|
|
Önceki gün havalar neredeyse kar yağacakmış gibi bir seyir gösterirken dün sabah bulutsuz bir sabaha uyandık. Rabbimizin, her an, her sâniye yeni sayfalarla, farklı farklı tablo ve enstantenelerle ufkumuzu ve dünyâmızı tâzeleyen sonsuz ikramlarına şükürler olsun.
Bu arada, dallarda tâ Şubat ortalarında başlayan şımarma eğilimi, çiçeklerden yapraklara doğru geçerek erken erken bahar manzaralarına dönüşüyor. Kimileri için oldukça heyecan arz eden bu değişiklikler, üreticiler için yüreklerini hoplatacak bir durum anlamına gelebiliyor. Kar fırtınasının getireceği buzlanma fındık mahsûlü için tehlikeli olabiliyor tabiatıyla.
Hadi hayırlısı. Biz ne desek boş. Sonuçta dâimâ, Allâh’ın dediği oluyor. Bizim konuşmalarımız hiçbir şeyi değiştirmiyor. Sâdece, bizim durumumuz renkten renge giriyor Hak karşısında; o kadar. En iyisi rızâ. Yâni Hak’tan her ne gelirse, ona râzı olmak. Boşu boşuna konuşmak üzerimizdeki îmân boyasına zarar verebilir zîrâ.
“Lütfûn da hoş, kahrın da hoş!” diyebilmek yakışır, adı Müslüman olup, ahlâkı teslîmiyet olabilenlere. Dârüs’Selâm olan cennet, İslâmiyete teslîmiyet gösterenleri bekliyor öncelikle. Şâirin dediği gibi;
Sanma hâce senden ki, zer ü sîm isterler;
Yevme lâ yenfe’u’da kalbün selîm isterler!
( Ey hacı, ey hoca; sanma ki orada senden altınla gümüş isterler;
Hiçbir şeyin fayda vermediği o günde, teslîmiyet üzre yaşamış bir kâlbin ihlâs, samîmiyet ve teslîmiyetiyle bezenmiş bir ahlâkın ürünü olan ameller isterler!”
İşin özü İslâmiyete teslîmiyettir. Kur’ân’da bu adla da geçen ve Cennet anlamına gelen Dârüs’Selâm’la bu iki kelime aynı kökten gelir. Yâni kökdeş olup, birbirlerinin türevleridirler. Dolayısıyla birbirlerinin mütemmimi gibidirler.
ÖZ ve SÖZ
Verdik bezm-i Elest’te elbette sözü
Bu söze bağlılıktır İslâmın özü
“Müslümanım!” deyip de teslîm olanın
Ak çıkar âhirette; ak çıkar yüzü!
Aslında, bahar mevsiminin şu ilk günlerinde, bizi çok heyecanlandıran bu yapraklar ve çiçekler de gelip geçici. Sâdece bir örnek; cennet nîmetlerinin birer nümûnesi. Mevsim mevsim dönüp-dolaşıp geçiyorlar gözümüzün önünden. Sanki görünmeyen bir bant üzerinde yürüyorlar. Hiç biri bizim değil; bizim olduğunu sansak da bizim değil. Her kes “benim!” diyor; “şu dağ benim, şu tepe benim, şu çiftlik benim, şu villa, şu ada, şu site benim!” diyor göğsünü gere gere; öyle de zannediyor; niceleri de öyle demişti, ama, sonuçta bırakıp gittiler.
İşte; asıl başlama noktası orası. Senin olanlar, asıl “benim!” diyebileceklerin; varsa, ordan sonrakilerdir. Buralarda görünenlere dalıp gitmişsen yanılmışsındır. Senin yaptığın, çocukların oyuncaklarıyla oynamasından farklı bir şey olmaz o zaman. Lâkin, gördüklerini “gerçek” gözüyle değerlendirebilmişsen ve onu gerçeğe yorabilmişsen, ne mutlu sana! İşte, ibret gözüyle bakmak denen şey de budur!
ESER
Şu kâinâta sen hiç ibret ile baktın mı?
Kâlbinde yalım yalım aşk ateşi yaktın mı?
