|
|
DÜNYÂYA İSYÂN ETMEYEN RUH!?
Ne güzel, uyumlu-duyumlu, sayımlı-suyumlu yaşamak varken; bu isyân lâfı da nereden çıktı şimdi? İnsan isyânkâr mı, yâni bu günkü pratik ifâdesi ve genel geçer anlamıyla agresif ve de maganda rûhlu mu olmalı? Toplumun, hattâ ükenin, hattâ ve hattâ tüm insanlığın huzûrunu bozanlar böyleleri değil mi?
Dünyâ deyince, hangi dünyâ; ve isyân deyince hangi isyân? Kime isyân, neye isyân; niçin, neden ve nasıl isyân? Bunlar tabiî, enine-boyuna irdelenmesi gereken şeyler. Ancak biz, tüm bunları, günlük olarak yaşamaktayız. Her yerde, her mekânda, her an. Hayât yolunun kıvrımları hep isyânın ve de itaatin yansımalarıyla dolu. Hattâ, hayâtı itaat ve isyânlar manzûmesi olarak değerlendirmek bile mümkün. Nitekim insan, sonuç îtibârıyle de, ya saîdlerden( itaat ederek mutluluğa erenler) ya da şakî, (isyânkâr olup mutsuzluğa dûçâr olanlardan) olur. Yâni, bir bakıma, insan dünyâdayken de ya isyân, yâ itaat hâlindedir; âhirette de, bunun bir sonucu olarak sözü edilen bu iki gruptan birine girer.
Aşağıdaki sözleri okudukça bunu daha iyi anlayacağız. İtaattan, isyândan kasıt ne, yerine göre kime isyân, kime itaat bunu göreceğiz. Her itaat aynı zamanda isyândır. Her isyân da bir bakıma bir itaatin gereği ve sonucudur.
Mübârek üç aylar mevsimindeyiz. Bu aylar size bu iki kavramdan daha çok hangisini ilhâm ve ihtar ediyor? İşe buradan başlamak sûretiyle sözleri okuyalım ve tüm sözlere bu iki mefhumdan oluşan bir gözlükle bakalım:
Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar,
Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler
ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!
NİSÂ-69
Recep Ayı, özellikle mânevî felâketlerden kurtulma vesîlesidir.
Şâban, itaat ayıdır. Ramazan ise ilâhî ikrâmı bekleme ayıdır.
ZÜNNÛN MISRÎ
Recep Allâh’ın ayıdır. Dolayısıyla bu ay;
Allâh’tan af dileme, tevbe-istiğfârı çoğaltma ayıdır.
MAHMUD ESAD
Ey îmân edenler! Hepiniz toptan, Allâh’a tevbe ediniz ki,
korktuğunuzdan emîn, umduğunuza nâil olasınız.
NUR SÛRESİ 31.Âyet
Her kim, (günahından) tevbe ve istiğfâra devam ederse, Allâhü Teâlâ o kimseyi
her darlık ve sıkıntıdan kurtarır, her gam ve kederden âzade kılar,
onu, hiç ummadığı yerden rızıklandırır.
EBÛ DÂVUD
Ey insanlar! Allâh’a tevbe ve istiğfâr ediniz. Ben, günde yüz kere tevbe ediyorum!
MÜSLİM
Şu Rahmete bakın ki; insanlar tüm âzâlarıyla günâh işlerken,
sadece diliyle yaptığı tövbe ile affolunuyor!
AZİZ MAHMUD HÜDÂÎ (K.S.)
Tevbekârlarla sohbet edin; zîrâ, onların kâlpleri daha yumuşaktır!
Hz. ÖMER
İnsan, nisyândan alındığı için, nisyâna mübtelâdır.
Nisyânın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır!
BEDÎUZ’ZAMÂN
Dünyâya isyân etmeyen ruh, Allâh’a teslim olmamıştır!
NÛRETTİN TOPÇU
Bu dünyâ bir zindandır; biz de içindeki mahbuslar. Del duvarı, kurtar kendini!
