-memleketimiz adına

aynı zamanda hem de yazmaya gayret edelim demek istiyoruz ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

02.11.2010


Mar`12
26
..GİDİYOR HÂTIRALAR...
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

…GİDİYOR  HÂTIRALAR!...

Hafta sonları bereketli zaman dilimleri oluyor. Bu vesîleyle rutin dışına çıkmak mümkün olabiliyor çünkü. Çarşı-pazarın gündelik işleri bir yana bırakılıyor. Yeni ve farklı mekânlara gidilebiliyor. Köy, kasaba, şehir gidilebiliyor. Bu anlamda ekim ayı ve bilhassâ son günleri yoğun geçti. Başta merhum Prof. Dr. Mehmet ÇAVUŞOĞLU’nun kabrini ziyâret ettik bir grup arkadaşla. Çavuşoğlu âilesinin dâvetiyle gittiğimiz Perşembe Sarayköy’de merhûmun kabri başında duâ ettik. ODÜ Fen-Edebiyât Fakültesi Öğretim Üyesi Yard. Doç Sâlih OKUMUŞ Bey’in de bulunduğu programda ve sonrasındaki sohbetlerde merhum Çavuşoğlu, kişiliği, âilesi, çevresi ve hakkında yapılan, tasarlanan ve plânlanan çalışmalar hakkında konuşuldu. Bir sempozyum ve dergi özel sayısının bunlardan biri olduğu belirtildi. Bunu, Ordu’da kültür adına bir güzellik olarak ve inşâllâh gerçekleşmesi dileğiyle sizlerle paylaşıyoruz.

Ordu Kültür-Sanat Merkezi’nin açılış merâsiminde karşılaştığımız Fâdıl ŞARLAN Bey amcamız da Ordulu değerlerimizden biri. Çok birikimli ve donanımlı. Âilesinden tevârüs ettiği ve kendi yaşadığı hayâtıyla başlıbaşına bir târih olan Şarlan Amcamız, tanıdığı şahsiyetler, yaptığı kültürel çalışmalar, meslekî hâtıralar ve de sanatkâr kişiliğiyle tanınması, tanıtılması, birikimlerinden istifâde edilmesi gereken bir şahsiyet. Çok arzu etmemize rağmen, Sıtkı ÇEBİ merhumdan sonra kendisiyle şöyle bir oturup uzun soluklu bir sohbet imkânı olmadı. Kısa süren karşılaşmalar, telefon konuşmaları; hepsi bu. Son olarak, dediğimiz gibi OKSM’nin açılışında karşılaştık. Oradan, birlikte kolkola Cumâ namazına geçerken bu fotoğrafı çektirdik. Sohbet talebimize, hep olduğu gibi, “inşâllâh” diyerek karşılık verdi. Yalnız başına yürümekte zorlanan amcamıza daha fazla ısrâra cesâret edemiyoruz.

Keşke bir yolu bulunup kendisiyle nehir söyleşi yapılabilse de bir biyografisi çıkarılabilse. Şarlanlar, kültürel müktesebât ve materyâl bakımından gerçek bir hazîne. O kapıdan bir girilebilse engin kültürel damarlar yakalanacağından emînim. Ancak, bunun için önce bir niyet, sonra iknâ ve sabır gerekli. Ordu adına birinin bunu yapması lâzım. Bence bir kültür hazînesi elimizin altından kayıyor. Bu konuda meraklıların çıkmaması çok acı. Maalesef, yıllar bir meraklı çıkaramadı önümüze. Bizler de hep niyet etmekle, hayâl urmakla kaldık; bu konuda somut adım atamadık.

Hayıflandığımız bir isim de merhum Av. Câvid KALPAKLIOĞLU. Engin ve zengin birikim ve hâtıralarla geçip gitti. Ali DENİZ Hocamız işte burada. Her gün çarşılarda. Ağzından bal akıyor. Anlattıklarını yazmasını istiyoruz ama sonuç alamıyoruz. Gel gör ki, sohbetine takılan daha kurtulamıyor. Neler anlatmıyor ki bilmedik, dinlemedik. İstiyoruz ki, bu güzel hâtıraları insanlarla paylaşsın, ama yanaşmıyor. Neler anlattığını bilenler biliyor. Bilmeyenler bulsun konuştursun. Şimdi konumuz bu değil. Biz konuşturulup kitaplaştırılmasını istiyoruz. Ordu’nun sosyâl, toplumsal, siyâsî târihi kadar, ülkeninkini de, hepsinin de içinde olmak ve canlı canlı yaşamak özellikleriyle size dünkü gibi anlatıyor. Yok mu bir babayiğit, peşine düşecek, kollayacak, kaydedecek, kompoze edip yayınlayacak.