Gelenler gitmektedir; sen de yolcusun elbet:
Hayırla andıracak bir eser bıraktın mı?
Ne mutlu, ömür şeridi altımızdan, çeşit çeşit imkânlar ve nîmet tezâhürleri de önümüzden akıp giderken, gerçek anlamda akıllı bir insan gibi uyanık davranıp, oradan sonsuz âhiret yolculuğu için bir şeyler kapabilenlere!
Yüce Rabbimizin, bize heyecan veren baharların hakîkîsi olan Cennet nîmetlerine de bizleri ulaştıracak uyanıklığı hepimize nasîp etmesi dileğiyle sizlere selâm, saygı ve sevgilerimi sunuyor, cumânız mübârek, yüreğiniz “kâlbün selîm” bir yürek olsun diyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
04.03.2010 |
|
|
Yaklaşık 3 yıldır Güzelordu İlköğretim Okulu şehrimizin gündeminde.
Yeniden yapılması ve yapılırken yeniden yapılandırılması zarûret.
Bu noktaya kadar evet, ancak sonrasında rivâyetler muhtelif!
Kararlar netleşmiş değil. İş uzadıkça uzuyor. Proje 3. vâlisinin uhdesinde.
Böyle olması çok daha güzel aslını sorarsanız. Bir nevî teennî (temkin) gibi.
Ordu’da kolektif şuur gelişmediği için her şey tutanın elinde kalıyor.
Kapan götürüyor, işi bitiriyor. İş olsun, cepler dolsun hesabı yapılıyor.
Sonuçta ortaya güdük icraatlar çıkıyor. Vakıf binâsı çok mu güzel oldu?
Zor nefes alan şehrin tık nefes olmasına bir nevî katkı teşkil etti.
Karacalar karmaşaca oldu; olan karacalara ve vatandaşın parasına oldu!
Her şey böyle bilinçsizce yapılmağa mahkûm mu bu topraklarda?
Şu an teleferiği merak ediyorum; temeli atılacakmış. Ama ben kuşkuluyum!
Neden mi? Kimseden değil inanınız ki! Teâmülden ve temâyüllerden!
Acabâ gerçekten en ideal yer seçilebildi mi? Nokta tam yerine mi konuluyor?
Kompozisyonun son kelimesi icraat olsun da, gerisi önemli değil mi yoksa?!
Güzelordu İÖO binâsı plânlanırken yapılan tüm hesaplar ekonomik.
Adı okul ama, “okul”, okul binâsının üçte biri! 3’te 2’si Otopark ve işyeri.
İlle de muhâlefet olsun diye bir kaygım yok. Ben şehirden yanayım.
Güzelordu bir fırsat. Şehir için, kültür için, çocuklarımız ve hepimiz için!
Köprübaşı mevkii şehrin en sıkışık yeri. Trafiğin darboğaz noktası.
Ordu’nun kültürel mekânlarının hepsi de sıkıntılı. Uzak ve elverişsiz.
HST ilköğretim okulu yıkıldı. Yaz tâtilinde yapılıp yetiştirildi.
Çok da güzel oldu. Binâ eskisinden daha büyük olmasına rağmen,
öyle güzel plânlanmıştı ki, hem şeklen hem de mevkî olarak denk düştü.
O civâra, öğretmenlere, öğrencilere, trafiğe; herkese nefes aldırdı.
Hem de, binâya benzer kişilikli bir binâ oldu. Sn. Müdürümüzü tebrik ettim.
Ama, bu sefer o memnun değildi: “Keşke son katını da salon yapabilseydik!”
Yılmaz UZUN Bey haklıydı. Ne kadar güzel olurdu. O çevrede salon yok.
O kadar okul var, resmî kurum var, eğitim var; salon yok, kültür yok!
Bence Güzelordu İÖO binâsı ve çevresi öyle plânlanmalı ki,
Köprübaşı Mevkii nefes alsın. Yol, köprü, dere ve arka cadde, hatta o ada;
hepsi birden plânlansın. Gerekirse derenin üstü de plâna dâhil edilsin.
Çocuklarımıza gönüllerince koşacağı sahâsı olan bir okul kazandırılsın.