MEVLÂNÂ
Bir yandan ÜÇ AYLAR, öbür yandan yaz. Yaz dostum yaz! Neyi yazacaksın? Bir taraf açıyor-saçıyor isyâna çekiyor, bir taraf; aldanma, itaate gel diyor. Kimin sesine kulak vereceksin; hakkın ya da nefsin?! İmtihan emirlere uymakla uymamak arasındaki ince çizgi üzerinde ki, bir ucu sırata uzanıyor. Oradan da yukarılardaki sonsuz mutluluğa ya da aşağılardaki mutsuzluklara!
Kır nefsin zincirlerini diyeceğim ama, demesi kolay. Kolay olmadığı için, Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz Üç ayları bir fırsat olarak sunuyor. Öyleyse sen de, gel diyen bu müşfik sese kulak ver ve nefsine köleliği değil, Rabbine kulluğu seç.
Yalnızca O’na teslim ol ve kurtar kendini ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
02.07.2010 |
|
|
SARAYBURNU’NDAN ESKİPAZAR’A;
İMAM-HATİPLİLER GELDİ NAZARA!
Geçen cumâ namazını Bulancak Sarayburnu Câmii’nde kıldık. Hepinize o câmiyi görmenizi, az da olsa katkıda bulunmayı görev bilmenizi tavsiye ederim. Târihe mâl olabilecek kalite ve evsafta bir câmi. Rabbim, emeği geçenlerden, maddî, mânevî katkıda bulunanlardan râzı olsun.
Benim, asıl vurgulamak istediğim, orada beni görür-görmez, “Niye artık pilâv gününden haberimiz olmuyor, çağırmıyorsunuz?!” diye bizi sorgulayan ağabeyin sitemi oldu. Dönüp baktığımda, sakallı, şalvarlı bir ağabey, ama sîmâ bana yabancı gelmedi. “Ben de Ordu mezunuyum. 2. dönem, Yusuf Ziya SİPAHİ!” dedi ve bu Câmiin dernek başkanı olduğunu söyledi. Eskiden Eskipazar’da yapılan pilâv günlerini kaçırmadığını, arkadaşlarla hasret gidermek için çok güzel bir fırsat olduğunu belirtti.
Aynı şekilde, ondan bir-kaç gün önce, son olarak gittiğim yaylada, Çambaşı’nda bile, bana sorulan ilk şey pilâv günü oldu. Emekli imam, o köyden, Zekeriyâ UYANIK Hocamız da: “Hani, daha Eskipazar’a gelmiyorsunuz. Pilâv yemiyoruz, niye?!” dedi. Ben de, Bulancak’ta olduğu gibi burada da içimi döktüm biraz. İlgili olması gerekenlerin hiç ilgi göstermediğini, yardımcı olunması gerekirken âdetâ gelinmesin diye bakıldığını, öyle olunca da yorulduğumuzu, yenilerin de gündemine böyle bir konunun henüz teşrif edemediğini belirttim. Ancak, Ordu İmam-Hatipliler’in ORİMDER adıyla dernekleştiğini, ENSAR VAKFI’nın da kadrosunun yenilenip gençleştiğini söyledim. Artık, onlardan hareket beklediğimizi vurguladım. Ki, doğrusu da budur.
Çok daha önceki yıllarda, internet sitesinde duygularını paylaşan, Bekir AKKAYA Bey, bakınız ne diyor:
“Ben Ordu İmam Hatip Lisesi’nden 1981-1982 dönemimde mezun oldum. 1987 yılından bu yana da yine Ordu’nun bir ilçesi olan Kumru’da öğretmen ve Kumru Öğretmenevi Müdürü olarak görev yapmaktayım. Kendi ilim ve kendi ilçemde görev yapmamdan kaynaklanan sebepten olsa gerek o yıllardaki okul arkadaşlarımdan bir çokları ile görüşüyorum. Sık sık Ordu’ya giden biri olarak ta bir çok öğretmenlerimle de görüşme imkanım oluyor. Son zamanlarda ise hiç görüşemediğim bazı arkadaşlarla da telefonda görüşme imkanım oldu. Hepsinin arzuları hep aynı. En az yılda bir kez de olsa bir araya gelme imkanı olabilir mi?
