Nuri KAHRAMAN - Anasayfa
  - Arşiv
     - AKROSTİŞ YAZILARI, (İLK GÖZ AĞRISI Hayatı, yük ve sorumlulukları vechesiyle duyumsamaya meslekle birlikte başladığımı söyleyebilirim. 657’ye dâhil olana kadar geçen, her şeye rağmen âsûde olarak değerlendirilebilecek günlerin çerçevelerinde hep hayâllerin resimleri vardı. Ne zamanki memuriyet kulvarına girdik, hayat yepyeni çehresiyle, yepyeni çehreler çıkardı karşımıza. Ülkemizin bir ucundayken diğer bir ucuna savurdu bizi kur’âlar. İşin doğrusu, kura çekilerek atama yapılacağını öğrendiğim ve beni de kuraya davet eden resmî yazı adresimize ulaştığında, iş işten geçeli çok olmuştu. Çünkü, o zamanların mazot ve benzin yokluğunda zarf, elime ancak kur’a gününden bir hafta sonra ulaşabilmişti! Tayin yerimi telefonla öğrendim. Hem de hemen öğrenmek için “yıldırım” telefon yazdırdım. Çünkü, normal telefona yazılırsanız gün boyu sıranın size gelemediği çok oluyordu. Heyecan da var tabiatıyla. İlk defâ görev alacağız. Neyse, saatler sonra PTT’den aradılar. Bakanlıkla bağlantı sağlanmıştı. Kırklareli’yi duyduğumda, o zamanlar Ankara’nın bir ilçesi olan Kırıkkale şekillendi gözümün önünde ilk planda. Çünkü beklentim de Anadolu’ydu zâten. Hattâ, doğu ya da güney taraflarıydı. Batı hiç aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Zâten 4 yıl talebeliğimiz de İstanbul’da geçtiği için yüzümüzü Anadolu’ya, Ordu taraflarına doğru döndürmüş olmamız da normâldi. Daha sonra işin hakikatini anlayınca soluğu Boğaz’ın öte yakasında, 4 yıl teneffüs ettiğimizin gurbetin daha da batısında, Trakya’da aldık. 5 seneden fazla kaldığım bu görev yerimden Anadolu’ya tayinim çıktıktan sonra, nerelerde görev yaptığım söz konusu olduğunda, “Alamancı” dolayısıyla Avrupa’lı olmanın, bilhassâ o yıllarda Anadolu insanında oluşturduğu ayrıcalıklı olma duygusunun da etkisiyle olsa gerek; - 6 seneye yakın Avrupa’da kaldıktan sonra... diyerek başlardım anlatmaya espri mahiyetinde! Ama söz, esprisiyle de, gerçeğiyle de doğruydu. Gerçekten oralar, bizim buralara, hattâ tüm Anadolu’ya göre sosyal ve ekonomik anlamda Avrupa’ydı. Çocukluk yıllarımızın tatlılığı gibi, görevimizin çocukluk dönemi diyebileceğimiz ilk görev yıllarımız da heyecanlı ve güzel geçti. Severek ve inanarak icra etmeye çalıştığımız mesleğimizin ilk göz ağrısı olan Lüleburgaz, İstanbul-Edirne hattından tüm Balkanlar’a ve Avrupa’ya uzanan yol üzerinde, Anadolu’muzun bir çok ilinden daha fazla nüfûsa sâhip, tarihi, coğrafyası ve doğasıyla güzeller güzeli bir ilçeydi. Bu günkü mevcut şehrin bütününü içine alan dünün Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’nden sadece Cami ve Şadırvan bu güne intikal etmesine rağmen, bu haliyle bile görmeye değer. Balkanlara sefere giden Orduların mutlaka uğradığı ve Camiin avlu çıkışındaki kubbenin altında icrâ edilen mehter nevbetinin ardından dualarla uğurlandığı yerleri görmelisiniz. Avlunun çıkışındaki o kubbenin altından geçmelisiniz. Oradan çıkarken başınızı çevirip geriye, o güzelim şadırvana, oradan Sokullu Mehmet Paşa Câmiinin kubbe ve 112 badal olarak saydığım, kimisi kırılmış merdivenlerinden tırmanarak defâlarca içli ezanlar okuduğum zarif minâresine doğru bakmalısınız. Avlunun iç tarafında, sağ tarafa çizilmiş o muhteşem VAV hattını görmelisiniz. Daha câmiye girmeden sizi karşılayan sütunların arasındaki serin hasırlar üzerinde biraz oturup avluyu çevreleyen diğer sütunları ve şimdilerde kapalı olan ders odalarını temâşâ etmelisiniz. Avlunun yan girişleri üzerine kondurulan odalardan birinin mermer işlenerek yapılan pencere parmaklıklarının kırılarak soba borusu geçirilmiş manzarasını görünce yüreğinizin tâ derinliklerinden bir şeylerin koptuğunu hissederseniz, sizde medeniyetinize dâir bir takım kıpırtıların olduğunu rahatlıkla düşünebilirsiniz Evet, zaman zaman döneceğiz o günlere yazı formatımız gereği. Ancak, madem AKROSTİŞ dedik, bir akrostiş şiirle renklendirerek noktalayalım bu günkü yazımızı da: İLK GÖZ AĞRISI Lûtfetti Yüce Rabbim görevde bize Ülkemin şirin, güzel bir köşesini Lüleburgazdır adı, benzer şiire Esirgemez hiç, ıtırlı nağmesini Bir vakıf arâzisi, taşı-toprağı Uzakdan duyumsarsın mehter sesini Rasgele, her yerde hissedersin sanki Gâzîlerin, şehidlerin neşvesini Avlusunda Şadırvan; Sokullu Câmi Ziyâret et, Zindan Baba Türbesini İstanbul’dan Edirne’ye; yol üzeri Lüleburgaz’ın öğren efsânesini Köprüsü 7 gözlü; târih akıyor Görmeli hamamını, hem çeşmesini Öğretmenlikte benim ilk göz ağrımdır Rûhuma nakşetti hizmet neş’esini El sallayan çiçekler yol boylarında Vedâya salar varlık düşüncesini Ya, nasıl unuturum, kaçlarca çıkıp; Ezanlar okuduğum minâresini? Rabbim, Sokullu Külliyesi ehlinin İhsânıyla mağfiret eyleye, cümlesini!.. ACI AMA GERÇEK Bu defâ, 1980’in Ocak ayında Lüleburgaz Lisesi’nde göreve başladığım yıldan ve belki de öğrenci defterine yazılanların ilki olan bir hâtıra yazısıyla huzûrunuzdayız. Sizi, ilk görev yıllarının heyecanıyla kaleme aldığımız duyguların yansıması olan cümlelerle baş başa bırakıyoruz: Sevgili Öğrencim; Bana göre ideal bir öğrencisiniz. Ölçülü, saygılı, edepli davranışlarınız, çalışkanlığınız, sâdelikle birlikte giyim-kuşamdaki titizliğiniz, ve bunların bir meyvesi olan başarınız övgüye değer elbette. Unutulmamalı ki, hayat, anlamlı şeyler yapmakla anlam kazanır. Sana, bundan sonraki hayâtında da başarı ve mutluluklar diliyorum. Acı, çile ve ayrılıklarla dolu hayat çizgisinde bu pek mümkün gözükmese de her zaman bizimle olan ve bize bizden, şahdamarımızdan daha yakın olan dosta gerçek anlamda ve aşkla bağlanabilirsek tüm olumsuzlukları rahatlıkla göğüsleyerek sonsuz mutlulukları devşirebiliriz. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şahdamarından daha yakınız. KAF SÛRESİ: 16 Bu vesîleyle, defterinizde ayırdığınız sahife için teşekkür edip güle güle diyerek huzurundan ayrılırken sonu ebedî saâdet yurduna çıkacak bir hayat çizgisini sana nasîp etmesini Yüce Mevlâdan niyâz ediyor sevgi, saygı ve başarı dileklerimi sunuyor beğeneceğinizi umduğum bir hâtıra şiirle sözlerimi noktalamak istiyorum: -Acı ama gerçek- Acı ama gerçek Yolcuyuz biz bu dünyâda Gelip-geçiciyiz Şu altı yıl ötedeki Bu yolun ilk durağıydı Sonra orta durağa geldik Şimdi lise durağındayız Eninde-sonunda bir gün son durakta İneceğiz ansızın, istemiyerek Pek sevdiklerimizi Pek bağlandıklarımızı El ele “Tavşan kaç, tazı tut!” oynadıklarımızı Kol kola halay çektiklerimizi Bırakacağız, gözü yaşlı Evlerimiz ki, döşenmiştir; Her köşesi anlatmaya ayrı zaman ister Raflarda sıra sıra renk renk kitaplar Resimler duvarlarda Giysilerimiz sığmaz Vestiyerlere, dolaplara, gardroplara Üst üste yığılıdır Kilerde yiyecekler Buzdolabında içecekler Demeye varmıyor dilim ama neyleyim -Dost acı söylermiş- Bütün bu saydıklarımızı terk edeceğiz Gerçek yaşama yerine gideceğiz Eğer yapmamışsak görevimizi Taşın taşlığını Giysinin giysiliğini Dolabın dolaplığını yaptığı gibi Ne söyleyebiliriz? Ne yapabiliriz? Sorarsa Yaratan Sorarsa insanlıktan?! 23.12.1980 Lüleburgaz EZGİLİ YÜREK Fâtih Lisesi öğrencisi kızımız Ezgi GÜL’ün vefat haberi, hiç görmediğim ve tanımadığım hâlde, sanki âilemizden biriymişçesine etkiledi beni. Ezgi, başarılı bir yavrumuzdu muhakkak. Süper lisede okuyordu. Bunun meyvesi olarak 19 Mayıs kutlamaları çerçevesinde Ordu’lu gençleri temsîlen Ankara’ya gitmiş, Ordu toprağı götürmüştü. Nice düşleri ve hayâlleri vardı her genç gibi, şüphesiz. Ama, her şey bir anlıktı. Bir anda her şey bitebiliyordu. Nitekim, Ezgi’miz, bu gerçeğin son örneklerinden birisi oldu. Hiç hesapta yokken, âniden gelişip ölümle netîcelendiğini öğrendiğimiz bu olay bizleri, ister istemez derin düşüncelere sevk etti. Yaşantımıza baktım, peşinden koşulan işlere baktım, insanlığımızı değerlendirdim; bizim de içinde olup sorumluluğunu paylaştığımız toplumumuzun görüntüsüne baktım. Ekranlara baktım; gazetelerimize, dergilerimize, onlarda yer alan haberlere ve konulara baktım. Ezgi’yi ve Ezgi’leri, gençliğimizi, anne-babalar olarak ve bir öğretmen olarak sorumluluklarımızın boyutunu düşündüm. Kendimi sorguladım: Âile olarak, böylesi durumları göz önünde bulundurarak mı yaşıyorduk; her şeye hazır mıydık yâni?! Çocuklarımıza “Hava” duygusu, “Su” duygusu, “Ateş” duygusu yanında, “Toprak” duygusunu da dengeli bir şekilde verebiliyor muyduk? - “Yüksek olun!”, “Üstün olun!”, “Havalı olun!”, “Ateş parçası gibi olun!”, “Su gibi akın, engel tanımayın, çağlayın, çağıldayın, açılın!”, “Denizler, göller, okyanuslar, sâhiller sizi bekliyor!”, “Gezin, görün, yaşayın!” diyoruz ama, - “Topraktan geldik, yine toprağa gideceğiz. Havanız olsa bile havalanmayın! Hayâtı yaşayın ama, sulandırmayın! Ateş gibi olun, hareketli olun; ısıtın, ışıtın ama yakmayın! Ayağınız toprağa ersin!” şeklinde bir insânî ve sosyâl dengeyi ilhâm edebiliyor muyduk sergilediğimiz tavırlarla?! Havasız, susuz hayat olamayacağı gibi, topraksız da olamayacağı ortada. Öyleyse, bu unsurlardan hiç birisi ihmâl edilmemeli ki, dengeli bir hayâtı hep birlikte yaşayabilelim. Ezgi’nin cenâzesinde, başta arkadaşları olmak üzere gözyaşları sele dönüşmüştü. Öğretmenleri hıçkırıklara boğulmuştu. 23 Mayıs Salı günü, Kirazlimanı Câmii’nde kıldığımız namazda Ezgi için yapılan duâlar içtendi. Cemaatin âminlerindeki his kıvâmı, arkadaşlarının gözlerindeki temiz, güzel pırıltılar Ezgi’nin kâlbinin ve yolunun aynası gibiydi. Yetiştirenleri tebrik etmek gerekli. Ezgi’miz için samîmî ve yüksek sesle dillendirilen “İyi biliriz” şehâdetleri, onun iyilik ve güzelliğinin bir nişânesidir. Güzellikler ömürle sınırlı olmamalı ve değildir de. Âşık Veysel’in “Sâdık yârim” dediği, “Yine beni karşıladı gül’inen” dediği toprağa bir “Gül” olarak gitti Ezgi’miz. Üzerinde ne kadar tepinsek de, uygunsuzluklar yapsak da, adını duyunca suratımız buruşsa da, bizi de bir gün bağrına basacak ve orada en uzun tutacak olan da yine odur. Yaprakların düşmesi için illâ güzün gelmesi gerekmiyor. Bakarsınız, bir fırtına daha baharın başında, yemyeşil bir yaprağı almış götürmüş. Ezgi’mizde olduğu gibi. Sevgili yavrumuzu sonsuzluğa uğurlarken, kendisine Yüce Allâh’tan rahmet, anne-babası, öğretmenleri, arkadaşları, yakınları ve sevenlerine sabırların en güzelini niyâz ediyor, kendisini samîmî duygularımın ve duâlarımın ifâdesi olan bir akrostiş şiirle selâmlıyor, ebedî mutluluklar dileğiyle, saygılar sunuyorum. EZGİ GÜL’E Emin ol çok üzüldüm duyunca yavrum Zerâfet çiçeği solmuş bahârında Gönlünde götürdüğün güzelliklerle İnşâllâh geziyorsun lâlezârında Günâhlara dalmadan gittin tertemiz Ün yapmışsın hüsnünle halk nazarında Lûtfet Rabbim ebedî mutlulukları Ezgi’miz rahat uyusun mezarında!.. Nûri KAHRAMAN 23.05.2000 AHŞAP ANAHTAR’ın KADERİ Geçen hafta ortası Ankara’daydım. Aynı gün FâtihHan ÜNAL Bey de oradaymış. Fakat ben Ordu’ya döndüğümde öğrendim. Sn. M. Hilmi GÜLER Bey’in de Ordu’da olduğu bu günde İl Başkanımızın Ankara’da oluş sebebini iki gün sonra Ordu’da yaptığı ve Belediye başkanlığı aday adaylığı için İl Başkanlığı görevinden istifâsını açıkladığı basın toplantısı bağlamında öğrenmiş olduk. Hayırlı olsun. Bizim böyle şeyler haddimize değil. Burada bulunuş sebebimiz sâdece ve sâdece sağlık. Üç ayda bir kontrol için geliyoruz. Verilen randevudan bir gün öncesi akşamı saat 21.00’de otobüse biniyoruz. Sabah 6-7 arası Ankara’da iniyoruz. Önce hastânede tahlilleri verdikten sonra, öğleden sonraki konsültasyona kadar şöyle Kızılay’a doğru bir turluyoruz. Geçerken mutlakâ Sıhhiye’deki Türkiye Diyânet Vakfı Yayınevi’ne uğruyoruz. İsterseniz uğramayın. Tam yolunuzun üzerinde. Kültür ve irfânımıza hitap eden kitap, dergi vs. türünden her çeşit yayını orada görmek mümkün. İster alın ister almayın; incelemek serbest. Yeni yayınlarla tanışıyorsunuz. Gözünüz-gönlünüz doyuyor kitaplara. İllâki bir şeyler de alıyorsunuz netîcede. Kriz de olsa, eliniz boş çıkamıyorsunuz buradan. Kitaplardan mı utanıyorsunuz, kitapçılardan mı, yoksa kendinizden mi; bilemiyorsunuz! Bu defâ, evdeki herkese birer adet yayın düşüncesiyle iki kitapla iki dergi aldım. Ankara günlerimin ekseninde hep hastâne olduğu için