Şehir işyeriyle dolu zâten. İşyeri açıyoruz ama, insanlara yürümeye bile yer yok.
Otopark diyoruz. Küçük yapsan olmaz. Büyük yapsan şehrin nefesini tıkar.
Bülbül Deresi’nin havasını bozar. Manzarayı betonlaştırır. Gözü yorar.
Karar verilirken her boyut çok iyi değerlendirilsin. Mesele yap-boz değil.
Kodlarımıza uygun, eğitim, kültür ve çevre hassâsiyeti ekseninde bir proje.
Orası şehrin tam orta yeri. Oradaki okul şehrin kimliğini yansıtır.
Lütfen, şekli şekle benzesin. Duruşu duruş olsun. “Okul gibi okul!”olsun!
Hep kuruşu kuruş olsun hesabı yapmayalım. Önce kültür, önce eğitim!
“Altı kaval, üstü şişhâne!” gibi ucûbe bir şey olmasın. Derdimiz bu!
Biz ne mühendisiz, ne de mîmar. Belki söz söylemeye hakkımız bile yok.
Ancak, biz de burada yaşıyoruz. Biraz göz biraz da öz zevkimiz vardır.
Biz de bu milletin parçasıyız. Onun için “bir parça şey” söylemeye çalışıyoruz.
Hesap yapın yapmasına elbette, ama; içinde kitap da olsun, kültür de, letâfet de!
Gez-göz-arpacık; ekonomi, çevre, kültür; tam isâbet olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
02.03.2010 |
|
|
HASTÂNE KORİDORLARI
Bu gün sizlerle iki olayı paylaşacağım. Benzerlerini sizlerin de sık sık yaşadığına inandığım, üzerlerinde pek de durulmayıp geçilen, ama gerçekte düşünülünce hayâtımızda dönüm noktası olabilecek birer şoklama niteliğindeki bu küçük görünümlü hâdiselerden bir yerlere varmaya da çalışacağız elbet. Siz sevgili okurlarımızın da çok çeşitli yorumlar katarak zenginleştirebileceği kısa hatıralarımız şöyle:
HEMŞİRE Mİ, DOKTOR MU?
Geçen ayın ortalarıydı. Uzak fakülte hastânelerinden birindeyiz. Kliniğin önünde sıramızı bekliyoruz. Girenler, çıkanlar, konuşanlar, feryat edenler. Koşanlar, koşuşturanlar. Hep o bildik hastâne manzaraları. İçerde asistanlar, sırası gelenlerle ilgileniyorlar. O arada, bölümün başkanı Doçent Bayan geliyor, kapının önünde birikenleri geçip içeri girmeye çalışıyor. O hengâme içerisinde bir başka bayan, elinde evraklarla bir şey öğrenmek isterken kendisine;
Hemşire hanım, bakar mısınız? deyiverdi. O da,
Hemşire değil, doktor, doktor! diye tepki gösterdi ardına bakmadan, sorusuna cevap ta vermeden. Kapı kapanıp dışarıda kalan bayan tekrar;
Ne olmuş doktor olmuş da, ne fark eder ki sanki?! dedi doğal olarak.
Her ikisini de anlamak gerekli. Şunu da anlamak ve bilmek gerekli ki “insan gibi insan” olabilmek, ne durumda olursak olalım, ölçüyü ihlâl etmemeyi becerebilmek çok önemli. Ama, neylersiniz ki, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü seveceğimiz ve hoş göreceğimiz” bir eğitim alamıyoruz demek ki! O eksene giremiyoruz bir türlü. Direniyoruz. Hem ülke, hem de vatandaş olarak.
Bir de, üstüne üstlük, ülkemizin ortamı hep kamplaşmalar ve gerginliklerle mâlul olunca iş hep sarpa sarıyor. Dolayısıyla, böyle bir ortamdan güzel güzel konuşmalar ve anlaşmalar ortaya çıkması zorlaşıyor. Elbetteki tüm bunlar genel havayı etkiliyor. Kaba-taslak işleri hâlledemiyoruz ki, sıra inceliklere gelsin! Aslında, tüm bunlara hiç değmiyor ama neylersiniz! İşte buyurun:
GEBERDİ GİTTİ!