Ben şahsen daha önceleri Nuri Kahraman’ın Başkanlığını yaptığı Ordu Ensar Vakfı’nın öncülüğünde yapılan birkaç etkinliğe katıldım. Ve çok ta güzel oluyordu. Birçok arkadaşla bir araya gelip geçmişi anıyorduk. Bilmediğim nedenlerden dolayı bu bir araya gelişler yok oldu. Şimdi böyle bir şey daha kolay ve çok katılımlı olur diye düşünüyorum. Şimdi hem telefonla ve hem de internet yolu ile duyuruların yüzlerce insana ulaşması çok kolay.”
Gerçekten, bizden önceki arkadaşların başlattığı, bizlerin de ağır-aksak ta olsa yürütmeye çalıştığı o PİLÂVLI KIR GEZİSİ günlerinin tadı damakta kaldı. Özleniyor, anılıyor, soruluyor. Bu kadar tahmin etmezdim. Bizim gazetede çalışan Dursun Usta bile geçenlerde, bizimle alâkasını bilmeden, lâf arasında bu konuyu gündeme getirdi. “Eskiden, Eskipazar’da şenlik oluyordu. Hattâ, bir defâsında yarışmaya bile katılmıştım. Çuval yarışı, halat çekme gibi şeyler vardı. Ben o zamanlar küçüktüm tabiî. Bisküvi yemede derece yapmıştım. Hem de tâ oraya kadar yürüme gitmiştik sabahtan, arkadaşlarla! Çok eğlenceli olmuştu!” falan dedi. “Kimin düzenlediğini biliyor musun o etkinlikleri?” şeklindeki sorumu da, “Hayır bilmiyorum!” şeklinde cevapladı.
Yine, Anadolu Gençlik Derneği’nden bir grup gelmişti mağazaya. İçlerinde, Korgan’lı olup, şu an Ordu’da görev yapan, ilâhiyâtçı bir öğretmen arkadaş da vardı. Tanışma sırasında, O da, Korgan İHL’de okuduğu yıllarda, Eskipazar’daki İmam-Hatip Günü’ne katıldığını ifâde etti. Ben de o zaman,
“Biz, örnek olsun diye epey yıllar bu KIR GEZİSİ etkinliğini sürdürdük. Artık sizler yetiştiniz, sizler bu güzelliklere sâhip çıkmalısınız!” dedim. Bu tür birleştirici, kaynaştırıcı, özgüven sağlayıcı hayırlı faaliyetlerin canlandırılıp, güçlendirilmesi, hem üzerine görev düşenler, hem câmia, hem de millet, memleket açısından hayırlı ve faydalıdır. Artık, verilen aranın uzadığı görülmeli, gençler meseleye sâhip çıkmalıdır.
TİCÂRET ve İMAM-HATİP
Bunun bir örneği olarak, Pazar Günü, kuruluşundan bu güne tüm ORDU TİCÂRET LİSESİ mezunlarının dâvet edildiği, AYIŞIĞI’nda gerçekleştirilecek bir PİLÂV GÜNÜ programı var. Bizi imrendiren ve yazımıza da vesîle teşkil eden bu güzel organizeye öncülük edip emek verenleri ve cümle ilgilileri tebrik ediyor, bu birlik-berâberlik ve vefâ gününün câmiâlarına ve memlekete hayırlar getirmesini gönülden diliyorum.
Bu mübârek günde, Ticâret Liseli kardeşlere bilvesîle başarı ve güzellikler dilerken, darısı, hayırlısından, başta İmam-Hatipliler olmak üzere tüm câmiaların üzerine diyor, Rabbimizden, milletimizi birlik-berâberlik ve dirlik-düzenlikten ayırmaması niyâzıyla
hepinize sevgi, saygı ve mutluluklarla dolu bereketli ömürler diliyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
01.07.2010 |
|
|

HAYAT OKULU
İnsan hayâtı emellerle ve elemlerle doludur. Herkes kendince tutturduğu bir düzen içerisinde ömrünü geçirir. Bu arada, zamanın ve de yılların nasıl geçtiğini de anlayamaz. Çoğu defâ ne yaptığının, nereye gittiğinin, yanının-yönünün farkında bile değildir yaşayıp giderken. Kendisini, kendisince bir mecrâya öylesine kaptırmıştır ki, onca çabanın sonunda bir hiçe gittiğini anladığında iş işten çoktan geçmiş olabilir. Ama, yine de, çıkmayan candan ümit kesilmez gerçeği ışığında, zararın neresinden dönülse kârdır diyerek dizginlere sarılabiliriz. Süleyman ATABEYOĞLU Bey’in bizimle tanıştırdığı şu aşağıdaki vatandaşın tecrübelerinden yararlanarak daha erken davranıp, aklımızı başımıza toplayabiliriz. Bakınız ne diyor bu amcamız:
<!--[if !vml]-->Bir şairin dediği gibi: “Hayat, mutlulular için kısa, mutsuzlar için ise uzundur, çekilmez hale gelmiştir.” Yukardaki sözlerde, keyiften çok hayıflanma var. “Yanlış yaptım gâlibâ” türünden bir pişmanlık düşüncesi hissediliyor.