psikolojim de buna göre oluyor herhâlde. Belki bundan dolayı, dikkâtimi çeken kitaplardan ilki, Said ALPSOY’un MEZARDA NELER YAŞANIR? adlı eseri oldu. Diğeri de yine aynı yazarın, KUR’AN DUASI kitabı. Kur’an’da geçen duâları metin ve meâl olarak veriyor. Her iki kitap da başucu kitabı niteliğinde. Her ikisi de, hem kâğıt hem de içerik olarak çok güzel ve pratik. Özellikle 1. kitap çok güzel fotoğraflar ve motiflerle bezenmiş. Oldukça albenili, yazarın tüm diğer kitapları gibi. Dergilerden KÜLTÜR, neredeyse kitap boyutunda. Baskı, kâğıt ve muhtevâ olarak da çok güzel. Bu sayının kapak konusu OSMANLIDA ÇOCUK. Tek kelimeyle mükemmel. Büyük oğluma verdim. İnceliyor. KUR’AN DUÂSI’nı da küçüğüne. Okumayı yeni söktü. İlk okuduğu kitaplardan olacak bu. Okuyor da mâşâllâh. Hep okumasa da, kendisini böyle bir kitapla denemesi bile güzel. - Elif-Be kısmını da yazın öğrenirim değil mi babacım? diyor. - Evet oğlum. Tabiî. İnşâllâh diye cevaplıyorum gözlerinden öperek. Duâyla başladı, duâyla gider ve bize de dâimâ duâ eder inşâllâh. Yukarda sözü edilen ilk kitabın adının ilhâmiyle, onların duâları sâyesinde mezarda güzel şeyler yaşarız inşâllâh. Son olarak gözüme takılan Sincan istasyonu adlı bir dergiydi. Hem kâğıt, hem baskı tekniği îtibârıyle ağır başlı olduğu gibi, muhtevâ olarak da doyurucu geldi bana. Şiirler sardı beni. Yazılar, değerlendirmeler ve değiniler de. Aylık çıkıyor. Elimdeki Kasım 2008’e âit ve 15. sayı. Öğleden sonra, konsültasyonu müteâkip de tahlil verilebilir düşüncesiyle tehir ettiğim, ancak ikindiden sonra fakülte kantininde kendime çekebildiğim çay ziyâfeti esnâsında incelediğim derginin sâhibi ve yazarı olan Abdülkadir BUDAK ismi hiç yabancı gelmedi bana. Ordu’ya döndüğümde kitaplığımda Can yayınlarından çıkan AHŞAP ANAHTAR isimli kitabını buldum. Kapağı açtıktan sonra, 2. yaprakta yazarın, Sevgili kardeşim Sevdenur Kahraman’a çelik bir dünyânın önünde ahşap bir anahtarla kalmaması dileğiyle… 9.6.2001, Ordu şeklinde güzelce ve özenle yazıp imzaladığı ifâdeleri gördüm. Yazar, büyük ihtimâlle, Türkiye Yazarlar Birliği Ordu Şûbesi olarak düzenlediğimiz bir ŞİİR ŞÖLENİ dolayısıyla Ordu’ya gelmişti. Orada tanışmış, kitap imzalatmıştık. Derginin sahip ve yazarı Abdülkadir BUDAK’ın yukarda sözü edilen kitabından, derginin ismine yakın ad taşıyan bir şiirle yazımızı bağlamak yerinde olacak gibi. Şiir güzel; arı-duru. Gel gör ki kitapta,herkesin anlayamayacağı, anlasa da yanlış anlayabileceği, bu şiirde olduğu gibi, “acabâ kader anlayışını red mi ediyor, inançlara saygısız mı?” şeklinde sorular akla getirebileceği yerler var. Buna gerek var mı? Çocuklarımızının kafasını karıştırıp durmanın âlemi ne? Sanatın, edebiyatın câzibesini kullanarak, gençleri meçhûl bir boşluğa savurmanın kime, ne faydası var? İnanç gibi hassas ve çok önemli bir konuda şaka yapmak bile, yaratana karşı en azından saygısızlıkken, sanat yapıyoruz diyerek ulu orta mısrâlar döktürmenin, duygu ve düşüncelere hangi özellik ve güzellikleri, davranışlara hangi erdemleri kazandırabileceği merak konusu! Kararı, şiiri okuduktan sonra siz verin sevgili okuyucular. Şiir özde güzel, sözde duru. Ancak inançta bulanık. Peki ne anladık bu işten? Söz ustalığı yapacağız derken her şeyi kırıp-dökmenin, yüzüne-gözüne bulaştırmanın ya da yanlış anlaşılacak yerlerde dolaştırmanın gençlere faydası ne? İşte örnek bir şiir, buyurun; karar sizin: BABAM VE İSTASYON Yazgı diye bir şey yok, olduğunu sanırsın Buluşması imkânsız rayları düşününce Şaşırırım, ben bir göle düşerim Gölde açan nilüfer olmuşken anne İstasyonu düşünürüm, babam gelir aklıma Buluşması imkânsız raylar ile birlikte Tahta asker bavulu, seferberlik günleri Babam kaybedilmiş hayat denen cephede Çoktan çekildi o göl nilüferler de “Yazgı diye bir şey yok!” ha sayın şâir. Ya bu yazdıklarımız, ya bu başımıza gelenler ve gelecek olanlar ne? Benim evimde mevcut olan ve yıllarca her gün karşısında saatlerce oturduğum AHŞAP ANAHTAR’a, Ankara üzerinden Sincan İstasyonu yoluyla ulaşmam KADER değil de neyin nesi acabâ; söyleyebilir misiniz? 02.12.2008 SU GİBİ AKAN ZAMAN… Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm Değerli Öğrencimiz; İşte, koskoca yedi yıl geçti ve sizleri hayâta uğurluyoruz. Belki, ne çabuk geçti diyeceksiniz. Evet, öyle. Çünkü burada günleriniz güzel geçiyordu. Nasıl geçtiğini anlayamadınız. Çünkü huzurluydunuz. İyi arkadaşlarınız vardı. Öğretmenlerinizle diyaloğunuz iyiydi. Bir gün, hayâtın da nasıl geçtiğini anlamayacaksınız; çünkü hayâtınız da mutluluk üzere sürecek, ve, bilinçle yaşadığınız bir hayâtın sonunda sonsuz mutluluklara da ereceksiniz inşâllâh… “O kimseler ki, îmân ettiler ve sâlih amellerde bulundular; onlar için Firdevs cennetleri elbette konak olmuştur.” Kehf:107 Yüce Rabbim tüm mü’minleri istikâmet ve samîmiyet üzere yaşatsın. Gaflete ve dalâlete düşenlerden eylemesin. Firdevs cennetlerine hidâyet eylesin. Sana da bu anlamda başarılar diliyorum. Bu vesîleyle, sen değerli talebemiz Elif AKÇAY’a hayırlı, uzun ömürler, bereketli yıllar, sonsuz saâdetler dileğiyle âdetimiz gereği olan akrostişimizi sunuyoruz: -AKROSTİŞ- Eninde-sonunda işte, geldiniz son durağa Lüzum yoktur dünyâda, aslâ hiç tumturağa İçimiz emel dolu; köy-köşk, arsa, araba Fakat, engel olamazlar; gitmemize ırağa Aklı başında olan, emel taşır ukbâya Kapılıp gitmez aslâ, “gerçek” varken hülyâya! Çeyizini hazırlar, öteyi unutmadan Aşkla göz yaşı döker, kâlbini uyutmadan! Yolcularız hepimiz; kâh biner, kâh ineriz Akşam olur gün gelir; ufuklarla söneriz Elifle başlar hayât, sonra “LâmElîf” olur! Bu ise “Lâ” demektir; yâni, hayât son bulur! Elvedâsı var mutlak; selâmın, merhabânın Dünyâya aldanmaktır, en büyüğü hatânın! Îmânla îmânsızlık, Cennet, Cehennem farkı Su gibi akan zaman, döndürür hangi çarkı? Allâh demeli diller; hem çalışmalı ellerimiz Âbisten-i vefâyı döndürmeli sellerimiz… Dokuz köyden kovulur derler doğru söyleyen Evet ama, pişman olmaz; hakka hizmet eyleyen! Tâlib-i hakkım diyen, Hakk’a eyler can fedâ Lezzeti kullukta bulur; eyler rüknünü edâ Elif kulunu Rabb’im, erdir sonsuz nîmete Rızânı nasîp eyle, dâhil olsun Cennet’e… Âmin… Değerli öğrencimiz; Bir âbisten, yâni değirmen misâli dönen bu dünyânın elbet bir gün sonu gelecek. Önemli olan değirmeni sele vermeden işe yarar bir şeyler biriktirebilmek, “Elest bezmi”nde verdiğimiz ahde vefâ şuuruyla yaşayıp hakka-hukûka riâyetle, sonsuz saâdeti hak edebilmektir. Sana bu vâdîde güveniyor ve başarılar diliyorum. Selâm ve sevgiler sunuyor, Allâh’a emânet olunuz diyorum… Öğretmenin:Nûri KAHRAMAN Ordu İmam-Hatip Lisesi 16.01.1994 SUSUZLUĞA DÛÇÂRIZ, YEMYEŞİL COĞRAFYADA! Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm -AKROSTİŞ- Mevsimler gelip geçiyor, akıp gidiyor zaman Eriyor hayâtımız, biz farkında olmadan Rûhumuz kanatlanmış, uçuyor sonsuzluğa Yemyeşil coğrafyada dûçârız susuzluğa Elleri, gönülleri pâklayan sebiller nerde? Muhabbet çağıltısı, duâlı diller nerde? Ağacımız nerede, nerede çınarımız? YâRabb! Lûtfet, çağlasın yine pınarlarımız! Derdimiz çok; devâya iltifat yok, ne yazık! Ipıssız diyârlar için, heybemizde yok azık! Ne yapsak, sonucu dert; hani, nerede devâ?! Nûrdan kaçarsak böyle, nâra götürür hevâ! O gün unutulmamalı, yaşanırken her gün Kurtarmaz makam-mevkî; ne para ve ne de ün! Tâat kılmak düşer bize; biz kuluz, kulluk şânımız Aydın yolun yolcusuyuz; hakîkâttir cânânımız!... 06.02.1994 Sevgili öğrencim; Baş harflerini sıraladığınızda adınıza yazıldığını rahatlıkla göreceğiniz Akrostişi beğenmiş olacağınızı umarım. Bugün buradan sizi hayâta uğurlarken, çok şeyler söylemek istiyoruz. Mısrâlara, haddinden fazla yük bindirmeye çalışıyoruz, tâbiri câizse! Kelimeler boğazımızda düğümleniyor. Ancak, bu okulda, yedi yıl boyunca kazandıklarınızı hayâtınıza uygulama gayretinde olduğunuz sürece, Allâh daha fazlasını size lûtfedecek ve ömrünüzü bereketlendirecektir. Yeter ki niyetimiz hâlis, gayretimiz samîmî olsun. Yine de, çok beğendiğim ve anlamlı bulduğum cinaslı bir dörtlüğü nasipsizlere karşı bir îzâh ve de îkâz, ayrıca intibâha vesîle olabileceği ümîdiyle hâtıra demetine ekliyorum. Onu da umarım beğenirsin: DİN “Uymayın!” der, din size; Uyarsınız, dinsiz’e! Ne îcâd ettiniz de, Mânî oldu din size?!... Abdullâh GÜLCEMÂL Sözlerimi bağlarken, Değerli Öğrencim Meryem AYDIN’a Hakîkât aydınlığı üzere Sevdikleriyle birlikte, sevinç ve coşkuyla yaşayacağı Bereketli yıllar Hayırlı, uzun ömürler Ebedî saâdetler diliyor, Hepinizin yolu ve bahtı açık olsun; Allâh’a (cc) emânet olunuz diyorum… Es’Selâmü aleyküm ve Rahmetullâhi ve Berakâtüh… Öğretmenin;Nûri KAHRAMAN Meslek Dersleri Öğretmeni SEN DEĞİLSEN, KİM BU KAHRAMAN?! Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm 01 Hazîran 1994 Sevgili Öğrencim; İstanbul’un fethinin yıl dönümünün, yurt sathında coşkuyla kutlandığı şu günlerde siz gençlerin hatırlanmaması, sizlere bakınca ümitlerimizin depreşmemesi elde değil. Sizler bizim ümit çiçeklerimizsiniz. Toplumdaki genel yozlaşma sizin konumunuzu daha da bir önemli hâle getiriyor. Fetih önce kâlplerde yeşerir. İnsanları iyilik ve güzelliklere yönlendirmenin en güzel yolu da kendi nefsinde yaşamak sûretiyle örnek olmaktır Sevgili Şinâsi; Peygâmberimiz(sav) “İstanbul mutlakâ fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan; onu fetheden ordu, ne güzel ordudur!” Buyurmak sûretiyle ümmetine bir ufuk çizmiş, böylelikle geleceğin Müslümanlarını âdetâ yarışa sokmuştur. Bu bağlamda, 80 yaşındaki Eyyûb El’Ensârî de bu müjdeye mazhar olabilmek, ya da hiç olmazsa bu yolda fedâ-yı nefs edebilmek adına Topkapı surlarına dayanmıştır. Ve burada şehîd olan Peygâmberimiz(SAV) in bayraktarının ve daha nice sahabenin kabri İstanbul’da olup, Eyüp semti adını bu hâtıradan almaktadır. Belki o zaman ve ondan sonra geçen 800 yılı aşkın bir süre ve defâlarca, çeşitli milletlerin yaptığı akınlar arasından fetih bizim milletimize nasîp olmuştur. Ne mutlu bize; ama bu mazhariyetin üzerimize yüklediği bir mükellefiyetin olduğu da hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalı. Her an bir fetih rûhuyla yaşamalıyız. Her fetih, daha iyiye, daha güzele bir hicrettir. Hayâtımız boyunca dâimâ hep iyiye doğru bir fetih ve hicret duygusuyla hareket etmeliyiz. O zaman hem kendi nefsimizde hem de toplumumuzda iyilik ve güzelliklerin daha da artacağı görülecektir. Hayâtın gâyesi de budur zâten. Size bu anlamda, hem kendinizin, hem çevrenizin, ilgi alanınızdakilerin ve hem de ülkemizin iyiliği adına ömür boyu başarılar diliyorum. Bu duygu ve düşüncelerle, fetih ufkunun yıldızlarından, değerli öğrencimiz Şinâsi PİLE’ye hayırlı hizmetlerle dolu bereketli ömürler, ebedî saâdetler diliyor mûtâd olduğu veçhile, bir akrostişle kendisini selâmlıyorum: -AKROSTİŞ- Şâd olacağımız günler gelecektir fetihlerle İnsanlık kendine bir ulvî yol bulacaktır. Nûrlu geleceğin kahramanı sensin, sen Adam arama bakıp da sağına soluna! Sen değilsen kim, kim bu kahraman? İpe un sermektir başkasını aramak! Pervâsızlıktır, gamsızlıktır, gâyesizliktir İyi günler gelecekse, varsa böyle bir dert Lüzumsuz işlerle uğraşmamalı hiçbir fert Eğer kurtulacaksa bu millet, bu ümmet Yiğitler nerede, nerede uluvvü himmet? Ey Yüce Rabbim, gaflet kesmesin yolumuzu Sen bize acı, sen bize yardım et Elimiz-ayağımız tuttukça dînine hizmet ettir Lâl kalmasın dilimiz; küfre, nifâka karşı Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da, Amerika’da Mü’minler elele versinler hizmet yolunda Niçin var olduğunu, yerini bilsin herkes Oyunda, eğlencede geçmesin bu dünyâ Koru bizi Rabbim, lâyıkıyla bilmeyi nasîp et Tâzelensin hep yüreğimiz aşkınla, heyecânla Allâh’ım, komşu eyle bizi, ol Rasûlü zîşânla… 01 Hazîran 1994 Es’Selâmü aleyküm ve Rahmetullâhi ve Berakâtüh… Güle güle… Yolun açık olsun… Allâh(cc)a emânet ol… Öğretmenin; Nûri KAHRAMAN Ordu İmam-Hatip Lisesi 24Ekim08 DOĞRULARLA BERÂBER OLMAK Hayat rehberimiz Kur’ân bizlere doğrularla berâber olmamızı emrediyor. Doğrularla berâber olmak yanlışlıklara karşı mevzî kazanmak anlamına geliyor çünkü. Nerede olursanız oranın havasını solursunuz ve