Farklı muhtevâlı ama birbiriyle ilintileyebileceğimiz bir diğer olay da yıllar önce meydana gelmişti. Bu sefer yer Ordu Devlet Hastânesi. Röntgen kuyruğundayız. 70’inde bir amca. Kimbilir hangi duygu ve düşünceler onu bu söyleme sürükledi.
Eskiden elektrik ve hoparlör sisteminin olmadığı zamanlarda, pazar kurulan yerlerde duyurular için tellâllar vardı. Kayıpları ya da duyurulacak şeyleri yüksek bir yere çıkarak ve olanca sesleriyle haykırarak söylerlerdi.
Hey komşular, arkadaşlar, vatandaşlaaar!
Hey ahâlî! Yayla komşularııı! Duyduk duymadık demeyiiin!
diye başlarlar ve böylece herkesin dikkâtini çektikten sonra söyleyeceklerini söylerlerdi. Bu amca o serenatları yapmadı ama, söyleyiş edâ ve tarzı îtibârıyle o havadan esinlenmiş gibiydi! Elinde değneği, hem yürüyor, hem de koridordaki herkesin duyabileceği bir sesle söyleniyor:
-Var mıydık, yok muyduk?
Bugün varız, yarın yokuz!
Ölünce kimi;
- Ne iyi insandı, Allâh rahmet eylesin! der;
Kimisi de,
Geberdi gitti! Der.
Aman YâRabbî!... (26.o1.2004)
Evet, hayatın hay-huyu içerisinde kafamıza göre bir çizgi tutturmuş gidiyoruz. Kendimizi kendimizce bir yerlere konduruyoruz. Zât-ı âlîmizi(!) dünyânın da, âhiretin de en yüce makamlarına tâyin edip konduruyoruz! Kendi kendimizle öylece idâre edip gidiyoruz. Ama, hak katında ve de halk yanındaki durumumuz ne; onu bilmiyoruz. Merak da etmiyoruz. Bunu mesele de yapmıyoruz. Hâlbu ki çok önemli. Ya iş, hayâl ettiğimiz gibi olmazsa! Öleceğiz ve insanlar bizim için şehâdette bulunacaklar.
Nasıl bilirsiniz? Hakkında iyi bir âdem miydi?
Hakk’ın huzûruna varmadan halka sorulacağız. Sonra Hakk’a hesap verilecek. Onun için bizim hesaplar hiç de zannettiğimiz gibi çıkmayabilir. İşi sıkı tutmak çok önemli.
Hiç olmazsa, Hz. ÖMER (ra)’in, “BUGÜN ALLÂH (CC) İÇİN NE YAPTIN?” sorusunu bizler de kendimize sorarak, arada-sırada nefis muhâsebesi yapmalı, gidişâtımızı kontrol altına almaya çalışmalıyız. Unutmayalım ki; “dünyâ fâni, ölüm âni!”
Akşam, Âlemlere rahmet Efendimiz’in (SAV) Mevlid Kandilini idrâk ettik. Ardından bu gün Cumâ. Bu rahmet vesîlelerini kendimiz ve çocuklarımız için Rabbimize samîmî yöneliş fırsatlarına çevirelim inşâllâh…
Her ikisi de mübârek olsun! Hayâtımız rahmet esintileriyle dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
25.02.2010 |
|
|
28'İNDEN 22'SİNE ŞUBAT DEFTERİ!
2010’un Şubat’ı bitmek üzere. Aylar ne de çabuk geçiyor! Daha dün takvimler dağıtılıyordu. Şimdi çeyreğine gelmişiz. Ancak sevgili okurlar, böyle şubatlara can kurban! Önceki günkü 22 Şubat tutuklamaları, halkına rağmına estirilen aykırı FIRTINA furyasının adâlet duvarına toslayıp geri teptiğinin ifâdesiydi.
Biz ne şubatlar yaşadık değil mi? Hatırlamaya çalışalım! Hele bir, 97’nin 28 Şubat’ı vardı ki, o gün ve ardından yaşananlar için düşman başına demek bile insafsızlık gibi geliyor bana!