Evet, bu noktada, şunu söyleyebiliriz ki; hayâtın keyfi çıkarılmalıdır. Onun değeri bilinmelidir. Ancak bu, onu lâyıkıyla değerlendirmekle, hiçbir dönem ve evresini boşa geçirmemekle, zamanı ve hayâtı israf etmemekle olur. Aksi takdirde, zamânı, mekânı ve de cümle imkânı bize verip emânet eden, onu koruyup korumadığımızı, lâyıkıyla değerlendirip değerlendirmediğimizi bize sorar: (Mü’minun Sûresi, 115. Âyet)
“Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?
Efendimiz (SAV) de şöyle buyuruyor;
“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu ondan gâfildirler: Sağlık ve boş zaman!”
Yukardaki amcanın da, farkında olmadan söylediği bunlardan başkası değil aslında. Ancak, sonunda pişman olmamak için, hayat boyu, Rabbimiz Hazretlerinin bize gâye olarak gösterdiği şu gerçeği dâimâ göz önünde bulundurmalıyız:
“O (Allah) ölümü de, hayatı da hanginiz daha güzel iş işliyecek diye, imtihan etmek için yaratmıştır.” (Mülk,2)
Değerli dostlar! Bu şuurla yaşandığı sürece hayâtın bir anlamı olur. Bir ay önce düğüne gittiğimiz evlere, bir ay sonra cenâzeye gidiyoruz. Herkes kendi hayâtını ve gerçeğini yaşıyor. Kimse, geleceğin ne getireceğini bilmiyor. İşin sıkı tutulması, hayâtın hiçbir an hafife alınmaması gerekiyor.
Hayat, sonuçta bir okuldur; bizler de öğrencileri. Ya da, yaşadıklarımızın bir tiyatro olduğunu var sayarsak, burada herkes kendi seçtiği rolü oynuyor. Bize düşen rolün ne olduğunu merak edip, asıl kaynağından öğrenip, üzerimize düşenleri harfiyen yerine getirmeye çalıştıktan sonra hayıflanacak duruma düşmekten kurtulur, son âna kadar ümitlerle ve mutlu yaşarız. Aksi takdirde, hem burada, hem de ötede mutsuzlardan oluruz Allâh korusun.
İşte bu anlamda, bir yazarın dediği gibi: “ Hayat için önemli olan onun uzunluğu ya da kısalığı değil, bize düşen rolün iyi oynanıp oynanmadığıdır.”
Yine, diğer bir yazarın ifâdesiyle;
Ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız önemlidir.
Yaz deyip tozmayalım, istikâmeti bozmayalım ves’selâm!
ORDU HAYAT GAZETESİ
30.06.2010 |
|
|

KAŞIKÇIBAĞLARI’NDA DOLANIYORUM!
Haftasonu, çocuklarla berâber Tokat yollarındaydık. Ünye, Akkuş, Niksar üzerinden 220 km. Süre olarak da 3 saat civârında. Ancak, sâhillerden, yaylalara, oradan havza ve ovalara, ormanlardan tarlalara, otlaklardan kayalıklara gerçek bir tablo zenginliği ve manzara cümbüşü yaşıyorsunuz yol boyu. Türlü türlü iklimlerin içinden geçiyorsunuz. Mâvilikler, yeşillikler, yaylalar, dağlar derken, bir bakıyorsunuz beyaz güzellikler kesiyor yolunuzu. Küme küme renk renk bulutlar çok güzel ufuklarda. Hele de güneş batarken.