oralı olursunuz. Gül bahçesine giren gül kokusu alır, çöplüklerde dolaşmaksa pis kokulara bile bile lâdes demektir. Bu anlamda arkadaşlıklar, dostluklar, komşuluklar çok önemlidir. Hele evlilik! O öyle bir seçimdir ki dünyâ hayâtını cennet ya da cehenneme çevirmenin yanında ahiretimizi bile yüzde yüz etkiler. Tüm seçimler önemli, ancak evlilikdeki seçim hiçbir şeye benzemez. Çünkü o, dönüşü olmayan, olsa bile ferdî ve sosyal sonuçları itibârıyle tüm tarafları olumsuz etkileyen bir yol. Diğer seçimler dönemliktir. Beğenmezsen gelecek seçimde şansını farklı değerlendirirsin. Arkadaşlıklar da nispeten öyle. Ama evlilik bu anlamda çok çok hassas bir tercihi ifâde ediyor. Uluslar arası boyutta da bu böyle. Dostlarınızı seçerken dikkâtli olmak durumundasınız. Aksi takdirde yanlış seçimlerle yanlışlıklara ortak olmak durumunda kalabilirsiniz. Birliğiniz bozulmuşsa bir kere, dirliği bulmanız çok zordur. İslâm ülkeleri olarak bunun sıkıntısını yaklaşık iki asırdır daha bir yakından yaşıyoruz. Bir oraya savruluyoruz bir buraya. Yakın geçmişte bozulan birlik tüm bölgelerde dirlik-düzenliği aldı götürdü. Her şey ellerin insâfına kaldı. Bir çok kardeş toplumlar doğu- batı, kuzey-güney çekişmeleri arasında çerez durumuna düştüler. Hırpalandılar. Diğerleri de aralarındaki sınırları aşıp kardeşlerine yardıma bile koşamadılar. Baş bozulunca düşler zâten bozuluyor. Bu durumda her kes fert ve toplum olarak kendince bir şeyler yapmaya çalışıyor bulunduğu yerlerde. Dünyâ imtihanını kazanma gâyesi güdenler doğrularla berâber olma vetîresini uygulamaya, çevresini bu prensibe göre şekillendirmeye özen gösteriyorlar. Yeniden bir sevgi ve kardeşlik âlemi kurmaya çalışıyorlar. Bu meyanda bir öğrencimiz, kendisiyle ilgilenen bir ablasına bir hâtıra yazacağını söyleyince ben de adını sorarak, huylunun huyu misâli kendiliğimden bir akrostiş yazdım. Onun yazıyı değerlendirip değerlendirmediğini bilmiyorum. Akrostiş şöyle: AĞAÇLAR ÖKSÜZ Nereye baksak sorumluluk manzaraları; ilgiye muhtaç her yan Upuzun, simsiyâh geceler, rüyâlarını bindiriyor omuzlarımıza Revâ görüyor insanlar; canavarların görmediğini birbirlerine! Leş kargaları ufkumuzu karartırken, avcılarımız serçe peşinde! Atı alanlar Üsküdar’ı da geçmiş, Trakya’yı da, Balkanlar’ı da! Nurlanmamız yeniden, Nurlan’ların nurlarıyla nurlanmamıza bağlı Atlılarımızın tekrar dönmesine bağlı Âlperenler olarak! Birer hakîkât avcısı olarak şuurlanmamıza bağlı av peşinde Leylâsına giden Mecnûn gibi koşmaya bağlı dâvâ yolunda Ağaçlar öksüz; Koca Çınar aradan çekileli beri Meğer ne büyükmüş o; devrilince anlaşıldı yeri! Issız diyârlardan gelen garip kuşların sığınağıydı o Zâlim Sırp’ın yaraladığı güvercin, hangi dala tutunur şimdi? Anadolu’m, güzel yurdum; ne oldu bana, niye durdum? Eskiden sığmazdım kabıma, dur-durak bilmezdim! Bir yangın görmüş bu topraklar; çeliğin suyu kaçmış! Evsiz-barksızlara kucak açanlar, şimdi zâlimlere mi açmış? Dertliler dertleriyle baş başa; dertsizler, dertsizlikleriyle daha çok dertli! Îmânsız yüreklerin huzûrsuzluğu yaşanmaz hâle getirmiş yurdumuzu Sokaklarda nâralar; salonlarda, okullarda anlamsız kavgalar! Ağızları leş gibi alkol; tavırlar serserî, farksız gibi âdetâ Sırplardan! Âh, bize ne çok iş düşüyor, ne çok; îzâhı mümkün değil! Değerini ölçmek mümkün değil; dostluğumuzun, arkadaşlığımızın Elele vererek kendimizi koruyoruz her şeyden önce, her şeylerden! Tâlihli sayıyorum kendimi sizlerle tanışmakla! Lûtfudur Rabbimizin: “Doğrularla berâber olmak!” Evet, keşke değişmese insanlar âhireti, şu üç günlük dünyâya Rızâna erdir YâRabbî, komşu eyle bizleri Rasûl-i Kibriyâ’ya!... 16.06.1994,Ordu BİR ÇOCUĞUN NÂLESİ... Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm Sevgili öğrencim; 22 Mayıs 1994 Defterinizden bir yer ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Allâh(cc) râzı olsun. Zül’Celâl Hazretleri, râzı olacağı bir hayâtı yaşamaya sizleri hidâyet ve muvaffak eylesin. Bu anlamda, Yüce Rabbimizin bu okulu bizlere nasîp etmesi başlıbaşına bir lütuftur. Nitekim, Peygâmberimiz(SAV); “AllâhüTeâlâ, bir kul hakkında hayır murad ederse, onu dinde bilgili ve anlayışlı kılar.” buyurmaktadır. Dolayısıyla, bu irfan yuvasına gelmemize vesîle olan anne-babalarımız ya da büyüklerimize de ne kadar teşekkür etsek, minnet duysak azdır. Rabbim cümlesini sevdikleri arasına katsın. Âmin… Ancak, bu iş kesinlikle burada bitmemeli. Diploma, bu anlamda en büyük yalancıdır. Aslında her diploma, daha yüksek bir okulun başlangıcıdır. Eğer öyle olmasaydı, gelmiş geçmiş âlim ve mezhep imamlarının en büyüğü İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe efendimiz; “Eğer bilmediklerim ayağımın altında olsaydı başım arşa değerdi!” buyururlar mıydı? İnsan okudukça, öğrendikçe cehâleti ve hayreti daha da artıyor âdetâ. Batılı düşünür FLAUBERT de; “Öğrenmek için değil, yaşamak için okuyorum!” derken, okumanın okulla sınırlı olmayıp, hayâtın esâsı olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Zâten dînimiz de “OKU” emriyle başlamıyor mu? Peygâmberimiz(SAV); “Beşikten mezara kadar ilmi talep ediniz!” buyurmuyor mu? Bunları hep okuduk, öğrendik, duyageldik. Şimdi uygulama zamânı. Kaldı ki sizler bir ana olarak toplumun, tüm insanlığın anasısınız. Ana dili var da baba dili yok. Bu çok mânidar bir olgu, eğer düşünülürse. Dolayısıyla, toplumun dili, dîni, kültürü, ahlâk ve terbiyesi sizin ellerinizde şekilleniyor. Sizlerin bilgisi, görgüsü, hareketleri çok çok önemli. Her neyse. Sözü daha çok uzatmadan, Değerli Öğrencimiz Candeğer KAYA’yı da bereketli yıllar; hayırlı, uzun ömürler dileğiyle takdim edeceğimiz bir hâtıra akrostişle uğurluyoruz: -AKROSTİŞ- Cân olan sever içten, elbet cânânı vardır Aşkı için can değer; ahd ü peymânı vardır Ne yapsa, ne eylese, nere gitse; sevgili! Derdiyle hoş olduğu, kâlb-i nâlânı vardır! El çekse bir lâhzacık, o yâri tefekkürden Ğurbet ellere düşer; çeşm-i giryânı vardır Ezim ezim ezilir, âhıyla bir mazlûmun Râzı olmaz hiç zûlme, sızlar vicdânı vardır En ulvî gâyelere hasreder evkâtini Ebâbiller misâli, gadre isyânı vardır Bir çocuğun nâlesi deler geçer kâlbini En nâdîde hislerle yüklü iz’ânı vardır Dağları deldirecek, Ferhat misâli aşkı Îman için verecek binlerle cânı vardır Saraybosna deyince sînesi kor kesilir Alınır intikâmı; günü, zamânı vardır Âsûde olamazlar; dertten, kederden, gâmdan Dertlerle dertlenecek ilmi, irfânı vardır Elbette, hep berâber gülerse güler yüzler Teâlâ Rabbimizin lûtf u ihsânı vardır Liyâkat kesbedince kurtuluş nasîp olur Erilen her zaferin bir kahramânı vardır Rabbim aşkına erdir, bırakma bizi bize -----Ki, sensiz yaşamanın tümden ziyânı vardır!... 24 Mayıs 1994 Değerli Öğrencim. Sizleri buradan hayâta uğurlarken yolunuz ve bahtınız açık olsun diyor, yakınlarınla birlikte güzel günler, sonsuz saâdetler diliyoruz. Allâh’a emânet olunuz. Es’SelâmüAleyküm ve Rahmetullâhi ve Berakâtüh… Öğretmenin;Nûri KAHRAMAN Ordu İmam-Hatip Lisesi ÜMİT ÇİÇEKLERİYİZ; TEBRİKLERDE AÇAN… BİSMİLLÂHİR’RAHMÂNİR’RAHÎM Kübrânur Kızımıza Sonsuz başarı ve mutluluklar dileğiyle… - AKROSTİŞ - Es’selâmü Aleyküm ve Rahmetullâh Kimler geldi, kimler geçti; bizler de geldik, geçiyoruz bu köprüden Ümit çiçekleriyiz, baharı hapsedilmiş diyârlarda açılan Bizim omuzlarımızda emâneti gül kokularının Rabbimiz, Rasûlünün bahçelerini bağışladı bizlere Attığımız adımlarda hep o gül yüzün ışıltısı Nerden geldik, niçin geldik; biliyoruz elhamdülillâh Uzak değil; yanımızda, hattâ içimizde; bize bizden yakın Rabbimiz bizlere şahdamarımızdan yakın Kimin dostluğu daha güzel olabilir; kim O’ndan daha güzel koruyabilir? Ağaçlara yaprağı, gönüllere sevmeyi kim verebilir O’ndan başka? Hidâyet O’ndan, inâyet O’ndan, tüm güzellikler O’ndan Rabbim, Güzel Rabbim; ayırma n’olursun bizi yolundan! Acı bizlere, sevdiklerimize; ümmete, tüm inananlara Mazlûm kardeşlerimize Filistin’de, Fellûce’de, Çeçenistan’da Artık son bulsun çilesi bebelerin, ninelerin, dedelerimizin! Ne gün düşecek topraklarımıza bereketi kâlplerimizin? Ağlayanlarla ağlayamadıkça gülemezmiş yüzler Sessiz sessiz, sevgiyi anlatır; yaş döken gözler “Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak!” Lâkin bu, aradan sevgisizliği kaldırmakla olur ancak! Allâh’ım! Lûtfettiğin güzelliklerin değerini bilerek yaşat bizi Muhammed’e (sav) komşu olacaklar arasına kat bizi!... 17.11.2004 06.oo Pamukkent Çok Kıymetli kızımız Kübrânur; Tebriğini aldım. Çok teşekkür ederim. Artık mektup yazma, tebrik yazma âdetleri kalmadı. Şimdi her şey sanal âlem üzerinden seyrediyor. O da havaya uçup gidiyor. Geriye ne iz kalıyor, ne eser. Ne kompozisyon, ne çizgi, ne de bir dokunuş. Eskiden tebrik kartları olurdu. Doldururdu kitapçıların, hattâ bakkalların önünü. Renk renk çiçekler gibi açarlardı bayramlarda. Sokak ve caddelere çeşni katarlardı. Yeni kartları şöyle bir gözden geçirirdiniz. Türlü türlü manzara ve desenler arasında dolaşırdınız. Sürpriz tebrikler gönderirdiniz sevdiklerinize hasret kokulu. En güzelinden, en sıcak ve sanatkârâne olanlarından. Siz de beklerdiniz aynı şekilde gözleriniz postada. Hepsi gitti, hepsi. Tüm orijinâllik ve sıcaklıklarıyla. Tüm özlem ve sevinçleriyle. Her şey cepte şimdi! Her neyse, bizi o güzel günlere götüren, bu orijinâl davranışından dolayı sana ayrıca teşekkür ediyorum. Bu arada, unutmadan, ben de senin bayramını tebrik ediyor, Sevdiklerinle birlikte, Daha nice bayramlara erişmen dileğiyle Selâm ve sevgiler sunuyorum. Ev ahâlisine de ayrıca saygılarımı gönderiyorum. Yolun ve bahtın açık olsun. Allâh’a emânet ol. Yüce Rabbim yardımlarını esirgemesin. Duâdan unutulmamak dileğiyle… Nûri KAHRAMAN Ordu İHL Meslek Dersleri Öğretmeni BİR İŞE YARAMAZ Kİ… Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm Değerli öğrencimiz, Hatîce Buhayra’ya ebedî saâdet dileklerimle… diyerek başladık söze. Kızımızın soy ismi GÖL. Arapçada BAHR “deniz” demek. Onun küçültme ismi olarak tezâhür eden kalıbı BUHAYRA kelimesi, denizcik, yâni GÖL anlamına geliyor. Sizin anlayacağınız, Arapça öğretmeni olarak buhayra’yı, hâtıra içinde hâtıra sadedinde özellikle yazdım. Mısrâlar da şöyle: -AKROSTİŞ- Habire gayret gerek, hayret etmemek için Arzuların zehrine kurban gitmemek için Tâ Âdem’den bu yana, Hak, Bâtıl cedeldedir Îman sorumluluktur, vuslat ağır bedeldedir Cennet, cehennem farkı; îman, küfür arası Engin-zengin gâfiller maddenin maskarası! Bir işe yaramaz ki sonsuz servet, paralar Elbette bilmez bunu, bilmez bahtı karalar! Tavrından edâsından, sanırsın ölmeyecek Üstüne sanki toprak, çer-çöp dökülmeyecek! Lükse, konfora harcar, eldeki tüm vârını Elinden gelse yakar, câminin civârını! Selâmı-sabâhı yok; sorsan hiç günâhı yok! O öyle bir beyaz ki, zerrece siyâhı yok! Nereden sormuştun ki, pişman oldun bak, işte! Sen hep yokuşlardasın, o dâimâ inişte! Uzun hikâyedir bu, onlar hep kısa keser Zaman gelir ve lâkin, rüzgârlar başka eser Siz ve biz tâlihliyiz; İmam-Hatipli olduk Anladık hakîkâti, istikâmeti bulduk… Âhını duyuyoruz mazlûmların, derinden Dünyâ yansa nasipsiz, kımıldamaz yerinden! Elvedâ ey okulum; can yuvam, gerçek yurdum Tavanının altında Cennet’ten köşe kurdum… Lûtfederse Rabbimiz sonsuzluk var Cennet’te Elbet sevdiklerini Allâh koymaz firkâtte!.. Rabbim, 12-A’yı buluştur ebediyette!.. 13.04.1994 Son olarak, sizlerin hâtıra defterlerinde birbirinize yazdığınızı gördüğüm NÜKTE başlığıyla çeşitli yayın organlarında yer yer yayınlanan dörtlüklerden biriyle sözlerimi bitirmek istiyorum. Bu dörtlüğü Arzu BAYAR isimli arkadaşınız, İlknur isimli arkadaşınızın defterine yazmış. Orada gördüm: NÜKTE Ağlamak ne güzel; aşk ile, Allâh için Yaş dökmek yanak yanak, binlerce günâh için Herkes huzur arıyor, dökülmüş de yollara; Din gönderilmişken, her şeyi islâh için!... N.K. Kıymetli Öğrencimiz, Olgun, hanımefendi kızımız Hatîce Betül’ü uğurlarken Kendisine ve sevdiklerine din-diyânet üzre hayırlı, bereketli ömürler Dünyâ-âhiret boyu sonsuz saâdetler diliyorum. Yolları ve bahtları açık olsun. Allâh’(CC)a emânet olunuz… Öğretmenin; Nûri KAHRAMAN Ordu İmam-Hatip Lisesi )
AKROSTİŞ YAZILARI-2
1305 defa okundu,