Bunun ne anlama geldiği sık sık işlenen bir konu. Çoğumuz, bizâtihî iliklerimize kadar yaşadık. Biz burada kendi özelimizde, 28 Şubatlı duygu ve düşüncelerden ajandamıza yansıyanlardan örneklemeler yaparak anılarımıza duygusal gezi yapmaya çalışacağız.
O yıllar bizim, İmam-Hatip Lisesi’nde görev yaptığımız ve câmia olarak hep birlikte, hem dıştan baskılar, hem de içteki atmosfer îtibârıyle çok sıkıntı çektiğimiz yıllardı. O günlerde, Kabadüz ilçemizden bir öğrencimin, bu dönemin ilk mayısında hâtıra defterine yazdığım şu akrostiş dörtlük bakın nasıl nasîplenmiş şubat esintilerinden:
ELİF KAHRAMAN’A (12.05. 1997)
Elif bir başlangıçtır; Elif vahdet demektir
Lâyıkını yapmazsan, ilim kuru emektir
Îman ve İslâm gibi sonsuz güzellik varken
Fânîlere kapılmak; inan, zehir yemektir!
Sâdece Türkiye’de değil, dünyânın her yerinde zulümler, işgâller, işkenceler, ihlâller almış başını gidiyor. Bütün dünyâ zâlimleri işbirliği içerisinde topyekûn haçlı seferinde…
YÂ SABIR! (26.11.1998)
Doğranıyor insanlar, bu gün kahır günüdür
Feryatlara tıkalı, çağın sağır günüdür
İçli-dışlı zulümle; ne olmuş bu dünyâya?!
Onlara seyir günü, bize sabır günüdür!
Mâlumunuz bir de Merve Safâ KAVAKÇI olayı var. 99’da yapılan genel seçimde, ülkemizde ilk başörtülü olarak Fazîlet Partisi’nden milletvekili seçilen Merve Kavakçı, yemin töreni sırasında Başbakan Bülent Ecevit'in 'bu kadına haddini bildirin!” sözleri üzerine yaşanan protesto ve olaylarla birlikte TBMM Genel Kurulu'ndan çıkarılmıştı. Daha sonra milletvekilliği düşürülüp vatandaşlıktan çıkarılan Merve KAVAKÇI, AİHM’ne şikáyette bulunarak dâvâ açmıştı. Bu konuyla bağlantılı olarak ajandamızda şu notlar yer almış:
“Merve KAVAKÇI tartışmaları globalleşerek büyüyor. Bugün, çocuklarını götürdüğü ilkokulda okul talebesi çocukların sloganlı protestosuna uğradı. Apartman komşuları protesto mâhiyetinde pankartlar ve posterler astılar balkonlarına ve camlarına. TV kanallarında tartışmalar, tartışmalar; ha babam sürüp gidiyor… Ne zaman yatışacak bakalım?!” (4 Mayıs 1999)
Yine aynı ajandaya not düşülen bir özdeyiş var. Acabâ yukardaki olayla bağlantılı olarak mı alıntılandı, bilemiyorum:
“Allâh’ın gülü dikenli yarattığına hayret edeceğine, gülü, dikenler içinde yarattığına hayret ediniz!” MONTAİGNE
Bizler olan-bitenlere seyirciyiz. Kendi kendimize, içten-içe yanıp tutuşuyoruz. Bir şeyler yapamamanın sıkıntısıyla muzdaribiz. Duâ ve sabır. Başka şey yok. Bâzı arkadaşlar gibi, kraldan fazla kralcılık yapmamayı yeterli saymakla kala kalıyoruz. Mehmet ÂKİF Merhûmun dediği gibi, “söylemiyor, söyleniyoruz!” sâdece. Arkadaşların, dolayısıyla câmia ve millet olarak hepimizin durumunu ortaya koyan bir şeyler yazıp-çizmeye çalışarak kendimizi tesellî ediyoruz:
EL KİRİ (25.05.2001)
Ayak altı dolaşan sürüngenler gibiyiz
Değerlerin câhili, îtibar fakiriyiz
Tertemiz bir ecdâdın, duâlı ahfâdıyken
Şimdiyse, zâlimlerin müstâmel el kiriyiz!