Ancak Akkuş deyince iş değişiyor. Siz mi yukarılara çıkıyorsunuz yoksa bulutlar mı aşağıya iniyor bilemiyorsunuz?! Yalnız, içerisine daldığınız pamuk kütleleri sizi bırakmak istemiyor. Zor sıyrılabiliyorsunuz ilgi kesâfetinden. Akkuş yayladır. Kardır, beyazdır. Kar yoksa bir başka beyaz keser yolunuzu; sis.
Bu yolculukta, hem gidişte hem de dönüşte sisten nasîbimizi -az da olsa- aldık. Akkuş, “kar yok diye, yayla olduğumu unutmayasınız sakın!” der gibi pamuk elleriyle tuta tuta bıraktı bizi. Ya da, kıvrılan yollarında dikkâtli hareket edelim diye tembih ve de temkin süzgecinden geçirdi belki de. Her neyse, o da sonuçta bir özellik ve de ayrı bir güzellik.
Argan, Çamiçi, Niksar vâdisi derken, Tokat şehrine vardığımız akşamın sabahında önce, çevreye bir baktık şöyle. Ev sâhibi arkadaş bulunduğumuz bu yörenin adının KAŞIKÇIBAĞLARI olduğunu, ancak görüldüğü gibi, o geleneksel, bereketli bağlardan eser kalmadığını, yerlerine işte böyle binâlar yapıldığını anlattı. Hemen yakındaki örnek bir bağ evini gösterdi. Gayr-i ihtiyârî oraya doğru gittik çocuklar aşağıya inene kadar. Bahçe kapısı aralandı bu arada tevâfukan. Evin oğlu işe gidiyormuş derken, içerde bir şeylerle meşgûl olan bir amca gördük. O da bizi görünce bizi buyur etti. Kendisi bağın ve evin sâhibiymiş.
Abdullah Amca, 72 yaşında. Çocukluğundan beri burada oturuyor. Yer kendisine babasından intikâl etmiş. İçerisinde meyve olarak, yok yok. Aklımızda kaldığı kadarıyla Dut, Şeftâli, Vişne, Kiraz, Armut, Elma, Erik vs. çeşit çeşit meyveler var. bizim tefek dediğimiz asmalar çoğunlukta. Adı üstünde, bağ deyince akla zâten önce üzüm geliyor tabiatıyla. Dışardan bakınca, avludan yollara taşan uzantılarıyla manzaraya hâkim olan da o!
Ayrıca, başta sulama olmak üzere çok amaçlı bir havuz var. Evin bahçeye bakan tarafı her türlü piknik yaşantıya müsâit. Çatı öne doğru çıkık. Masa, kanepe ve diğer istirahat imkânları mevcut. Dışarıya kapalı, rahat hareket edilebilecek, âileye özel, mahremiyet muhtevâlı bir yapılanma örneği.
Meyvelerden alıp yememiz, sonrasında da çay ikrâmı için ısrar ediyorlar hanımıyla berâber. Buraların aksine, orada dut olmamış bu sene. Biz seyrek görünce, savmış her hâlde dedik. “Hayır, bu sene yoktu!” dediler. Bir armut ağacı var. 100 yıllık olduğunu söylüyorlar. Adı da BALBARDAK. Ağustosta olgunlaşıyormuş. Belki de bizim buradaki, adı ballı ve belli olan armutlardan biri ama, buradaki adlandırması böyle.
Buralar, daha önceleri hep böylesi bağ ve bağ evlerinden oluşuyormuş ama, yapılaşma furyasıyla artık buranın da doğası bozulmuş. Kendi oğlu da müteahhitmiş. 18. maddeye göre belediye burayı iskâna açarak, 1,5 dönümün 1/3’ünü kamulaştırmış. Veryansın ediyor, haksızlık diyor. Ama, çağın getirdiği îcapların önünde de durulamıyor.
Gerçi, yeni evler daha güzel oluyor gibi ilk bakışta. Lâkin, gel gör ki, orijinâlitesi yok. Gizemi, hattâ, tâbiri câizse, rûhu, yâni kimliği, kişiliği yok. Hepsinin de, al birini vur ötekine. Hepsi birbirinin ufak rötüşlerle devâmı gibi. Bu anlamda, her bağ evi ayrı bir tasarım örneği iken, şimdikiler sıra sıra dizilmiş tuğlalara benziyor. İnsanlar, bağ evlerinde, âdetâ, kendi ülkelerinin sâhibi konumundayken, apartmanlarda birer karınca misâliler gibi!