HANGİSİ DAHA ÇİÇEK?

 

                   1980’in Ocak ayında başladım göreve. O yıl kış çok çetin geçiyordu. Okullar sık sık tatil edildi bu yüzden. Zaten, yarıyıl tatili de yakındı. Dolayısıyla göreve fiilen 2. yarıyıl başladığımızı söylememiz mümkün. O günler, ilk heyecanla soğuğun, üstüne üstlük bir de gurbetin elele verip elimizi ayağımızı titrettiği günlerdi. Ama o günler, tıpkı çocukluğumuzda, tamamen ıslanana, elimiz ayağımız uyuşana kadar karlarda yuvarlandığımız günler gibi heyecan verici ve güzeldi.

                   Öğretmenliğimin ilk yılı. Stajyer olmanın ötesinde, daha görevin rahatlığına kavuşmuş değilim. Sıkıntılıyım. Çocuklar afacan. Trakya çocukları, Anadolu’ya göre çok daha rahatlar. Serbestler. Biz, öğretmen de olsak, netîcede Anadolu çocuğuyuz. Âileden aldığımız ve eğitim sürecinin kazandırdığı terbiye, biraz da yaratılıştaki çekingenlikle birleşince sınıflar bizim için zorlu ortamlar olabiliyordu zaman zaman.

                   İdeolojik tablo da bize yardımcı olacak nitelikte değildi. Öğretmenlerin geneli de yerli ve ideolojikti. Hem zengindiler, hem de solcu! İş, buralarda olduğu ya da anlatıldığı gibi değildi. Doğrusu buna pek anlam veremiyordum. O zamanların söylemlerine göre sağ yelpâzede yer almaları gerekirken tam aksiydiler yâni. İçlerinde militan denilebilecek derecede fanatik tavırlı olanlar vardı. İnançsızlıklarını pervâsızca dillendiriyorlardı. İnançsızlıklarının gözükaralısıydılar. Sağ yelpâze örnekleri parmakla gösterilecek kadar azdı. Din dersi öğretmenleri doğal olarak îmâlât hatası konumundaydılar. O yıl gerçekleşen 12 Eylül darbesi de pek bir şey değiştirmemişti. Çünkü, insanların genlerine işlemişti düşünceleri. Karakterleri olmuştu.

                   Din Dersi seçmeliydi. Erbakan-Ecevit döneminde bir de Ahlâk Dersi konulmuştu. Çocuklar din öğrenmiyorlar bâri Ahlâk diye bir şeyin varlığından haberdâr olsunlar diye. O zamanlar buna karşı, ülke çapında büyük provakosyonlar yapılmıştı. Çeşitli bahânelerle gösteriler düzenlenip Ahlâk kitapları yırtılmış ya da yakılmıştı. Tüm ülke benzer gösterilerle çalkalanmıştı. Ama, sürtüşmeler de, tartışmalar da, bunun yanında ve bu şartlarda her iki ders de devâm ediyordu.