Gerçekten, post-modern diye tâbir edilen ve bürokratlar üzerinden yürütülen o darbe dönemi çok sıkıntılı bir dönemdi. Onların da ifâdesiyle, hiç bitmeyeceği sanılıyor ve öyle de gidiyor gibiydi. Her kes için zor bir imtihan dönemiydi doğrusu. Sonuçlarıysa, mahşerde belli olacak!
Bugüne gelindiğinde durumu en güzeliyle ortaya koyan, yine o günlerin ajandalarına not ettiğimiz bir beyti hak etmiş görünüyoruz:
HALKI RENCÎDE EDEN ÂLEMDE;
KENDİ RENCÎDE OLUR SON DEMDE!
YAHYÂ BEY
Evet, bugün bunu yaşıyoruz. Eden bulur. Mazlumların âhı yerde kalmaz. Kalmayacağı da daha geride! Çünkü, asıl hesaplaşma âhirette. Allâh’ın da bir hesâbı vardır ve “ALLÂH SABR’EDENLERLE BERÂBERDİR!” Her zaman, her yerde!
Ne demiştik? BÖYLE ŞUBATLARA CAN KURBAN!
Çok yaşa ey bugünler; Elhamdülillâh ves’selâm!..
Mevlid Kandilimiz mübârek olsun. Âlemlere rahmet Efendimiz’in (SAV) çağrısı
Rabbimizin lûtf u keremiyle tüm illeri ve gönülleri kuşatsın inşâllâh…
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.02.2010
|
|
|
ŞUAYİP TEPESİ’NİN KARACASI
Kendim Ulubey ilçemizin Eymür Köyü’ndenim. Güzelyurt olarak adı sonradan değiştirilen Şuayip, komşu köyümüz. Bu köy, hem annemin köyü olması, hem diğer köylerimize göre nispeten daha düz olması, nâhiye denebilecek boyutta bir merkezlik özelliği bulunması dolayısıyla hep ilgi alanlarımızın başında yer almıştır. Oraya gitmek, özellikle çocukluk günlerimizin en nâdîde hâtıralarıydı. Bunun için can atardık. Hattâ, yalnız başımıza da gitsek, iki köy arasındaki ıssız ve korku veren o çoturlu, çıtırtılı, cılga yolları kıvrım kıvrım, inişli-yokuşlu dere yatağını, akşam karanlığına bile aldırmadan, köpekleri hiç akla getirmeden, arkamıza bakmadan gitmeye hazırdık. Bizleri çok seven, nazlayan, anneannemiz, dedemiz, dayılarımıza gitmekti çünkü oraya gitmek. Bunun yanında düzlüklerin, meyvelerin, dükkânların bol olduğu yere gitmekti. Ayrıca, o günlerin çok sıkıntılı, bitmek bilmeyen iş-güç ortamlarından çıkıp, şöyle biraz ohh diyebilmek, nefes alma imkânı bulabilmekti oraya gitmek.
Sâdece bizim için değil, büyüklerimiz için de öyleydi şüphesiz. Onların da teneffüsüydü Şuayip. Çünkü, Şuayip Çayırı diye bilinen geniş düzlükleri olan bu köy, eskiden şenliklerin düzenlendiği, pazarların kurulduğu, güreş organizasyonlarının ve çeşitli yarışmaların yapıldığı bir yerdi. Biz yaşamadık ama, büyüklerin anlattığına göre, bayramlarda, özel günlerde panayırlar kurulur, çeşitli oyunlar, eğlenceler sergilenirdi burada.