Biz varız. Hep söylüyoruz. O da, “bakarız, hele biraz duralım” deyip duruyor yine. Bu cumartesi günü Yalı Câmii’n altında yazarımız Mustafa ÖZATA ile kararlaştırıp bunun için, ilerde bir biyografiye dönüştürüp nesillerimizin istifâdesine sunmak düşüncesiyle resmen ropörtaj teklifinde bulunduk. Yine kaçamak cevap verdi. Ama, peşini bırakmayacağız; öyle kararlaştırdık. Mustafa Bey’in bu konudaki teknik desteği çok önemli. İnşâllâh, hâıralarını yazıp sizlerle bir şekilde paylaşmaya muvaffak oluruz.

Derken, o gün akşam katıldığımız düğünde karşılaştığımız Abdullâh-Tâhir ALTAŞ Kardeşler, Muzaffer GÜNAY Bey’in, babaları Osman ALTAŞ Hoca’nın hayâtını kaleme almak üzere kendilerine geldiğini ve çalışmalara başladığını söylediler. Çok sevindik. Muzaffer Bey velûd bir arkadaşımız. Kendisini, bu alanda yazdığı Sıtkı ÇEBİ biyografisiyle tanıyoruz. Ki, çok güzel bir hizmet olmuştu. Bu Osman ALTAŞ Biyografisinin de kısa zamanda ortaya çıkacağına inanıyor, merakla ve sabırsızlıkla bekleyeceğimizi bildiriyoruz. İnşâllâh bununla kalmayacaktır. Kalmamalı da. Çünkü yazılacak nice isimler var. Aslında, her insanın hayâtı ayrı bir serüven, eğer anlatan ve yazan olursa. Aksi takdirde, hiçbir şey olmamış gibi oluyor.

Evet, her neyse. Koyulhisar Kültürünün canlı canlı yansıtıldığı söz konusu düğünde, bir de yayladan tanıştığımız çocukluk arkadaşlarımızla karşılaştık. Muammer ve Muhammer KIRIŞ kardeşler. Onlarla da bir muhabbet geçti; ÜÇ TEKERLEK muhabbeti. Onu, ileriki bir yazıya bırakalım müsâde ederseniz.

Şimdilik bu kadarla yetinelim de, lâfı fazla uzatmamış olalım ves’selâm...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

01.11.2010


Mar`12
26
BAYRAM-SEYRAN, DÜĞÜN-DERNEK..
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

BAYRAM-SEYRAN, DÜĞÜN-DERNEK…

Bu hafta sonu, mâlum Cumhûriyet Bayramı’ydı. Ordu’da, bayram içinde bir 2. bayram olarak ORDU KÜLTÜR SANAT MERKEZİ açılışı vardı. Hem bayram, hem açılış, hem resepsiyon, sergiler, seslendirmeler, konserler, havâî fişek gösterileri, tüm kutlamalar, hepsi hepsi; Ordu’ya özgü renklilikle geçti. Ordumuz, ilk defâ bir bakanın katılımı, öncülüğü ve önemli bir merkezin açılışı dolayısıyle böylesine kalburüstü, nostaljik ve de sistematik bir bayram yaşadı.

Ancak, bu kutlamaların hiçbir yerinde ünlü hemşehrimiz, Basın Konseyi başkanı Oktay EKŞİ nedense yoktu. Başta profesör Aziz Bey olmak üzere öbür EKŞİLER de. Onların eksikliği hissedilmedi değil. Çünkü, sanki bir onlar yok gibiydi ve de onca kalabalığa rağmen bu noksanlık sırıtıyordu.

TATLI BAYRAM, EKŞİ SEYRAN!

Her neyse; meğer Oktay EKŞİ’nin daha önemli işleri varmış. Her fırsatta bir ayağı Ordu ve Mesûdiye’de olan Sn. Başyazar, bu bayram için daha önemli bir görev dolayısıyla bölgesinde kalmayı tercih etmiş! Ünü sınırları aşan hemşehrimizin o saatlerde Hürriyet Gazetesi’ndeki küfürlü çıkışıyla, kendince bir bomba patlatarak coşkuya bir nevî katkı verme vehmiyle işin tadını kaçırıp ekşittiği, tercihlere saygıyı aklının ucundan bile geçirmeden, milletin takdirlerini içine bir türlü sindirememenin verdiği sıkıntıyla, halkın sevincini kursağında koymaya çalıştığı anlaşıldı.

Ne olurdu insanlarımız şu bayramı olsun, referandumun ortaya koyduğu irâdenin doğal sonucu olarak ağız tadıyla geçirseydi! Milletin teveccühünü niye kıskanıyorsunuz beyler?! Bu mazlum milletin suçu ne bu kadar? Azıcık rahat verseniz; ne olur yâni?! Hürriyet diyen sizsiniz, adâletten dem vuran, demokrasi, seçim diye ortalığı inleten yine siz. Kim karşı çıkıyor ki tüm bunlara?! “Sandıksa sandık, tamam” denilse de; sonucunu bir türlü kabûllenemiyorsunuz; mesele sâdece ve sâdece bu!