Abdullâh Amca’nın, etrafı duvarlarla çevrili bağevi ve avlusunun girişinde, yol tarafında, kol kalınlığı bir oluktan akıp giden bir su var. Âdetâ bir köy çeşmesi. Amcamız, bu çeşmenin Rumlar zamanından kaldığını, suyun nereden geldiğinin, gözesinin yerinin bilinmediğini, borunun da kendi yerlerinden geçtiğini ifâde ediyor.
Sizin anlayacağınız, bu yöre, hakîkâten adı gibi bir KAŞIKÇIBAĞLARI yöresiymiş. Şehrin sebze-meyve ihtiyâcı büyük ölçüde buradan sağlanıyormuş. Şimdi ne kaşıkçılar kalmış, ne de bağları! Küme küme, boy boy siteler ve apartmanlar. Abdullâh Amca işte burada, ama o da sanki son örneklerden biri. Evirip çevirip bakıyorum uzaktan bağ evine. Fotoğraflar çekiyorum kare kare.
Arkadaşım Şefik Bey’le berâber, iki âile, bağ sâhiplerine çok teşekkürler ediyoruz; bizlere gönül evlerinin bahçelerini açtıkları, sebze ve meyvelerle, her şeyden önce muhabbet ve güler yüzle bezedikleri cennetsi bahçelerinde gezdirdikleri için.
Sonra, şehri çepeçevre kuşatan dağlara, tepelere, kalelere doğru yöneliyorum ve sanki bir bağ evinin penceresinden, bir kırık plâktan Barış MANÇO’nun o hüzünlü şarkısının buruk nağmeleri dökülüyor ve içimden de şu mısrâlar geçiyor!
Dağlar dağlar! Kurban olam, yol ver geçem;
Sevdiğimi son bir olsun, yakından görem…
İki âile arabalarımıza biniyoruz. Şehrin târihine doğru gidiyoruz derken, işte yerimiz bitiyor. Tokat şurası. Bugünün ulaşım ve yol şartları daha da yakınlaştırdı elhâmdülilâh. Bunu fırsat bilmek gerek. İmkânı olanlar gitmek, görmek gerek. Kendi şehrimizle kıyaslamak, fikir almak, târihimizle tanışmak, insanlarımızla kaynaşmak, bir şeyler öğrenmek adına.
Evet, sevgili okurlar; yolculuğumuz sürüyor. İnşâllâh, tekrar görüşmek,
buluşmak ve Tokat üzerine duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak üzere,
Allâh’a emânet olunuz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
29.06.2010 |
|
|
ŞİİRCİNİN ŞİİRİ!
ALLÂHDIR İLK SÖZÜMÜZ. Bu, bir şiirin adı. Şirin bir şiir. Çok güzel bir şiir. Her çocuğumuzun ezberlemesi gerektiğine inandığımız bir şiir. Hattâ, bizler de ezberlersek hiçbir mahzuru olmaz! Belki, biraz çocuklaştığımızı sanırız, ama çocuklaşmak iyidir. Keşke, tertemiz çocuk rûhumuzu illetlerin, marazların tasallutundan koruyabilseydik; ama nerde?!
Evet, bu şiir, öğretmenlik yıllarımızda her öğrencimize ezberletmeye çalıştığımız bir şiir. Kısa, özlü, anlamlı ve sevimli. Evdeki çocuklara, yeğenlerimize, tüm çocuklara, ezberlemelerini telkin ettiğimiz şiirlerin en başında. Sizlere de öyle yapmanızı tavsiye ederiz. Çünkü, bir işe başlarken, en başta gereken şey besmeleyse, şiirlerde de besmele şiiri başta gelse daha iyi olur gibi bir düşünce bu.
Ama, ilk etapta basit ve küçük görünen bu şiirin, anlamı olduğu kadar yazarı da büyük! Hani demiştim ya; sizler de ezberleyebilirsiniz diye! Çünkü, yazan kişi, hem yaş, hem de ilim olarak bizlerden çok çok büyük! Yâni, daha çok ilmî eserleriyle bilinen âlim bir insan: Mustafa Âsım KÖKSAL. Ülkemizde ve tüm İslâm Âlemi’nde, İSLÂM TÂRİHİ adlı, 20 ciltlik dev eseriyle meşhur. Hattâ, bu eseriyle, PÂKİSTAN tarafından dünyâ çapında Hz.Peygâmber’i (SAV) en iyi anlatan eserler bağlamında düzenlenen SÎRET ödülüne lâyık görülmüş, merhum ZİYÂÜL’HAK tarafından ödüllendirilerek, hepimize örnek ve kıvanç vesîlesi olan bir başarıya imza atmıştı.
Rabbimiz, her ikisini de, bu dünyâda, kendisine kulluk, habîbine ümmetlik gayreti yolunda buluşturduğu gibi, öbür âlemde de, çok sevdikleri Efendimiz’e (SAV) komşulukta buluştursun inşâllâh…
Bizim Yûsuf’a da ilk ezberlettiklerimizden biri oldu bu şiir. Şimdi de okula başladı, 1. sınıfa gidiyor ya; büyük bir bloknotun arka kapağına kendince formatlamış aşağıdaki yazıyı. Önce şiiri yazmış:
ALLAH’DIR
------------------------
İLK SÖZÜMÜZ
ALLAH’DIR İLK SÖZÜMÜZ
ÎMAN DOLU ÖZÜMÜZ
UYANIRKEN HER SABAH
DERİM HEMEN BİSMİLLÂH
BİR ŞEY YERKEN İÇERKEN
KİTABIMI AÇARKEN
YÖNELİRİM RABBİME
KUVVET GELİR KÂLBİME
DÜŞÜRMEM HİÇ DİLİMDEN
ALLÂH TUTAR ELİMDEN
Yûsuf, şiiri yazdıktan sonra, nerden aklına geldiyse, her hâlde ders kitaplarından ilham alarak, yâni, okul kitaplarında derslerde işlenen şiirleri örnek alarak onlar gibi üniteleştirip, sorular sıralamış aşağıya doğru kendince:
Kim şiir okudu? Yusuf Kerem
Şiirde ne anlatıyor? Allah ve Peygamber
Şiirin adı ne? Allahdır ilk sözümüz
Çocuk ne yemiş? Süt içmiş ve kitap okur.
Bu şiiri kim yapmış? Şiirci yapmış
Uyaran kim? ANNE ve Baba
Kitabı kim açmış? Çocuk açmış kitabı
Ne yapmış? Kitab okumuş
9-10- 11- gitmiş aşağı doğru sayılar, 15’e kadar.
Plânda daha sorular vardı demek. Şimdilik buraya kadar hazırlamış, devâmını sabaha ve yâ sonraya bırakmış olmalı. 22.02.2008
Sevgili dostlar. Bu küçük olayı sevimli bir anı olarak not düşmüşüz. Sizlerle de, -özellikle- bu günlerde paylaşıyoruz. Sebebi, bu şiiri, bu tâtil döneminde çocuklara hatırlatıp, öğrenmelerini sağlamamızdır. Besmele önemlidir. Onu öğreten, sevdiren ve de uygulanmasına yardımcı olan şeyler de önemlidir.
Çünkü, Besmele bir şuurdur. Müslüman olarak, islâmî hassâsiyetimizin başta gelen bir göstergesidir. Hayır-şer, günâh-sevâp, güzel-çirkin; hülâsâ, bütün bir hayâtı Hakk’ın rızâsına uygun yaşama duyarlılığının bir tezâhürüdür.
Besmele çekip-çekmemek umûrunuzda değilse, yaptığınız işin hayırlı ya da hayırsız, sevap veyâ günâh olmasını da, bir bakıma önemsemiyorsunuz demektir. Ki, böylesi bir kayıtsızlık samîmî bir müslümanın, aklı başında bir insanın tarzı ve özelliği olamaz!
Evet, sevgili kardeşler, o zaman ve her zaman; ALLÂHTIR İLK SÖZÜMÜZ.
Ümit edelim ki, SON SÖZÜMÜZ DE öyle olsun; olur inşâllâh, ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
28.06.2010 |
|