                   Ben, bâzı sınıflara Din Dersi’ne, bâzısına da Ahlâk’a giriyordum. Aynı sınıfa her ikisine de girdiklerim oluyordu. Bir Fen sınıfı vardı, iyi hatırlıyorum. Fen A sınıfı. Seçme bir sınıf. Ahlâk Dersi mecbûrî olduğu için herkes giriyor, Din Dersi’ne gelince sâdece bir kişi seçtiği için öğrenci sayımız onunla sınırlı kalıyor, diğerleri orada burada boşa vakit geçiriyorlardı. Düşünün, yarının en önemli mevkîlerini işgâl edecek olan bu seçme gençler dinden diyânetten uzak bir iklîmde tutulmaya özen gösteriliyordu. Bu gün işte böyle yetiştirilen o nesillerin sıkıntısını çekiyor millet. Milletin dînini bilmeyenler dilinden nasıl anlayacaklar ki?

                   Ahlâk dersine girmek yeterli olsa iyi! Bir defâsında dersten çıktım, öğretmenler odasına doğru gidiyorum. Demokrat görünen, gûyâ bizimle de ilgilenen, yerli ve ileri gelenlerden, pürosuyla, foteriyle karizmatik takılan, gûyâ babacan imajlı bir öğretmen koridorda yanıma yaklaşarak nasihatvârî;

-          Hocam, Ahlâk Derslerinde hep dinden örnek veriyormuşsunuz. Din ayrı şey, ahlâk ayrı şey! Biraz bilimsel olmanız lâzım! Vs. bir şeyler sıralayıp durdu. Daha başta işin önünü almaya çalışan bir edâyla. Benim de, yüksek okulda hazırladığım bâzı bilgi fişlerim tevâfukan yaka cebimdeydi. Hemen onları çıkarıp göstererek;

-          Beyefendi, bilimsellikse işte burada. Bak, biz konularımızı bilimsel olarak işliyoruz. İşte fişler dedim. Orada ahlâkla ilgili batılıların sözleri de vardı. Onlardan da örnekler vererek, dinle ahlâkın ayrılamayacağı konusunu îzâha çalıştım sohbetin devâmında.

                   Bu zâtın tavırlarından ilhâm alarak yazdığım bir dörtlüğü buraya yazmak isterim:

İBRET

“Küçük dağları ben yarattım!” der gibiydi

Bakışları tepeden; sanki, yer gibiydi

İnanmıyordu belki ama, o da gitti

Gidişi ibretti; seyre değer gibiydi…

Biz oradayken hayâttaydı. Çok sonraları öldüğünü duydum. Benzer tartışmalar dışında bir kötülüğünü görmedim. Kötülüğü kendine ve çevresineydi. O da centilmence! Ne diyeyim bilmiyorum. Toprağı bol olsun.

                   Her neyse. Bizim için önemli olan öğrencilerdi. Onlarla aramız iyiydi. Bir şeyler vermek için elimizden geleni yapıyorduk. Onların sıcaklığı tüm sıkıntılarımızın ilacı oluyordu. İçimiz onların sevgisiyle doluydu.

                   Durduğum ev okula yürüme 10-15 dakîka mesâfedeydi. Yol üzerinde, şimdi Kültür Sarayı yapılan seyrek ağaçlıklı bir alan vardı. İçinden, ayak izlerinin topraklaştırdığı, yağmurlu havalarda çamurlaşan patikadan biraz geniş bir yol vardı. Bir gün bir ilkokul öğrencisi gördüm. Elinde renk renk çiçeklerle koşuyor. Hem de uçarcasına. Kanatlanmış sanki. Bu gün bir akrostişi değil de o şiiri paylaşacağım sizlerle. Umarım beğenirsiniz:

 

HANGİSİ DAHA ÇİÇEK?

 

Küçücük bir çocuk, o  yan bu yan

Koşuyor ağaçlar arasından

Bir elinde çantası

Bir elinde rengârenk

Pembesinden

Alından

Sarısından

Bir gönül dolusu çiçek

Herhâlde;

Öğretmenine verecek

Bir, çiçeklere bakacak öğretmen

Bir de öğrenciye;

Ve,

Soracak ister-istemez

“Hangisi daha çiçek?” diye…

 

GÜNLER HEP BÖYLE GEÇMEZ

 

Bu gün sizlere, şimdi Kur’an Kursu Hocası olarak görev yaptığını öğrendiğim bir öğrencimizin, Bulancak İHL’den okulumuza naklen geldiği yıllarda yazmam için bana verdiği Hâtıra defterine serdettiğim  akrostişli yazıyı sunuyoruz. Umarız beğenirsiniz. Öğrencimize âile ve görev hayâtında mutluluk ve başarılar diliyor, sizleri mezkûr cümlelerle baş başa bırakıyoruz. Yazı şöyle:

Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm

 

Değerli öğrencimiz;                                                                                 10.03. 1994,Ordu

 

                   Bana ayırdığın bu kıymetli sayfalara, birer âyet, hadis ve vecîzeyle başlamak istiyorum. Ki bunlar, derslerde okuduğumuz kimya, ya da matematik ya da fizik formülleri gibi, uygulandığında insanı sonsuz mutluluklara ulaştıracak hayât düstûrlarıdır:

İnsanlara iyiliği emrediyor da kendi nefsinizi unutuyor musunuz?

Oysa siz, kitabı da okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?

Bakara 44

“Ey insanlar! Selâmlaşınız. Yemek yediriniz. İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılınız.

Selâmetle Cennet’e girersiniz.”

Hadîs-i Şerîf

“Her kim edebden mahrum kaldı; cümle hayırlardan mahrum kaldı!”

İbn-i Atâ

                   Anlıyoruz ve biliyoruz ki, ilk insandan bu yana gelen ve kıyâmete kadar sürüp gidecek olan olayların özü Hak-Bâtıl Mücâdelesi’nden ibârettir. Hak çizgisi enbiyânın, evliyânın, ulemânın çizgisidir. İmam-Hatipli olmakla Yüce Mevlâ bize hak çizgisini nasîp etti. Ne kadar şükretsek azdır. Bunun kıymeti bilinmelidir. Her nîmetin bir de külfeti vardır elbette. Bu nîmet herkese nasîp olmadığı gibi, kolay da değildir. Gerekleri, yükümlülükleri, büyük sorumlulukları vardır.

                   Aziz Anadolu’muzun şehit kanlarıyla sulanmış bu mukaddes toprağında insanlarımızın sarhoş nâraları atmaları hem ecdâdımızı üzmekte hem de İslâm Âlemi’nin önünde bir engel oluşturmaktadır. İnsanlarımız sarhoşsa, bu milletimizin, dolayısıyla ümmetin başı hoş değil demektir. Bu bakımdan bizlere çok hassas ve önemli görevler düşmektedir. İçki, kumar vs. gibi ahlâksızlıklarla kesin mücâdele içerisinde olmalı, hem şahsımızda, hem âilemizde, hem de çevremizde kötülükleri azaltmaya, iyilikleri çoğaltmaya gayret etmeliyiz. Bu hem kişisel, hem de toplumsal sorumluluğumuzdur.

                   İslâm Âlemi’nin durumu mâlum. En çarpıcı örneği Bosna’da görmekteyiz. Sözüm ona uygar Avrupa’nın, girmek için can attığımız AB devletlerinin tam orta yerinde bu denli acımasızlık hangi kriterlerle îzâh edilebilir. Adları, sanları ne olursa olsun batının, doğu halklarının göz yaşına bakması söz konusu değildir. Hele bir de müslümansanız, ne yaparsanız yapın, derdinizi anlatamazsınız. Öyleyse, kadınıyla erkeğiyle hepimize çok büyük görevler düşüyor. Hayat îman ve cihaddan ibârettir. Nefsimizle nefesimizle ve de tüm hevesimizle! Zîrâ zaman, hevâ ve hava zamânı değil; dâvâ zamanıdır.

                   Bu gerçekleri bizler kadar sizlerin de bildiğine inanıyor, netîce îtibârıyle rızâsını kazanacağınız hayırlı, uzun bir ömrü size bahşetmesi niyâzıyla,“ Allâh’a emânet olunuz” diyor, bir akrostişle sözlerimi tamamlıyor, duâlarda ara-sıra da olsa hatırlanmayı umuyorum.

 

AKROSTİŞ

Günler hep böyle geçmez; gün gelir geçmez olur

Ömür kuşu yorulur, kanatlar açmaz olur

Nefesleri daralır yarış atlarımızın

Üfür üfür esse de ciğerler içmez olur

Lûtfun en güzeline erdirdi Yüce Mevlâ

Allâh dilemezse kul Hak yolu seçmez olur

Kirlenmesine böyle göz yumarsak vatanın

Turnalar, güvercinler ufukta uçmaz olur

Atılmazsa iyilik tohumları toprağa

Yurdu dikenler kaplar, yollar hep açmaz olur

O, nursuzlarla olmak, onursuzluktur bence

Rabbin rızâsın güden şer dostlar biçmez olur

Dâim kötülüklerle, kötülerle yaşayan

Umursamaz zamanla, çirkeften kaçmaz olur

Dâimâ şükür YâRabb, İmam-Hatipli olduk

Allâh’ını bilmeyen, yüzden nûr saçmaz olur!

 

Öğretmenin:Nûri KAHRAMAN

Ordu İmam-Hatip Lisesi

 

KARNEDEKİ KİTAP

 

                   Geçtiğimiz cumâ günü ilk ve orta dereceli okulların 2007-2008 öğretim yılının son günü, yâni karne günüydü. Serde öğretmenlik var ya; bir-kaç okula uğradım. Çocukların heyecanını gözlemledim. Tören yapılan okullardaki koşuşturmalara şâhit oldum. Programları tâkip ettim. Gençlerdeki genel coşku ve sanatsal kâbiliyet gözden kaçacak gibi değildi. Sunumlar, folklor gösterileri, şarkı-türkü icrâları gâyet güzeldi. Ana okullarından düz, genel, Anadolu ve meslek liselerine kadar bütün okullarda, kep fırlatma seremonileri tüm gayr-i millîliğine rağmen gelenekselleşmişti. İstiklâl Marşı, böyle günler için ciddî kaçıyor olmalıydı ki, dans formatına uygun düştüğünden olsa gerek, daha çok 10. yıl marşı okunuyordu resmî müzik bağlamında. Ordu Belediyesi’nin açılış törenlerinde Bülbülderesi’nde yankılanan 10.yıl marşı, yöremizde dereler yukarı aktığı için deniz yerine tersine akmış, her tarafta filiz vermişti. Okulları dolaştığınızda bunu gözlemlemeniz mümkün. Yeğenimin mezûniyet töreni için gittiğim Atatürk Lisemizde Akşam ezanının peşinden 10. yıl marşı Ordu Devlet Hastânemizin duvarlarından dönüp tekrar kulaklara uğruyordu. Onun peşinden vur patlasın, çal oynasın. Müzikler, haykırışlar, ardından havâî fişekler. Gençlerin sevinç, heyecan ve coşkusu görmeye değerdi. Yüce Mevlâ cümlesinin sevinç ve coşkusunu dâim, yol ve bahtlarını açık, sonsuz yürüyüşlerini de aydınlık eylesin. 

                   Öğleye yakın saatlerde İmam-Hatip Lisesi’ne geldim. Burası 7 yıl öğrenci olarak okuduğum, 16 yılı aşkın bir süre öğretmenlik yaptığım ve hem de emekli olduğum yer. Şöyle-böyle, 50 yıllık ömrümüzün yarısı orada geçmiş anlamına geliyor bu. Gönlümüzse hep orada zâten. Çünkü, orası bizim hamurumuzun yoğrulduğu yer. Millî-mânevî anlamda ne gibi kazanımlarımız varsa tüm bunların şekillendiği yerdir Ordu İmam-Hatip Lisesi. Öncelikle, tüm olumsuz telkinlere rağmen beni buraya veren anne-babama her zaman duâcıyım. Tekrar okumam gerekse kendi isteğimle kendi adıma tekrar orada okumayı isterim. Çünkü insanın dînini derinlemesine öğrenmesi her bakımdan avantaj. Dînin de hep birlikte, coşkuyla öğrenileceği yer de okul. Sonra öğrenirim demek işi şansa bırakmak olur ki, her babayiğidin kârı değil. Çünkü, hayâta atılınca zaman ayırmak çok zor. işte şimdi, kitap okumaya ne kadar zaman ayırabiliyoruz ki?! Bu anlamda kendimi şanslı kâbul ediyorum. Tabiî, bir o kadar da sorumlu. Yüce Mevlâ cümlemizin sonunu hayırlı eylesin. Âmin…

                   O gün, cumâ da olması hasebiyle orada, Ordu İHL’de bulunma ihtiyâcı hissettim. Ayrıca, emekli olduğum zaman Hazırlık sınıflarında okuyan ve dolayısıyla aynı sınıfta birlikte ders yaptığımız son öğrencilerim mezun oluyorlardı. Onlar, tanıştığımız son öğrenciler. Aynı sınıfın havasını teneffüs etmediğiniz öğrenciler sizin daha önce burada görev yaptığınızı bilseler de aslâ öğretmen-öğrenci sıcaklığı oluşması mümkün olmuyor. Nitekim okula gittiğimizde eski öğrenciler koşuşup gelirlerken, yeniler yanımızdan geçip gidiyorlar öylesine. Böyle olması da çok doğal ve hepimizin bulunduğu her türlü konum ve çevrede yaşadığı sosyal vâkıa da bu. Biz de, öğrencimiz olanlara doğrudan selâm verirken, diğerlerinin ilgisine bağlı oluyor merhabalaşmamız. Her neyse…

                   -     Hocam, nerdesiniz yâhu. Özlettiniz kendinizi. Bu sene yarışma da düzenlemediniz. Ne güzel, bol bol kitap kazanıyorduk.