BU, HANGİ ORDU’NUN DERELERİ?

Diyoruz ki, keşke o da, Sn. Bakanımız Ertuğrul GÜNAY’ın etrafında kenetlenen il içi, il dışı tüm Ordulu elit, entellektüel, yazar, çizer, sanatkâr, kültür, turizm adamı türünden –gerçi hepsi de seviye ve kıratında olmasa da- ünlüler arasındaki yerini alsaydı da, hem kendi memleketinde bir opera görmenin coşkusunu yaşasa, hem de ORDUNUN DERELERİ türkümüzün aldığı muâsır medeniyet formatına uyarlanmış yeni şeklini dinlemekten mahrum kalmamış olsaydı. Ve de, başına tüm bunlar gelmeseydi.

Böyle hemşehrilik olmuyor demek ki! Ya alıştırmayacaktı kendisini her yerde görmeye. Ya da, çifte sevinç yaşanan bu en önemli günde teşrif edecekti. İşte, ayda yılda bir defâ Ordu’ya gelmedi, en anlamlı günlerinde, hazır herkes de buradayken ortamı paylaşmadı; ne oldu, sonuçta başköşesinden oldu. Anlı-şanlı Hürriyet’in başyazarlığından istifâ etmek durumunda kaldı. Demek ki, hürriyet te bir yere kadar! Böylelikle yalnız bizleri üzmekle kalsa iyi, hükümetle arası zâten limônî olan patronu Aydın DOĞAN’ı da zor durumda bıraktı.

ANA NÂMUS, ANA KÂMUS!

Çarpıldı desem, hemşehrimiz öyle bâtıl inançları olacak türden biri de değil. Bakalım bundan sonrası nasıl olacak? Çünkü, işin içinde “ANA” sözkonusu. Bu hakâret tüm millete yapılmış sayılır. Çünkü, beğenilsin-beğenilmesin, netîcede halkın seçtiği bir iktidar. Her kes bunu üstüne alınabilir.

Bizim inanç ve örfümüzde ananın ayrı bir yeri vardır. Ana her şeydir; ana nâmustur, ana esastır, ana ANA’dır işte! Ana kültür, ana dil, ana kâmustur. Evet, ana her şey; ana toprak, ana en kestirme ifâdesiyle; ANADOLU! Yâni hepimiz. Ana ÜMM’dür; ÜMMET de buradan gelir. Ümmet, bir ana inanca bağlı kardeş hükmünde olan insanlardan oluşan topluluk demektir.

DÜĞÜN-DERNEK…

Hayâtlarının bayramlarını yaşayan âileler de vardı. Gazetemizin yönetim kurulu üyelerinden Aziz ALTINSOY kızını evlendirdi. Kızımız yabancıya gitmedi. Emekli imam arkadaşlarımızdan Kâzım ASAK’ın oğluyla evlendi. Zeliha-Fâtih çiftine, âileleri, yakınları ve tüm sevdikleriyle birlikte huzurlu, bereketli geçimler, sonsuz mutluluklar diliyoruz.

Yine, yazarımız Tâlip CAN’ın da dâhil olduğu Koyulhisarlılar diye bilinen CANLAR âilesinden EV-KUR işletmesi sâhiplerinden Yılmaz CAN da oğulları Ertuğrul’u evlendirdiler. Soğuğa rağmen, yörelerine has geleneklerden tâviz vermeden gerçekleştirdikleri düğündeki coşku görülmeye değerdi. Rize’den gelin gelen kızımız Yâsemin ve hayâtını birleştirdiği Ertuğrul’a tüm sevdiklerine hem dünyâda hem âhirette sürecek mutluluklar diliyoruz.

Yârın da inşâllâh, yukarda genel hatlarıyla zikrettiğimiz hafta sonu uğrak ve duraklarının satır aralarından sızan ve hepimizi ilgilendiren kütürel anekdotlarla sözlerimizi sürdürmeye çalışacağız. Buluşmak ve eğer nasipse, bu gün başladığımız Kasım ayı dâhil, tüm günlerimizi, aylarımızı, yıllarımızı, hayırlı ve bereketli geçirebilmek dileğiyle ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

31.10.2010


Toplam 228 Blog, 46 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 5 6 7 8 9 [10] 11 12 13 14 15 » »»

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7140)
AKROSTİŞ YAZILARI (5512)
FOTOĞRAF-NÂME (5186)
MODA-NÂME (5064)
EYMÜR-NÂME 2 (4928)
EYMÜR-NÂME 1 (4652)
Bedford-nâme (4624)
Nûri KAHRAMAN (4617)
EYMÜR-NÂME 3 (4590)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3949)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...