Cumhûriyet sonrası idârelerin, geçmişe karşı şiddet uyguladığı 30’lu, 40’lı yıllarda, her şeye rağmen din eğitimini sürdürmeye çalışan meşhur GACAROĞLU AHMET EFENDİ de buralıdır. Şuayip Köyü bu anlamda da farklı ve merkezdedir. Yazları Çambaşı’na gitmesi ve buradan da ilmi ve tedrisâtıyla tanınması dolayısıyla talebe coğrafyası o günün teâmüllerine göre oldukça geniştir. Bundan dolayı şöhreti civar illere taşan hocaefendi, sorumluluğunun bilinciyle davranarak, günün yönetimlerinin hışmına göğüs germeye çalışmaktadır. Mehmet ÇELENK, Mehmet Hulûsî MURTAZAOĞLU gibi hepinizin tanıdığı, Piraziz’den gelerek medresesinden eğitim alan Hakkı MEMİŞ Hoca misâli nice kişileri yetiştiren GACAROĞLU HOCAEFENDİ başlıbaşına araştırma konusu yapılmağa değer. Bu konuda hâlâ bir çalışma yapılmamış olması da başta kendi torunları olmak üzere hepimizin ayıbı. Bu vefâsızlık çemberini kim kıracak bakalım?
Şuayip Tepesi’nin bir dönemler şifâlı sularıyla ülke medyâsına konu olduğu da biliniyor. Şifâ ümidiyle tâ İzmir’lerden buraya gelenlerin hikâyesi ve benzerlerini Sıtkı ÇEBİ merhumdan dinlemiştim. Aslında bu tepede su olmadığı, meselenin düzmece olduğu da iddiâlar arasında. Tüm bu konular meraklılarını beklemeye devam ediyor.
Şuayip, günümüzün onca ulaşım imkânlarına rağmen hâlâ gözde köylerimizden biri. Civar köylere göre daha toplu yerleşimi, çeşitli top oyunları başta olmak üzere, her tür spora, oyun ve eğlenceye müsâit arâzi yapısıyla, sağlık ocağı, alışveriş dükkânları, kahvehâne, fırın gibi imkânları sînesinde barındırması hasebiyle, ayrıca kubbeli güzel câmiiyle ilgi odağı bir yerdir. Bu anlamda Eymür’le arasına bir köprü yapılması isteğinin neden gerçekleşmediği husûsu bir hizmet ve himmet zaafı olarak sırıtmaktadır.
Eteklerine sığınıp kalmış bulunan köye ismini veren Şuayip Tepesi ise civarda herkesin tırmanmak istediği bir yer. Büyüklerimizden çoğunun en güzel çocukluk hâtırası bu tepeyle alâkalı olanıdır. O çağlarda okullarda düzenlenen gezilerinse çoğunluğunun hedefi burasıdır. Öteden beri Şuayip Tepesi’nin neden değerlendirilmediğini düşünürdüm hep. Orasının, en azından çok güzel bir mesîre yeri olabileceğini hayâl ederdim. Meselâ, Ensar Vakfı’nı yürüttüğümüz günlerde, 10 yıla yakın, tüm halka açık olarak düzenlediğimiz Kır Gezilerimiz olurdu. Keşke orada yapabilsek diye düşünürdüm.
Ne kadar çok düşünsek de, hep hayâllerimizi süslese de oraya çıkmak bir türlü nasîp olmadı. Bugün, yarın derken, bu güzîde yer hiç beklenmedik bir şekilde hayvanlara tahsis edilerek, tepeyle aramıza tel örgüler gerildi. Her şeye rağmen düşünülmesi, değerlendirilmesi noktasında güzel bulduğumuz bu projenin bu günlere geldiğimizde, sonuç îtibârıyle etüd, hesap ve realite kurbanı olmuş olması bizi üzdü. Sâdece, kendini tellere vurup bir nevî intihar eden karacalara değil, hebâ edilen yatırımlara, inkisâra uğrayan hayâllere, Şuayip Çayırı’nda ümîde odaklanan gayretlere ve emeklere de acımak gerekli. Ve, bundan sonra da, böyle meselelerin kuru cihangîrlik dâvâsı değil, bilimsel ve teknik bir konu olduğu husûsu aslâ unutulmalı.
Şuayip Köyü en güzel köylerimizden. Tepesi de öyle. Fakat, bu güzellik en güzel Eymür’den izleniyor bana göre. Tepemiz orada. 1. proje sonuçsuz olsa da, bir başlangıç olması dolayısıyla bir çığır açmıştır. O, herkese hitâp edecek akıllı, mantıklı projelerin uygulanacağı günleri ve ilgililerini bekliyor ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
23.02.2010 |
|