                   - Bunlar ne çocuklar? Karne değil mi? Bir bakayım!

                   - Buyurun hocam.

                   - Hani bunlarda kaç kitap okuduğunuz yazmıyo!

                   Öylesine, espri mâhiyetinde o an dilimden dökülen bu cümleyi daha sonra düşündüm. Gerçekten, ders notu  gibi, ciddî bir gözlemleme ile, kitap okuma konusunda da bir not düşülemez mi karnelere? Türk Klâsikleri, Doğu Klâsikleri, Batı Klâsikleri gibi kitap türleri belirlenerek. Bal gibi de olamaz mı? Neden olmasın?

                   Yeğenim KübrâNur başta olmak üzere bir çok öğrencimiz etrafımı çevirdiler. Hâtıra fotoğrafı çekinmek istediler. Öğretmen arkadaşlarla hasbihâlden sonra erkek öğrencilerimizle berâber Cumâ Namazına gittik. Eskiden olduğu gibi, İHL Tatbikât Câmiinde yine hep berâber namaz kılmanın mânevî hazzını yaşadık.

                   İkindiden sonra telefonum çaldı. Pansiyonda kalan öğrenciler okul dağıldığı için dışarıda yemek yiyeceklermiş. Mâlum, üniversite imtihanından dolayı burada kalmak durumundalar. Yurtta da yemek çıkmıyor artık doğal olarak. Beraber bir arada bulunmaktan memnun olacaklarını belirttiler. Gittim. Güzel oldu. Yemekten sonra da dondurma yedik birlikte. Ben, yeğenimin mezûniyet törenine katılacağımı söyleyerek izin istedim. Hep birlikte kalktık. Şimdi onlar ümitlerinin yolundalar. Yüce Rabbim umduklarına nâil eylesin. Dünyâda da, ukbâda da yâr ve yardımcıları olsun. Onların, bizlerin; hepimizin…

                   Sözü bayağı uzattık. Kısa bir akrostişle bugünkü yazıyı bağlıyor, öğrencilerimize bundan sonraki hayâtlarında hayırlı üstün başarılar, bereketli ömürler diliyor, selâm, sevgi ve  saygılar sunuyorum.

-AKROSTİŞ-

 

Allâh hayr’eylesin cümlemizin sonunu

Karnemizde notlar hep iyi olsun

Rızâsına erdirsin lütf u keremle

Okuyanlar okunacak Kitab’ı bulsun

Sırât-ı Müstakîmdir gidilecek yol

Tâki insanoğlu, ateşlerden kurtulsun

İslâm’a teslim olanlardan kıl YâRabb

Şefâate, işte böyle erenler gülsün…

 

 

KINALAR, DÜĞÜNLER;

GEÇİP GİDİYOR GÜNLER!..

 

                   Geçtiğimiz Cumartesi akşamı biri düğün, birisi kına olmak üzere iki cemiyete katıldık. Her ikisiyle de, öğrencilerimiz olmaları dolayısıyla ilgiliydik. İkincisiyle komşuluk bağımız da var. Böyle bir ilgi ve bağlantı olmasa bile, dâvet edilen her yere gitmeye çalışıyoruz elimizden geldiği kadarıyla. Çünkü bu hem dînimizin, hem töremizin, hem de insan olmanın bir gereği. Hayât insanlarla yaşanınca güzel. Mutluluklar da, hüzünler de paylaşılınca anlam kazanıyor.

                   Hâlen Ulubey-Belenyurt Câmii İmam-Hatipliği görevini yapan, aynı zamanda öğrencimiz olan Muhammed DUMAN Hoca’nın kız kardeşi, vakıf faaliyetlerimize çok katkılarda bulunan Meryem Hanım Kızımız’ın Güzelordu Salonu’ndaki düğününe uğradık önce. Epey bir süre orada kaldıktan sonra köyden komşumuz, Emniyetten emekli Ahmet ULUSOY’un kızı Cânan Hanım Kızımız’ın Umut Hastânesi arkasındaki evlerinin önünde icrâ edilen kına merâsimine katıldık. Tüm köylü komşularımız oradaydı hemen hemen. Bu tür merâsimlere katılmak bu anlamda iyi oluyor. İnsanlar bir birini unutmamış oluyor. Komşuluklar, dostluklar, hâtıralar tâzeleniyor. Köy, kök ve toprak şuuru güçleniyor. O akşam da öyle oldu. Düğün için İstanbul’dan gelenler de vardı.

                   Kınada, hem de çarşının ortasında güzelim köy usûlüyle yahnili, keşkekli, tatlılı, börekli zengin bir yemek ikrâmı da yapıldı. Köyden komşuların imece usûlüyle yardımlaşarak ve şakalaşarak tam bir düğün havası estirmeleri bizim milletimize has özelliklerden olarak o akşam en güzel örneklerinden birini sergiliyordu. Yatsı ezanı okundu. Namaza gidenler geldiler. Yemek ikramı devam ediyordu. Bir yanda sohbetler kaynıyordu. Hasretler gideriliyordu. Siyâsetten ekonomiye açık oturumlar icrâ ediliyordu. Bir yandan da kınacılar kendi âlemlerine dalmış gidiyorlardı.

                   Derken, köyden kına getiren erkek tarafı,  kafasının üstünde ışıklı bir tepsi olan bir vatandaşın öncülüğünde(!)  mevcut hengâmın tam ortasına daldılar. Kalabalık yeniden hareketlendi. Dikkâtler oraya toplandı. Dâmat da yakışıklıymış hani! Meraklı gözler biraz oralarda dolaştıktan sonra, kenarlardaki sohbet âlemleri kendi mecrâsına döndü tekrar.

                   Erkek evinin köyde yaptığı düğünde iki davul varmış. Ancak buraya gelmelerine müsâde edilmemiş. Belki de şehirde uygun olmaz diye, bilmiyoruz. Aslında, eğer çalgı olacaksa ve bir tercih söz konusuysa, davul hem geleneksellik hem de gürültü bakımından mevcutlardan daha uygun gözüküyor. Yüksek sesli kolonlar gerçekten yer yer çok rahatsız edici olabiliyor. Neredeyse kulakları patlatacak gibi oluyor. Neyse, iş oraya varmadan, kınalar kız tarafına tevdî edildi. Biraz daha oyunlar oynandı. İkramlar yapıldı. Gelenekler yerine getirildi. Köyden gelenlerin peşinden bizler de oradan ayrıldık.

                   Sabah da, yine köyden komşumuz olan erkek evi tarafının düğününe katılmak üzere Eymür’e gittik. Düğün çok kalabalıktı. ULUSOY âilesi gibi, bu âile de çok sevilen, çalışkan, helâlinden kazanmaya azamî gayret gösteren, tüm fertleriyle edepli insanlardan oluşuyor. Balcı Zeki kardeş çocuklarına hem dînî, hem de dünyevî ilimleri vermeye çalıştı. Bugün evlendirdiği ve bizim de İmam-Hatip Lisesi’nden öğrencimiz olan oğlu Serkan köyümüzün ilk hâfızı olmasının yanında, hakîkâten ağırbaşlı, edebli, olgun bir delikanlı.

Örneği günbegün azalan, millet olarak çok muhtaç olduğumuz, yüzü kızaran cinslerden. Hâfızlık ve okul yanında, yazın doğulara arı götürürken Allâh ona bir yandan da İlâhiyât Fakültesi’ni bitirmeyi lûtfetti. Allâh sayılarını artırsın. Çukurova Üniversitesi’nde okurken, bu arada staj için Ürdün’e de gitti. Duyduğum kadarıyla, göreve atandıktan bir müddet sonra gittiği ve kısa dönem yaptığı askerden yeni dönmüş. Mesûdiye’nin Üçyol Beldesi’nde İmam-Hatip olarak görev yapıyor. Düğününe ta oradan bir otobüs dolusu dâvetli gelmişti. Çok az görev yapmasına rağmen kendisini sevdirmiş. Oradan gelen yaşlı-başlı amcalar, onun onlara yaptığından daha çok hürmet ve sevgi gösteriyorlardı Serkan’a. Ne mutlu!

                   Düğünü de çok güzel oldu. Hasan KAHRAMAN düğün kâhyâsıydı. Osman KARACA da Ombudsman! Pardon, Hediye faslı takdimcisi! İkisi de görevlerini esprilerle süslediler. Düğüne renk kattılar. Her şey güzel cereyân etti. Her şey, özellikle böyle günler eşle, dostla güzel. Sözün özü, Eymür Köyü, 25 Mayıs’da müstesnâ günlerinden birini daha yaşadı. Yüce Rabbim örneklerini çoğaltsın!

                   Bu vâdîde, daha çok şeyler söylenebilir. Âile ve evlilik konusu ülkemizin en önemli konusu bence. Ancak, sözü uzatmak istemiyorum. Yüce Rabbim, İslâm Dünyâsı’na asırlarca öncülük etmiş aziz milletimize böyle yetişmiş, olgun, ağırbaşlı, eğitimli, anlayışlı, edepli eşlerden oluşan nice âileler kurmayı nasip eylesin. Bir birine çok münâsip bu iki güzel gencimize, hayırlı, uğurlu, uyumlu ve maddî-mânevî anlamda verimli âile yaşantıları, sonsuz mutluluklar nasîp eylesin.

                   Sevgili gençlerimizi ve âilelerini kutluyor, hep birlikte nice mutlu günler yaşamalarını, sonsuzlukta da güzellikler ve nîmetlerde buluşmalarını dilerken, kendilerini bir akrostişle selâmlıyor, zaman zaman duâlarda yer almak temennîsiyle selâm sevgi ve saygılar sunuyorum:

 

            CÂNAN İLE SERKAN

 

Cânan’ı duyar duymaz vermiş karârı Serkan

Âşık olurmuş zâhir, kulaklar gözden evvel

Neylesin, zaman gelmiş; canlara cânan gerek

Aynını yaşadılar gelenler bizden evvel

Nerede, nasıl çıkar bilemezsin karşına

İlâhî bir kaderdir; yokuştan, düzden evvel

Lûtfudur Yüce Rabbin eşler biribirine

Emânettir demeli; nizâdan, nazdan evvel

Serkan Bey, Cânan Hanım; oldular bir âile

Evlilik sabır ister; sözden ve cazdan evvel

Rabbim mutlu eylesin, hem dünyâ hem ukbâda

Kâlpler zengin olmalı, çoktan ve azdan evvel

Allâh’ın lûtfu size böyle güzel evlilik

Nîmete şükretmeli, nazdan, niyâzdan evvel!..

 

 

DİLEK ÇİÇEKLERİ

 

Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm

 

Es’Selâmü aleyküm ve Rahmetullâh    12 Mayıs 2005

 

                   Değerli öğrencim;

                   Hâtıra defterinize yazacaklarıma, hepimiz için sonsuza kadar ışık olacak, dünyâ ve âhiret hayâtımızın mutluluk iksîrini içeren kutlu sözlerle başlamak istiyorum:

 

“Kıyâmet alâmetlerinden bâzıları;

İlmin kaldırılması,

Bilgisizliğin yayılması,

İçkinin çokça içilmesi

ve

Zinânın açıktan yapılması!”

HADİS

“Âlimler, peygâmberlerin vârisleridir.”

HADİS

                   1.Hadisin anlam ve mesajı çok açık: Bugünkü toplumumuzda, sayılan bu maddelerin hepsi de fazlasıyla var. Hepsi de kanserojen maddelerden çok daha tehlikeli. Hem bizim için, hem toplum için, hem ülkemiz hem de tüm insanlık için. Dünyâ hayâtı îtibârıyle de, âhiret îtibârıyle de! Yüce Rabbim bizleri ve nesillerimizi, tüm İslâm Âlemini bu hadîs-i şerifte işâret buyurulan olumsuzluklar ve vahim sonuçlarından muhâfaza buyursun. Âmin.

                   2.Hadis ve anlamına gelince; Âlimler tayfasına bizler de giriyoruz bu zamanda. Öyle ya, çevrene bir bak bakalım. Din konusunda senden daha eğitimli olan var mı? İmam-Hatiplinin olduğu yerde başka kim olabilir din adına üzerine görev düşen? Olmadığına göre, o çevredeki vâris, yâni din âlimi sensin demek ki! Bu bizim için bir şeref ve büyük mazhariyet. Lâkin, hakkını verebilene ne mutlu! Yüce Rabbimiz bu şuurla yaşamayı ve başarılı olmayı hepimize nasîp eylesin!

                   İlmin kaldırılması ve bilgisizliğin yayılması konularına vurgu yapan1. Hadîsi de göz önünde bulundurunca, ikisini bir arada değerlendirdiğimizde, vâris olduğumuz gerçeğinden kaçamayacağımıza göre, üzerimizdeki yükün ağırlığını hesaplamaya bugünün hesap makinelerinin kâfî gelmeyeceği, diğer bir ifâdeyle, bu hesabın dilinden anlamayacağı açık! İşin ciddiyeti ortada. Allâh bize acısın ve vârisliğin hakkını verme husûsunda yardımını esirgemesin inşâllâh…

                        Dilek ÇAKIR Kızımızın bunun şuur ve farkında, aynı zamanda çevresinde bu görevi îfâ edebilecek şahsiyet, husûsiyet ve kâbiliyete sâhip olduğuna inanıyor, kendisinin hayâta bakışının hep böyle tebessümle devâm etmesi, sonucunun da ebedî saâdet olmasını diliyorum. Kendisini, adına yazdığım bir akrostişle uğurlarken, Yüce Rabbimizden sırât-ı müstakîm üzre, bereketli gayretlerle dolu hayırlı uzun ömürler niyâz ediyor selâm ve sevgiler sunuyorum:

-AKROSTİŞ-

Derdimizi anlatabildik mi bilmem

İçimizde dâim güzel dilek var

Lûtfetti Yüce Rabbim bizlere

Ebediyet yolunda çarpan yürek var

                       ***

Kimler öğrettiyse, Hak râzı olsun

Çıktığı yollarda saâdet bulsun

Allâhım ne olur nesil kurtulsun

Kuyu kazan sonsuz kazma-kürek var

                       ***

Işıksız, karanlıkta kılmak isterler

Rûhumuzu söküp almak isterler

Dînimi-diyânetimi silmek isterler

İnsanları îkâza mutlak gerek var

                       ***

Lâyık olmalıyız verilenlere

Erişmek için Hz. Peygâmbere

Komşuluk nasîp et Rabbim bizlere

Çâresiz, sâhipsiz boyun bükmek var

                       ***

Allâhım, yardım et; koru sen bizi

Kaymadan, sapmadan gidelim izi

Işıtsın İmam-Hatip, yine ülkemizi

Rûhsuz gidişlerde, eyvâh demek var!

                       ***

Sevgi ve mutluluk doğuyor nerden

Elbette Allâh’ın dediği yerden

Lâmbanın ışığı hangi eserden?

                                    Âlemden nasipsiz gelip geçmek var

                                                           ***

Merâmım bir mesaj akrostişlerde

İlim-irfan yaşatılmalı düşlerde

Lâf değil icraat olmalı işlerde

En son, emânetten hesap vermek var!...

 

 

 

GEVEZE, GÜRCÜ, HIRÇIN!

 

                   Dilek ÇAKIR kızımızın hâtıra defterine DİLEK ÇİÇEKLERİ’ni yazdığım sayfanın yanında ilginç, ilginç olduğu kadar da özgün ve sevimli bir metinle karşılaştım. Bugün, arkadaşlar arasındaki muhabbete ve okullarımızın arkadaşlık ve sevgi ortamlarına örneklik teşkil etmesi bakımından, bir okul ve sınıf arkadaşının diğerine yazdığı samîmî ifâdeleri sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki sizler de bu cümlelerde çocukluk ve gençlik yıllarınıza gidecek, o çağların dost sıcaklığını bulacaksınız. Yüreğinizde şimdi her biri bir tarafa dağılmış arkadaşlarınızın hâtıralarının ılıklığını hissedeceksiniz! Yazı şöyle:

 

                   Çakır gözlüm benim;

Eveeeet, geldik bir programın daha sonuna. Pardon, su gibi akıp geçen 4 yılın sonuna.

Acı, tatlı, mutlu, eğlenceli geçen dört yıl. Koskoca dört yıl ne çabuk geçti, değil mi?

Okula başladığımızda, nasıl geçecek dediğimiz kocaman dört yıl!

Geriye dönüp bakıyorum da; güzel günler geçirmişiz be Çakır’ım!

Hiç farkında olmadan birbirimizin gönlüne nasıl da yer etmişiz?

Şimdi nasıl kopacağız?

Allâh(CC)a binlerce şükür ki senin gibi, sizler gibi arkadaşlarım oldu.

Bunca güzellik, bunca iyi insan!

Acabâ ben bunları gerçekten hak ediyor muyum diye düşünüyorum!

Bu okula gelene kadar içten seven, yüzü kâlbiyle gülen böyle arkadaşlarım olmamıştı.

Allâh (CC) hepinizden ayrı ayrı râzı olsun…

                   Çakır’ım be, özleyeceğim seni!

Senin gibi biri nasıl özlenmez ki!?

İnan, içimdekileri bu deftere dökemiyorum.

Bunun için defterler, kalemler yetmez!

                   Yaa, bi tânesin be Çakır’ım!

Benim için yaptıklarını hiç unutmayacağım! Çöpçatan arkadaşım benim!

İleride gazeteci olursan hiç şaşırmayacağım! Neyse,işin gırgır ve muhabbeti bu!

Bilerek ya da bilmeyerek seni zaman zaman üzdüğümün, kırdığımın farkındayım.

Kusura bakma. Hakkını helâl et.

Bu düşüncesiz arkadaşın, bâzen, bâzı şeyleri düşünemiyo işte!

Bu cümleyi okuduktan sonra, “Hiç şaşırmadım!” diyeceğini tahmin ediyorum.

                   Çakır kardeşim:

Birbirimizi rahat bırakmayalım olur mu? Arayıp soralım!

Düşünsene; o kadar sene canciğer arkadaş olup da daha sonra birbirini görünce selâm bile vermeyen nice insan var. Ne kadar acı değil mi?

                   Biz onlardan olmayalım be Çakır’ım!

Sana bi şekilde ulaşamadığım zamanlar olsa bile hep içimde olacağını sakın unutma! Hepinizin şu gönlümde ayrı ayrı yerleri var.

Seni çok sevdiğimi ve dâimâ seveceğimi biliyorsun.

Sen de aynı şeyleri düşünüyorsundur umarım.

İleride bir gün;

                   “Benim bir arkadaşım vardı; geveze, gürcü, hırçın(senin tâbirinle…) bir arkadaş…”  diye beni hatırlar mısın bilmem!?

                   Yaa, Çakır’ım.

İnsanın içindekileri bir kâğıda dökmesi o kadar zor ki!

Bir de, bâzı şeyler kâğıda dökülmez, değil mi?!

Onun için, yazdıklarımı okuduğunda, “Sâdece bu kadar mı?” deme sakın!

Yazım için de kusura bakma. Şu an ellerim titriyo inan ki!

Duygularım yoğun. Heyecanlıyım! Öyle ya, ayrılık vakti bu an!

Can-ciğer dostların ayrılığı kolay şey mi?!

Yukarıda da belirttiğim gibi, bir programın sonuna geldik.

Ne yazık ki, o programı bir daha izleyemeyeceğiz! Yaşayamayacağız!

Şimdilik yazacaklarım bu kadar.

Dileğim; bundan sonraki hayâtında başarı, mutluluk, sağlık peşini hiç bırakmasın!

Cenâb-ı Allâh yâr ve yardımcın olsun. Unutulmamak ve hep hatırlanmak dileğiyle…

                   Hoşça kal Çakır arkadaşım!...

 

                   11.05.2005/Çarşamba

Gezgiç arkadaşın Nurşen

 

                   İki arkadaş arasındaki bu içten diyalog ve muhabbet bir akrostişi daha hak etti değil mi, sizce de?! Diğerini, DİLEK ÇİÇEKLERİ adlı akrostiş yazısında daha önce vermiştim. Sevgili öğrencilerimizin hakîkâtli muhabbetlerinin sonsuza dek sürmesi dileğiyle tekrâr sevgi ve saygılar sunuyor, her ikisine de iki cihan saadetleri temennî ediyor, sizleri bu 2. akrostişle baş başa bırakıyorum:

                                   AKROSTİŞ

Dört yıla şöyle bir bakınca şimdi

İçimize işlemiş yer görüyorum

Lütuflara şükür edâ etmeyi

Elhâk, doğrusu zor görüyorum

Kandiller tutuştu yüreğimizde

Çerağlar yakıldı; kor görüyorum

Anladık hayâtın hakîkâtini

Kimseyi ne hakîr, hor görüyorum

Işığımız Kur’ân; sönmez aslâ, hiç

Rasûlün izinde nur görüyorum

Ardına düşmüşüz Hak kervanının

Sahabeyi ümmete yâr görüyorum

Elhamdü lillâhi alâ külli hâl

Leylâ var; Mecnûnlar var görüyorum

Âşıklar “ leylâ, leylâ!” derken, Mevlâyı bulur

Mecrâlarını, -inşâllâh- lâlezâr görüyorum…

 

 

GELİN OLDUN DA GİDİYORSUN HA KIZ!

 

Allâh’a şükür, tüm olumsuz gayretler ve manzaralara rağmen ülkemizde evlilikler çığ gibi. Yaz boyu yoğunlaşan düğünler diğer mevsimleri de neş’esinden mahrûm bırakmıyor elhamdülillâh.

 Evlilik başlıbaşına bir konu. Îmandan sonra, en hassas meselelerden biri. Her evliliğin, toplumun temellerine atılan bir perçin mesâbesinde olduğunu söylemek mümkün rahatlıkla. Lâkin, evliliğin mânevî boyutuna yabancı kalan nesiller, onu bir romantik olay, ya da ekonomik ortaklık olarak algıladıkları için, kurarken de, yaşarken de, boşanırken de ölçüleri hep ölçüsüzlük oluyor.  Hattâ, çoğu defâ, nikâh boyutu hiç değerlendirilmeye tâbî tutulmayan bir paylaşım ve birliktelik olarak görülüyor.

 Zamanımızdaki boşanmalar ve sebepleri de bu bağlamda yorumlanmaya açık çok derin bir konu. Kanayan ve oluk oluk akan bir yara. Ancak biz, “Nikâh benim sünnetimdir. Kim ondan yüz çevirirse bizden değildir!” diye buyuran bir Peygâmberin ümmetiyiz. Her zaman nikâhtan, evlilikten yanayız. Ne kadar çok olursa, hem ülkemiz, hem toplumumuz, hem de gençlerimiz adına seviniyoruz.

Zaman zaman, yoğun günlerde düğünden düğüne koşmaktan yorulduğunu ifâde edenlere;

- Keşke gençlerimiz ahlâk, iffet ve nâmuslarıyla evlensinler de, biz her türlü yorgunluğa râzıyız! Şeklinde karşılık veren insanlarımızın bu esprili yaklaşımlarına gönülden katılıyorum.

           Yüce Rabbim bu müesseseyi bütün güzellikleriyle korumayı ve sürdürmeyi nasîp eylesin toplumumuza. Mevlâmız, tüm evlenenlerin yardımcısı olsun. Mutluluklarını dâim ve sonsuz eylesin.

            Bugün sizlerle, evimizde gerçekleşen ilk evliliğin duygularıyla kaleme aldığım bir şiiri paylaşacağız. Biz 7 kardeşiz. İlk evlenenimiz kız kardeşlerimizden biri oldu. Sanki bir parçamız kopuyordu. Âilemizin bütünlüğü bozuluyordu. Akışı değişiyordu.

            Bu şiiri daktiloyla yazdım. Çerçeveletip kendilerine verdim. Şiir beğenildi. Fotokopi olarak elden ele dolaştı. Bize âit olan duygular, herkesin hissiyâtının tercümânı olmuştu. İnşâllâh sizler de beğenirsiniz. Yeni kız verenler, ya da verecek olanlar mendil hazırlamadan okumasınlar! Buyurun, işte şiir:

 

BAHÇE DEĞİŞTİREN ÇİÇEĞİMİZE…

-Sevgilerle-

 

Gelin oldun da gidiyorsun ha kız

Bırakıyorsun ha bizleri yalnız!

Annen yaşlar döküp ağlamaz mı kız?

Kalanlar karalar bağlamaz mı kız?

Birlikte elele az mı oynadık?

Kış geldi soğuduk, yazın kaynadık!

Baharları bahçelere çıkardık

Çağlayan sularla biz de akardık

İnek otlatırdık yol boylarında

Tarlayı yakardık güz aylarında!

Küçük büyük, kardeşlerin koşardı

Bizimle birlikte oynar coşardı

Ağlayarak ayrılırdık kimimiz

Yine de dolardı sevinç içimiz!

Demek o günleri mâzîye verdik

Demek günler geldi, gerçeğe erdik

Ağlamakmış sonu bu gülüşlerin

Demek, gitmesi de var gelişlerin!

Gidiyorsun; günler yine geçecek

Ama bilmiyorsun, nasıl geçecek?!

Güneş de doğacak, yağmur yağacak

Yanaklarsa, göz yaşları sağacak!

Kuşlar yine ötecek bahçelerde

Hani, çiçek nerde, gül nerelerde?

Evimizde dönen uğur yok şimdi

Kanatlar kırıktır, huzur yok şimdi!

Ey gül, bahçeyi değiştiriyorsun

Gidip, her şeyi değiştiriyorsun!

Gidiyorsun; evimiz değişecek

Gidiyorsun; eviniz değişecek!

Gitme demek, bilmem olur mu söyle?

Yüce Mevlâmızın dileği böyle!

Çeyizin hazır gülüm, gidiyorsun

Başka gitmekler de var; biliyorsun!

Af dileriz, olduysa kusûrumuz

Ey göz nûrumuz, gönül sürûrumuz

Allâh’tan ebedî huzur dileriz

Hayırlı yolculuk, uğur dileriz

Git gülüm git, dünyân bereket olsun

Âhirette de mekânın Cennet olsun!..

 

Ağabeyin: Nûri KAHRAMAN

30.5.1981

ORDU

            Söz çok uzadı gâlibâ. İsterseniz bu da, akrostişi olmayan bir AKROSTİŞ yazısı olsun. Ama, hâtıra özelliği zengin. Bilhassa, yaşı 40 ve üzeri olanlar, bu mısralarda gezinirken, çocukluk hâtıralarını canlandıracaklar hayâllerinde. İnek yaydıkları, tarlalarda gevük yakıp üzerinden atladıkları, kışın kızak kaydıkları… günlere gidecekler.

            Tabiî nefesleri yeterse!...

-          Derin nefes al, tut nefesini!

 

BİR DÂVETİYENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

Dâvetiyeyi elime aldığım ilk anda ben de yadırgamadım değil doğrusu. Yapılan işin yanlış olduğunu söylemek istemiyorum. Alışılmışın dışında bir mâhiyeti olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Bir yakınımıza âit olduğu için de gerek dükkânlarda, gerekse evlerde, söz ve değerlendirme konusu oldu dâvetiye. Çünkü farklı bir tarzı vardı.

Kimileri okumaya çalıştı, fakat kelimelere dili dönmedi.

-          Adaaam sende! Ne gerek var böyle şeylere?

Deyip kenara bıraktı. Kimisi sabırla okudu telâffuzda zorlanarak. Ancak, bir şey anlamadığını söylemeyi de ihmâl etmedi. Konuyu değiştirdi. Tarza anlayışla yaklaşanlar bile;

-          En güzeli, uslûp neyse onu yazmak. İnsanlar böyle şeylere iltifat etmiyorlar. Bence böylesi gereksiz. Vatandaşı zahmete sokmanın âlemi yok! Şeklinde değerlendirdiler olayı.

Evet, doğru. Vatandaş hiç zora gelmiyor. Her şey kestirmeden olacak. Artık her şeyi basite alıyor. Evliliği bile. Hâlbuki, hayâtın en önemli şeyi evlilik. Onu evcilik gibi algılamak hatâların en büyüğü. Artistik bir olay olarak görmek ise insanın kendisine ve topluma yapacağı, hattâ ülkesine karşı yapacağı en büyük kötülüklerden biridir. Çünkü âile toplumun temelidir ve aslâ hafîfe almaya gelmez. Ciddiyet ister. Yaparım. Olmazsa bozarım şeklinde çocuk oyuncağı olarak değerlendirilmemesi gerekir. Bu evlenenler için çözüm olarak görülebilir ama ya çocukların durumu ne olacak? Kaderin getirdiği noktada söyleyecek söz olmaz, lâkin; işi önemsememek, Allâh’tan yardım dilememek, nikâhın kutsiyet ve ciddiyetini göz önünde bulundurmamak, mutluluğun sonsuzluk boyutunu hesâba katmamak, dînin ölçülerini aklından bile geçirmemek sûretiyle yanlış ölçülerin getirdiği noktada yapılacak olan nedir? 

 

Nev-i beşerin hayât-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zenberek

ve dünyevi saadet için bir cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise; âile hayâtıdır.

Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyâsıdır

ve o hâne ve âile hayâtının hayâtı ve saâdeti ise;

samîmî ve ciddî ve vefâdârâne hürmet

ve hakîkî ve şefkâtli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir

ve bu hakîkî hürmet ve samîmî merhamet ise;

ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir berâberlik

ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta

birbiriyle pedârâne, ferzandan, kardeşâne,

arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir…

Risâle-i Nur Kiliyâtından

Sözler 97

 

Eğrekçi ve Kalpaklıoğlu Ailelerinin

Velîmesinde duâ için

Teşriflerinizi temennî ederiz.

 

Babası                                                         Babası

Fezai EĞREKÇİ                                Turhan KALPAKLIOĞLU

 

Tarih: 03 Ağustos 2008 / Pazar

Yer  :  EBUBEKİR SIDDIK CAMİİ SALONU     

Gebze-KOCAELİ

Düğünümüz Yemeklidir

 

KİMLER ANLIYOR BİZİ?...

 

BİSMİLLÂHİR’RAHMÂNİR’RAHÎM

Sevgili Mücâhit;

Hz. Enes’in (ra) rivâyet ettiği iki  Hadîs-iŞerîf’le  söze başlamak istiyorum:

“Biriniz Rabbi ile konuşmak istiyorsa, Kur’an okusun.” DEYLEMÎ

“Allâh bir kimse hakkında hayır dilerse, onu dinde bilgi sâhibi ve anlayışlı kılar.

Dünyâya değer verdirmez ve kusurlarını kendisine gösterir.” BEYHAKÎ

İnşâllâh bizler, bu hadislerin işâret ettiği kişilerden olmaya çabalar,

bu mazhariyete lâyık olma bilinciyle hareket etmek sûretiyle hem dünyâsını,

hem de âhiretini –Allâh’ın izniyle - mutluluklarla donatanlardan oluruz.

Yüce Mevlâdan sana, bu minvâl üzere hayırlı, bereketli uzun ömürler diliyorum. 

Bu duygu ve düşüncelerle,

değerli öğrencimiz, sevgili ümit çiçeğimiz Mücâhit ÖZDEMİR’imizi

hâtıra niyetine bir akrostiş şiirle selâmlıyorum:

 

- AKROSTİŞ -

4.5.04

 

                                   Seneler nasıl geçti, bir çırpıda bilmeden?

                                   Ellerimiz ayrılıyor, geldi çattı ayrılık

                                   Vedâ diyorlar buna, gerçeğin tâ kendisi

                                   Gelenler gider elbet; ve gözyaşı, hıçkırık

                                   İmam-Hatip Lisesi, mutluluklar okulu

                                   Lâkin, sevgisizlere kâlbimiz biraz kırık!

                                   İnşâllâh bir gün gelir, herkesler anlar bizi

                                   Millet bastı bağrına, uzun zamanlar bizi

                                   Üzdüler has evlâdını, millete rağmen

                                   Canlar cânı bilirken canlar, cânanlar bizi

                                   Âhımızı alanlar iflâh olurlar mı ki?

                                   Harlı duâlarına katar insanlar bizi!

                                   İmam-Hatipli olmak, ayrıcalık bilene

                                   Târife sığdıramaz, değme lisânlar bizi

                                   Özüyüz mâzîmizin; istikbâlin, irfânın

                                   Zulmedenler oldu, gerçek anlayanlar bizi!

                                   Dolaştırdılar üstümüzde en ağır süreçleri

                                   Ezim ezim ezdiler, halka kızanlar bizi!

                                   Müslümanlık kor oldu, avuçlarda taşınan

                                   İnşâllâh bir gün anlar, yanlış yazanlar bizi!

                                   Rabbimize sonsuz şükür; hidâyet verdi bize

                                   Elbet utanacaktır, yakan kazanlar bizi!

                                   Sevmeyi çok gördüler; fazîleti, ahlâkı

                                   Evine varamadan, yolda sızanlar bizi

                                   Lûtfun çoktur bizlere ey Yüce Rabbim

                                   Âhirette güler mi, hep ağlatanlar bizi?

                                   Mutluluğun yolunu öğrendik sonsuz şükür

                                   İnşâllâh Peygâmbere vardırır yollar bizi

                                   Lâkin, yaşamak gerek; bildiklerimizi

                                   Evet, işte o zaman; şefâat tutar bizi…  

                                                                                  06.05.2004

                                                                                  Perşembe

Mücâhit Bey;

Pek önemsemediğimiz şu eğitim süreci içerisinde

çok önemli kazanımlar elde ettiğinizi zaman gösterecektir size.

Misyonumuzun önemini anladığınız anda

sizler de bunu zenginleştirmeye çalışıp

hayat çizginizi güzelliklerle bezediğinizde

pırıl pırıl bir geçmişe bakma imkânınız olacaktır gelecekte.

Bu da mutlulukların en büyüğü ve

sonsuz mutluluğun kapısını aralama vesîlesidir.

Sana, her yönüyle güveniyorum.

Çok yakından tanışmış değiliz ama,

kısa zaman içerisinde üzerimizde bıraktığın intibâ budur.

Her şeyden önce, samîmiyet ve doğallığınız önemli bir özellik

ve kâlp temizliğinizin bir nişânesi.

Sana, hayat çizginde başarılar diliyorum.

Sonsuzlukta, Hz. Peygâmber’in (sav) komşuluğunda buluşalım inşâllâh!

Arada-sırada da olsa duâlarda hatırlanmak ümidiyle

Sizleri tekrar sevgiyle selâmlıyor, ebedî saâdet dileklerimle

Allâh’a emânet olunuz diyorum…

 

Öğretmenin, Nûri KAHRAMAN

Ordu İHL Mes. Ders. Öğrt.

 

ERDEM ÇİÇEKLERİ

                   Es’Selâmu Aleyküm ve Rahmetullâh     03.05.1992

 

                   Kıymetli ve kâbiliyetli öğrencim;

                   Defterinden ayırdığın sayfa için teşekkür ediyorum. Güzel şeyler yazmaktan çok, hatırlarda güzel intibâlar bırakabilmektir önemli olan. Çünkü, kritikten ziyâde örnekliktir eğitimde aslolan. İnşâllâh hep hayırlarla yâdedilmeyi, güzelliklerle hatırlanmayı, duâlardan unutulmamayı umarım.

                   Sevgili delikanlı;

                   Sizler ve bizler, ilâhî sevgi çiçeklerinin açtırılmaya çalışıldığı bir ilim ve irfan yuvasına mensup olmamızdan dolayı ne kadar şükretsek azdır. Bizler, bahar işçileriyiz. (Çaba)mız ve (çapa)mız bahar içindir. Bu çaba ve çapanın verimliliği de (çap)ımıza bağlıdır. Bu okulda yapmaya çalıştığımız çapımızı geliştirmektir. Allâh(CC) muvaffak eylesin. Ne kadar çok çiçek filizlendirirsek bahçemiz de o denli engin ve zengin olur. Dünyâdayken açtırılacak bu rengârenk çiçekler, Hak rızâsı atmosferinin bir meyvesi olacak olan hakîkî bahçenin, vaat edilen Cennet bahçelerinin habercileri olacaktır.

                   Yüce Allâh(CC) bizlere, bahşettiği bu fazîlet yuvasının ve ondan kazandığımız bilgi, görgü ve terbiyenin kıymetini anlamayı ve bunları yaşamayı, dolayısıyla sonsuz mutluluklarda buluşmayı nasîp eylesin…. Âmin…

                   Sevgili yavrumuzu bu yuvadan uçururken, kendisini, adına yazdığım bir akrostişle uğurluyor, güzelliklerde buluşmak dileğiyle sevgi, saygı ve selâmlarımı sunuyorum.

                   Allâh’a(CC) emânet ol. Yolun ve bahtın açık olsun…

 

 

SELMAN ÇAPA’YA SELÂM İLE

 

Sevdânın tutuşturduğu ufuklardan doğar güneş

Eller devşirir en güzel çiçekleri, semâya açılan

Lâleler okur şarkısını toprağın, rengârenk

Mâşûka götürür âşığı içindeki âhenk

Ağlamayınca gözler; aşka pişemez özler

Nûru, ziyâsı olmayınca, yavan kalır sözler

Çiçekler açabilir mi susuz çöllerde?

Ağla, ağla ki bahçeler yeşersin gönüllerde!

Puslanmayınca gökler, yağmur düşer mi acep?!

Akmıyorsa yaşlar, dalgalanır mı sevgiler?

Yapayalnızız demektir muhabbetimiz yoksa!

Ayrıyız demektir tüm dostluklardan, güzelliklerden

Sevmek; sevenlere sevgiyi sevdireni sevmek.

Evimizin kapıları, pencereleri açık olsun dâim

Lûtfu ilâhî olan sevgi rüzgârlarına

Âh çekmek, çekmemekten daha iyi

Mutlu sanmasın kendini, dertsiz olanlar

İkrâmın en ulusudur gâm, kadrini bilene

Lâyık olmak için “altından ırmaklar akan”a

Erdem çiçeklerini takmalısın yakana!

                  03.05.1992, Pazar 

 

                Öğretmenin; Nûri Kahraman

Ordu İmam-Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmeni