Nuri KAHRAMAN - Anasayfa
  - Arşiv
     - AKROSTİŞ YAZILARI, (İLK GÖZ AĞRISI Hayatı, yük ve sorumlulukları vechesiyle duyumsamaya meslekle birlikte başladığımı söyleyebilirim. 657’ye dâhil olana kadar geçen, her şeye rağmen âsûde olarak değerlendirilebilecek günlerin çerçevelerinde hep hayâllerin resimleri vardı. Ne zamanki memuriyet kulvarına girdik, hayat yepyeni çehresiyle, yepyeni çehreler çıkardı karşımıza. Ülkemizin bir ucundayken diğer bir ucuna savurdu bizi kur’âlar. İşin doğrusu, kura çekilerek atama yapılacağını öğrendiğim ve beni de kuraya davet eden resmî yazı adresimize ulaştığında, iş işten geçeli çok olmuştu. Çünkü, o zamanların mazot ve benzin yokluğunda zarf, elime ancak kur’a gününden bir hafta sonra ulaşabilmişti! Tayin yerimi telefonla öğrendim. Hem de hemen öğrenmek için “yıldırım” telefon yazdırdım. Çünkü, normal telefona yazılırsanız gün boyu sıranın size gelemediği çok oluyordu. Heyecan da var tabiatıyla. İlk defâ görev alacağız. Neyse, saatler sonra PTT’den aradılar. Bakanlıkla bağlantı sağlanmıştı. Kırklareli’yi duyduğumda, o zamanlar Ankara’nın bir ilçesi olan Kırıkkale şekillendi gözümün önünde ilk planda. Çünkü beklentim de Anadolu’ydu zâten. Hattâ, doğu ya da güney taraflarıydı. Batı hiç aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Zâten 4 yıl talebeliğimiz de İstanbul’da geçtiği için yüzümüzü Anadolu’ya, Ordu taraflarına doğru döndürmüş olmamız da normâldi. Daha sonra işin hakikatini anlayınca soluğu Boğaz’ın öte yakasında, 4 yıl teneffüs ettiğimizin gurbetin daha da batısında, Trakya’da aldık. 5 seneden fazla kaldığım bu görev yerimden Anadolu’ya tayinim çıktıktan sonra, nerelerde görev yaptığım söz konusu olduğunda, “Alamancı” dolayısıyla Avrupa’lı olmanın, bilhassâ o yıllarda Anadolu insanında oluşturduğu ayrıcalıklı olma duygusunun da etkisiyle olsa gerek; - 6 seneye yakın Avrupa’da kaldıktan sonra... diyerek başlardım anlatmaya espri mahiyetinde! Ama söz, esprisiyle de, gerçeğiyle de doğruydu. Gerçekten oralar, bizim buralara, hattâ tüm Anadolu’ya göre sosyal ve ekonomik anlamda Avrupa’ydı. Çocukluk yıllarımızın tatlılığı gibi, görevimizin çocukluk dönemi diyebileceğimiz ilk görev yıllarımız da heyecanlı ve güzel geçti. Severek ve inanarak icra etmeye çalıştığımız mesleğimizin ilk göz ağrısı olan Lüleburgaz, İstanbul-Edirne hattından tüm Balkanlar’a ve Avrupa’ya uzanan yol üzerinde, Anadolu’muzun bir çok ilinden daha fazla nüfûsa sâhip, tarihi, coğrafyası ve doğasıyla güzeller güzeli bir ilçeydi. Bu günkü mevcut şehrin bütününü içine alan dünün Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’nden sadece Cami ve Şadırvan bu güne intikal etmesine rağmen, bu haliyle bile görmeye değer. Balkanlara sefere giden Orduların mutlaka uğradığı ve Camiin avlu çıkışındaki kubbenin altında icrâ edilen mehter nevbetinin ardından dualarla uğurlandığı yerleri görmelisiniz. Avlunun çıkışındaki o kubbenin altından geçmelisiniz. Oradan çıkarken başınızı çevirip geriye, o güzelim şadırvana, oradan Sokullu Mehmet Paşa Câmiinin kubbe ve 112 badal olarak saydığım, kimisi kırılmış merdivenlerinden tırmanarak defâlarca içli ezanlar okuduğum zarif minâresine doğru bakmalısınız. Avlunun iç tarafında, sağ tarafa çizilmiş o muhteşem VAV hattını görmelisiniz. Daha câmiye girmeden sizi karşılayan sütunların arasındaki serin hasırlar üzerinde biraz oturup avluyu çevreleyen diğer sütunları ve şimdilerde kapalı olan ders odalarını temâşâ etmelisiniz. Avlunun yan girişleri üzerine kondurulan odalardan birinin mermer işlenerek yapılan pencere parmaklıklarının kırılarak soba borusu geçirilmiş manzarasını görünce yüreğinizin tâ derinliklerinden bir şeylerin koptuğunu hissederseniz, sizde medeniyetinize dâir bir takım kıpırtıların olduğunu rahatlıkla düşünebilirsiniz Evet, zaman zaman döneceğiz o günlere yazı formatımız gereği. Ancak, madem AKROSTİŞ dedik, bir akrostiş şiirle renklendirerek noktalayalım bu günkü yazımızı da: İLK GÖZ AĞRISI Lûtfetti Yüce Rabbim görevde bize Ülkemin şirin, güzel bir köşesini Lüleburgazdır adı, benzer şiire Esirgemez hiç, ıtırlı nağmesini Bir vakıf arâzisi, taşı-toprağı Uzakdan duyumsarsın mehter sesini Rasgele, her yerde hissedersin sanki Gâzîlerin, şehidlerin neşvesini Avlusunda Şadırvan; Sokullu Câmi Ziyâret et, Zindan Baba Türbesini İstanbul’dan Edirne’ye; yol üzeri Lüleburgaz’ın öğren efsânesini Köprüsü 7 gözlü; târih akıyor Görmeli hamamını, hem çeşmesini Öğretmenlikte benim ilk göz ağrımdır Rûhuma nakşetti hizmet neş’esini El sallayan çiçekler yol boylarında Vedâya salar varlık düşüncesini Ya, nasıl unuturum, kaçlarca çıkıp; Ezanlar okuduğum minâresini? Rabbim, Sokullu Külliyesi ehlinin İhsânıyla mağfiret eyleye, cümlesini!.. ACI AMA GERÇEK Bu defâ, 1980’in Ocak ayında Lüleburgaz Lisesi’nde göreve başladığım yıldan ve belki de öğrenci defterine yazılanların ilki olan bir hâtıra yazısıyla huzûrunuzdayız. Sizi, ilk görev yıllarının heyecanıyla kaleme aldığımız duyguların yansıması olan cümlelerle baş başa bırakıyoruz: Sevgili Öğrencim; Bana göre ideal bir öğrencisiniz. Ölçülü, saygılı, edepli davranışlarınız, çalışkanlığınız, sâdelikle birlikte giyim-kuşamdaki titizliğiniz, ve bunların bir meyvesi olan başarınız övgüye değer elbette. Unutulmamalı ki, hayat, anlamlı şeyler yapmakla anlam kazanır. Sana, bundan sonraki hayâtında da başarı ve mutluluklar diliyorum. Acı, çile ve ayrılıklarla dolu hayat çizgisinde bu pek mümkün gözükmese de her zaman bizimle olan ve bize bizden, şahdamarımızdan daha yakın olan dosta gerçek anlamda ve aşkla bağlanabilirsek tüm olumsuzlukları rahatlıkla göğüsleyerek sonsuz mutlulukları devşirebiliriz. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şahdamarından daha yakınız. KAF SÛRESİ: 16 Bu vesîleyle, defterinizde ayırdığınız sahife için teşekkür edip güle güle diyerek huzurundan ayrılırken sonu ebedî saâdet yurduna çıkacak bir hayat çizgisini sana nasîp etmesini Yüce Mevlâdan niyâz ediyor sevgi, saygı ve başarı dileklerimi sunuyor beğeneceğinizi umduğum bir hâtıra şiirle sözlerimi noktalamak istiyorum: -Acı ama gerçek- Acı ama gerçek Yolcuyuz biz bu dünyâda Gelip-geçiciyiz Şu altı yıl ötedeki Bu yolun ilk durağıydı Sonra orta durağa geldik Şimdi lise durağındayız Eninde-sonunda bir gün son durakta İneceğiz ansızın, istemiyerek Pek sevdiklerimizi Pek bağlandıklarımızı El ele “Tavşan kaç, tazı tut!” oynadıklarımızı Kol kola halay çektiklerimizi Bırakacağız, gözü yaşlı Evlerimiz ki, döşenmiştir; Her köşesi anlatmaya ayrı zaman ister Raflarda sıra sıra renk renk kitaplar Resimler duvarlarda Giysilerimiz sığmaz Vestiyerlere, dolaplara, gardroplara Üst üste yığılıdır Kilerde yiyecekler Buzdolabında içecekler Demeye varmıyor dilim ama neyleyim -Dost acı söylermiş- Bütün bu saydıklarımızı terk edeceğiz Gerçek yaşama yerine gideceğiz Eğer yapmamışsak görevimizi Taşın taşlığını Giysinin giysiliğini Dolabın dolaplığını yaptığı gibi Ne söyleyebiliriz? Ne yapabiliriz? Sorarsa Yaratan Sorarsa insanlıktan?! 23.12.1980 Lüleburgaz EZGİLİ YÜREK Fâtih Lisesi öğrencisi kızımız Ezgi GÜL’ün vefat haberi, hiç görmediğim ve tanımadığım hâlde, sanki âilemizden biriymişçesine etkiledi beni. Ezgi, başarılı bir yavrumuzdu muhakkak. Süper lisede okuyordu. Bunun meyvesi olarak 19 Mayıs kutlamaları çerçevesinde Ordu’lu gençleri temsîlen Ankara’ya gitmiş, Ordu toprağı götürmüştü. Nice düşleri ve hayâlleri vardı her genç gibi, şüphesiz. Ama, her şey bir anlıktı. Bir anda her şey bitebiliyordu. Nitekim, Ezgi’miz, bu gerçeğin son örneklerinden birisi oldu. Hiç hesapta yokken, âniden gelişip ölümle netîcelendiğini öğrendiğimiz bu olay bizleri, ister istemez derin düşüncelere sevk etti. Yaşantımıza baktım, peşinden koşulan işlere baktım, insanlığımızı değerlendirdim; bizim de içinde olup sorumluluğunu paylaştığımız toplumumuzun görüntüsüne baktım. Ekranlara baktım; gazetelerimize, dergilerimize, onlarda yer alan haberlere ve konulara baktım. Ezgi’yi ve Ezgi’leri, gençliğimizi, anne-babalar olarak ve bir öğretmen olarak sorumluluklarımızın boyutunu düşündüm. Kendimi sorguladım: Âile olarak, böylesi durumları göz önünde bulundurarak mı yaşıyorduk; her şeye hazır mıydık yâni?! Çocuklarımıza “Hava” duygusu, “Su” duygusu, “Ateş” duygusu yanında, “Toprak” duygusunu da dengeli bir şekilde verebiliyor muyduk? - “Yüksek olun!”, “Üstün olun!”, “Havalı olun!”, “Ateş parçası gibi olun!”, “Su gibi akın, engel tanımayın, çağlayın, çağıldayın, açılın!”, “Denizler, göller, okyanuslar, sâhiller sizi bekliyor!”, “Gezin, görün, yaşayın!” diyoruz ama, - “Topraktan geldik, yine toprağa gideceğiz. Havanız olsa bile havalanmayın! Hayâtı yaşayın ama, sulandırmayın! Ateş gibi olun, hareketli olun; ısıtın, ışıtın ama yakmayın! Ayağınız toprağa ersin!” şeklinde bir insânî ve sosyâl dengeyi ilhâm edebiliyor muyduk sergilediğimiz tavırlarla?! Havasız, susuz hayat olamayacağı gibi, topraksız da olamayacağı ortada. Öyleyse, bu unsurlardan hiç birisi ihmâl edilmemeli ki, dengeli bir hayâtı hep birlikte yaşayabilelim. Ezgi’nin cenâzesinde, başta arkadaşları olmak üzere gözyaşları sele dönüşmüştü. Öğretmenleri hıçkırıklara boğulmuştu. 23 Mayıs Salı günü, Kirazlimanı Câmii’nde kıldığımız namazda Ezgi için yapılan duâlar içtendi. Cemaatin âminlerindeki his kıvâmı, arkadaşlarının gözlerindeki temiz, güzel pırıltılar Ezgi’nin kâlbinin ve yolunun aynası gibiydi. Yetiştirenleri tebrik etmek gerekli. Ezgi’miz için samîmî ve yüksek sesle dillendirilen “İyi biliriz” şehâdetleri, onun iyilik ve güzelliğinin bir nişânesidir. Güzellikler ömürle sınırlı olmamalı ve değildir de. Âşık Veysel’in “Sâdık yârim” dediği, “Yine beni karşıladı gül’inen” dediği toprağa bir “Gül” olarak gitti Ezgi’miz. Üzerinde ne kadar tepinsek de, uygunsuzluklar yapsak da, adını duyunca suratımız buruşsa da, bizi de bir gün bağrına basacak ve orada en uzun tutacak olan da yine odur. Yaprakların düşmesi için illâ güzün gelmesi gerekmiyor. Bakarsınız, bir fırtına daha baharın başında, yemyeşil bir yaprağı almış götürmüş. Ezgi’mizde olduğu gibi. Sevgili yavrumuzu sonsuzluğa uğurlarken, kendisine Yüce Allâh’tan rahmet, anne-babası, öğretmenleri, arkadaşları, yakınları ve sevenlerine sabırların en güzelini niyâz ediyor, kendisini samîmî duygularımın ve duâlarımın ifâdesi olan bir akrostiş şiirle selâmlıyor, ebedî mutluluklar dileğiyle, saygılar sunuyorum. EZGİ GÜL’E Emin ol çok üzüldüm duyunca yavrum Zerâfet çiçeği solmuş bahârında Gönlünde götürdüğün güzelliklerle İnşâllâh geziyorsun lâlezârında Günâhlara dalmadan gittin tertemiz Ün yapmışsın hüsnünle halk nazarında Lûtfet Rabbim ebedî mutlulukları Ezgi’miz rahat uyusun mezarında!.. Nûri KAHRAMAN 23.05.2000 AHŞAP ANAHTAR’ın KADERİ Geçen hafta ortası Ankara’daydım. Aynı gün FâtihHan ÜNAL Bey de oradaymış. Fakat ben Ordu’ya döndüğümde öğrendim. Sn. M. Hilmi GÜLER Bey’in de Ordu’da olduğu bu günde İl Başkanımızın Ankara’da oluş sebebini iki gün sonra Ordu’da yaptığı ve Belediye başkanlığı aday adaylığı için İl Başkanlığı görevinden istifâsını açıkladığı basın toplantısı bağlamında öğrenmiş olduk. Hayırlı olsun. Bizim böyle şeyler haddimize değil. Burada bulunuş sebebimiz sâdece ve sâdece sağlık. Üç ayda bir kontrol için geliyoruz. Verilen randevudan bir gün öncesi akşamı saat 21.00’de otobüse biniyoruz. Sabah 6-7 arası Ankara’da iniyoruz. Önce hastânede tahlilleri verdikten sonra, öğleden sonraki konsültasyona kadar şöyle Kızılay’a doğru bir turluyoruz. Geçerken mutlakâ Sıhhiye’deki Türkiye Diyânet Vakfı Yayınevi’ne uğruyoruz. İsterseniz uğramayın. Tam yolunuzun üzerinde. Kültür ve irfânımıza hitap eden kitap, dergi vs. türünden her çeşit yayını orada görmek mümkün. İster alın ister almayın; incelemek serbest. Yeni yayınlarla tanışıyorsunuz. Gözünüz-gönlünüz doyuyor kitaplara. İllâki bir şeyler de alıyorsunuz netîcede. Kriz de olsa, eliniz boş çıkamıyorsunuz buradan. Kitaplardan mı utanıyorsunuz, kitapçılardan mı, yoksa kendinizden mi; bilemiyorsunuz! Bu defâ, evdeki herkese birer adet yayın düşüncesiyle iki kitapla iki dergi aldım. Ankara günlerimin ekseninde hep hastâne olduğu için psikolojim de buna göre oluyor herhâlde. Belki bundan dolayı, dikkâtimi çeken kitaplardan ilki, Said ALPSOY’un MEZARDA NELER YAŞANIR? adlı eseri oldu. Diğeri de yine aynı yazarın, KUR’AN DUASI kitabı. Kur’an’da geçen duâları metin ve meâl olarak veriyor. Her iki kitap da başucu kitabı niteliğinde. Her ikisi de, hem kâğıt hem de içerik olarak çok güzel ve pratik. Özellikle 1. kitap çok güzel fotoğraflar ve motiflerle bezenmiş. Oldukça albenili, yazarın tüm diğer kitapları gibi. Dergilerden KÜLTÜR, neredeyse kitap boyutunda. Baskı, kâğıt ve muhtevâ olarak da çok güzel. Bu sayının kapak konusu OSMANLIDA ÇOCUK. Tek kelimeyle mükemmel. Büyük oğluma verdim. İnceliyor. KUR’AN DUÂSI’nı da küçüğüne. Okumayı yeni söktü. İlk okuduğu kitaplardan olacak bu. Okuyor da mâşâllâh. Hep okumasa da, kendisini böyle bir kitapla denemesi bile güzel. - Elif-Be kısmını da yazın öğrenirim değil mi babacım? diyor. - Evet oğlum. Tabiî. İnşâllâh diye cevaplıyorum gözlerinden öperek. Duâyla başladı, duâyla gider ve bize de dâimâ duâ eder inşâllâh. Yukarda sözü edilen ilk kitabın adının ilhâmiyle, onların duâları sâyesinde mezarda güzel şeyler yaşarız inşâllâh. Son olarak gözüme takılan Sincan istasyonu adlı bir dergiydi. Hem kâğıt, hem baskı tekniği îtibârıyle ağır başlı olduğu gibi, muhtevâ olarak da doyurucu geldi bana. Şiirler sardı beni. Yazılar, değerlendirmeler ve değiniler de. Aylık çıkıyor. Elimdeki Kasım 2008’e âit ve 15. sayı. Öğleden sonra, konsültasyonu müteâkip de tahlil verilebilir düşüncesiyle tehir ettiğim, ancak ikindiden sonra fakülte kantininde kendime çekebildiğim çay ziyâfeti esnâsında incelediğim derginin sâhibi ve yazarı olan Abdülkadir BUDAK ismi hiç yabancı gelmedi bana. Ordu’ya döndüğümde kitaplığımda Can yayınlarından çıkan AHŞAP ANAHTAR isimli kitabını buldum. Kapağı açtıktan sonra, 2. yaprakta yazarın, Sevgili kardeşim Sevdenur Kahraman’a çelik bir dünyânın önünde ahşap bir anahtarla kalmaması dileğiyle… 9.6.2001, Ordu şeklinde güzelce ve özenle yazıp imzaladığı ifâdeleri gördüm. Yazar, büyük ihtimâlle, Türkiye Yazarlar Birliği Ordu Şûbesi olarak düzenlediğimiz bir ŞİİR ŞÖLENİ dolayısıyla Ordu’ya gelmişti. Orada tanışmış, kitap imzalatmıştık. Derginin sahip ve yazarı Abdülkadir BUDAK’ın yukarda sözü edilen kitabından, derginin ismine yakın ad taşıyan bir şiirle yazımızı bağlamak yerinde olacak gibi. Şiir güzel; arı-duru. Gel gör ki kitapta,herkesin anlayamayacağı, anlasa da yanlış anlayabileceği, bu şiirde olduğu gibi, “acabâ kader anlayışını red mi ediyor, inançlara saygısız mı?” şeklinde sorular akla getirebileceği yerler var. Buna gerek var mı? Çocuklarımızının kafasını karıştırıp durmanın âlemi ne? Sanatın, edebiyatın câzibesini kullanarak, gençleri meçhûl bir boşluğa savurmanın kime, ne faydası var? İnanç gibi hassas ve çok önemli bir konuda şaka yapmak bile, yaratana karşı en azından saygısızlıkken, sanat yapıyoruz diyerek ulu orta mısrâlar döktürmenin, duygu ve düşüncelere hangi özellik ve güzellikleri, davranışlara hangi erdemleri kazandırabileceği merak konusu! Kararı, şiiri okuduktan sonra siz verin sevgili okuyucular. Şiir özde güzel, sözde duru. Ancak inançta bulanık. Peki ne anladık bu işten? Söz ustalığı yapacağız derken her şeyi kırıp-dökmenin, yüzüne-gözüne bulaştırmanın ya da yanlış anlaşılacak yerlerde dolaştırmanın gençlere faydası ne? İşte örnek bir şiir, buyurun; karar sizin: BABAM VE İSTASYON Yazgı diye bir şey yok, olduğunu sanırsın Buluşması imkânsız rayları düşününce Şaşırırım, ben bir göle düşerim Gölde açan nilüfer olmuşken anne İstasyonu düşünürüm, babam gelir aklıma Buluşması imkânsız raylar ile birlikte Tahta asker bavulu, seferberlik günleri Babam kaybedilmiş hayat denen cephede Çoktan çekildi o göl nilüferler de “Yazgı diye bir şey yok!” ha sayın şâir. Ya bu yazdıklarımız, ya bu başımıza gelenler ve gelecek olanlar ne? Benim evimde mevcut olan ve yıllarca her gün karşısında saatlerce oturduğum AHŞAP ANAHTAR’a, Ankara üzerinden Sincan İstasyonu yoluyla ulaşmam KADER değil de neyin nesi acabâ; söyleyebilir misiniz? 02.12.2008 SU GİBİ AKAN ZAMAN… Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm Değerli Öğrencimiz; İşte, koskoca yedi yıl geçti ve sizleri hayâta uğurluyoruz. Belki, ne çabuk geçti diyeceksiniz. Evet, öyle. Çünkü burada günleriniz güzel geçiyordu. Nasıl geçtiğini anlayamadınız. Çünkü huzurluydunuz. İyi arkadaşlarınız vardı. Öğretmenlerinizle diyaloğunuz iyiydi. Bir gün, hayâtın da nasıl geçtiğini anlamayacaksınız; çünkü hayâtınız da mutluluk üzere sürecek, ve, bilinçle yaşadığınız bir hayâtın sonunda sonsuz mutluluklara da ereceksiniz inşâllâh… “O kimseler ki, îmân ettiler ve sâlih amellerde bulundular; onlar için Firdevs cennetleri elbette konak olmuştur.” Kehf:107 Yüce Rabbim tüm mü’minleri istikâmet ve samîmiyet üzere yaşatsın. Gaflete ve dalâlete düşenlerden eylemesin. Firdevs cennetlerine hidâyet eylesin. Sana da bu anlamda başarılar diliyorum. Bu vesîleyle, sen değerli talebemiz Elif AKÇAY’a hayırlı, uzun ömürler, bereketli yıllar, sonsuz saâdetler dileğiyle âdetimiz gereği olan akrostişimizi sunuyoruz: -AKROSTİŞ- Eninde-sonunda işte, geldiniz son durağa Lüzum yoktur dünyâda, aslâ hiç tumturağa İçimiz emel dolu; köy-köşk, arsa, araba Fakat, engel olamazlar; gitmemize ırağa Aklı başında olan, emel taşır ukbâya Kapılıp gitmez aslâ, “gerçek” varken hülyâya! Çeyizini hazırlar, öteyi unutmadan Aşkla göz yaşı döker, kâlbini uyutmadan! Yolcularız hepimiz; kâh biner, kâh ineriz Akşam olur gün gelir; ufuklarla söneriz Elifle başlar hayât, sonra “LâmElîf” olur! Bu ise “Lâ” demektir; yâni, hayât son bulur! Elvedâsı var mutlak; selâmın, merhabânın Dünyâya aldanmaktır, en büyüğü hatânın! Îmânla îmânsızlık, Cennet, Cehennem farkı Su gibi akan zaman, döndürür hangi çarkı? Allâh demeli diller; hem çalışmalı ellerimiz Âbisten-i vefâyı döndürmeli sellerimiz… Dokuz köyden kovulur derler doğru söyleyen Evet ama, pişman olmaz; hakka hizmet eyleyen! Tâlib-i hakkım diyen, Hakk’a eyler can fedâ Lezzeti kullukta bulur; eyler rüknünü edâ Elif kulunu Rabb’im, erdir sonsuz nîmete Rızânı nasîp eyle, dâhil olsun Cennet’e… Âmin… Değerli öğrencimiz; Bir âbisten, yâni değirmen misâli dönen bu dünyânın elbet bir gün sonu gelecek. Önemli olan değirmeni sele vermeden işe yarar bir şeyler biriktirebilmek, “Elest bezmi”nde verdiğimiz ahde vefâ şuuruyla yaşayıp hakka-hukûka riâyetle, sonsuz saâdeti hak edebilmektir. Sana bu vâdîde güveniyor ve başarılar diliyorum. Selâm ve sevgiler sunuyor, Allâh’a emânet olunuz diyorum… Öğretmenin:Nûri KAHRAMAN Ordu İmam-Hatip Lisesi 16.01.1994 SUSUZLUĞA DÛÇÂRIZ, YEMYEŞİL COĞRAFYADA! Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm -AKROSTİŞ- Mevsimler gelip geçiyor, akıp gidiyor zaman Eriyor hayâtımız, biz farkında olmadan Rûhumuz kanatlanmış, uçuyor sonsuzluğa Yemyeşil coğrafyada dûçârız susuzluğa Elleri, gönülleri pâklayan sebiller nerde? Muhabbet çağıltısı, duâlı diller nerde? Ağacımız nerede, nerede çınarımız? YâRabb! Lûtfet, çağlasın yine pınarlarımız! Derdimiz çok; devâya iltifat yok, ne yazık! Ipıssız diyârlar için, heybemizde yok azık! Ne yapsak, sonucu dert; hani, nerede devâ?! Nûrdan kaçarsak böyle, nâra götürür hevâ! O gün unutulmamalı, yaşanırken her gün Kurtarmaz makam-mevkî; ne para ve ne de ün! Tâat kılmak düşer bize; biz kuluz, kulluk şânımız Aydın yolun yolcusuyuz; hakîkâttir cânânımız!... 06.02.1994 Sevgili öğrencim; Baş harflerini sıraladığınızda adınıza yazıldığını rahatlıkla göreceğiniz Akrostişi beğenmiş olacağınızı umarım. Bugün buradan sizi hayâta uğurlarken, çok şeyler söylemek istiyoruz. Mısrâlara, haddinden fazla yük bindirmeye çalışıyoruz, tâbiri câizse! Kelimeler boğazımızda düğümleniyor. Ancak, bu okulda, yedi yıl boyunca kazandıklarınızı hayâtınıza uygulama gayretinde olduğunuz sürece, Allâh daha fazlasını size lûtfedecek ve ömrünüzü bereketlendirecektir. Yeter ki niyetimiz hâlis, gayretimiz samîmî olsun. Yine de, çok beğendiğim ve anlamlı bulduğum cinaslı bir dörtlüğü nasipsizlere karşı bir îzâh ve de îkâz, ayrıca intibâha vesîle olabileceği ümîdiyle hâtıra demetine ekliyorum. Onu da umarım beğenirsin: DİN “Uymayın!” der, din size; Uyarsınız, dinsiz’e! Ne îcâd ettiniz de, Mânî oldu din size?!... Abdullâh GÜLCEMÂL Sözlerimi bağlarken, Değerli Öğrencim Meryem AYDIN’a Hakîkât aydınlığı üzere Sevdikleriyle birlikte, sevinç ve coşkuyla yaşayacağı Bereketli yıllar Hayırlı, uzun ömürler Ebedî saâdetler diliyor, Hepinizin yolu ve bahtı açık olsun; Allâh’a (cc) emânet olunuz diyorum… Es’Selâmü aleyküm ve Rahmetullâhi ve Berakâtüh… Öğretmenin;Nûri KAHRAMAN Meslek Dersleri Öğretmeni SEN DEĞİLSEN, KİM BU KAHRAMAN?! Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm 01 Hazîran 1994 Sevgili Öğrencim; İstanbul’un fethinin yıl dönümünün, yurt sathında coşkuyla kutlandığı şu günlerde siz gençlerin hatırlanmaması, sizlere bakınca ümitlerimizin depreşmemesi elde değil. Sizler bizim ümit çiçeklerimizsiniz. Toplumdaki genel yozlaşma sizin konumunuzu daha da bir önemli hâle getiriyor. Fetih önce kâlplerde yeşerir. İnsanları iyilik ve güzelliklere yönlendirmenin en güzel yolu da kendi nefsinde yaşamak sûretiyle örnek olmaktır Sevgili Şinâsi; Peygâmberimiz(sav) “İstanbul mutlakâ fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan; onu fetheden ordu, ne güzel ordudur!” Buyurmak sûretiyle ümmetine bir ufuk çizmiş, böylelikle geleceğin Müslümanlarını âdetâ yarışa sokmuştur. Bu bağlamda, 80 yaşındaki Eyyûb El’Ensârî de bu müjdeye mazhar olabilmek, ya da hiç olmazsa bu yolda fedâ-yı nefs edebilmek adına Topkapı surlarına dayanmıştır. Ve burada şehîd olan Peygâmberimiz(SAV) in bayraktarının ve daha nice sahabenin kabri İstanbul’da olup, Eyüp semti adını bu hâtıradan almaktadır. Belki o zaman ve ondan sonra geçen 800 yılı aşkın bir süre ve defâlarca, çeşitli milletlerin yaptığı akınlar arasından fetih bizim milletimize nasîp olmuştur. Ne mutlu bize; ama bu mazhariyetin üzerimize yüklediği bir mükellefiyetin olduğu da hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalı. Her an bir fetih rûhuyla yaşamalıyız. Her fetih, daha iyiye, daha güzele bir hicrettir. Hayâtımız boyunca dâimâ hep iyiye doğru bir fetih ve hicret duygusuyla hareket etmeliyiz. O zaman hem kendi nefsimizde hem de toplumumuzda iyilik ve güzelliklerin daha da artacağı görülecektir. Hayâtın gâyesi de budur zâten. Size bu anlamda, hem kendinizin, hem çevrenizin, ilgi alanınızdakilerin ve hem de ülkemizin iyiliği adına ömür boyu başarılar diliyorum. Bu duygu ve düşüncelerle, fetih ufkunun yıldızlarından, değerli öğrencimiz Şinâsi PİLE’ye hayırlı hizmetlerle dolu bereketli ömürler, ebedî saâdetler diliyor mûtâd olduğu veçhile, bir akrostişle kendisini selâmlıyorum: -AKROSTİŞ- Şâd olacağımız günler gelecektir fetihlerle İnsanlık kendine bir ulvî yol bulacaktır. Nûrlu geleceğin kahramanı sensin, sen Adam arama bakıp da sağına soluna! Sen değilsen kim, kim bu kahraman? İpe un sermektir başkasını aramak! Pervâsızlıktır, gamsızlıktır, gâyesizliktir İyi günler gelecekse, varsa böyle bir dert Lüzumsuz işlerle uğraşmamalı hiçbir fert Eğer kurtulacaksa bu millet, bu ümmet Yiğitler nerede, nerede uluvvü himmet? Ey Yüce Rabbim, gaflet kesmesin yolumuzu Sen bize acı, sen bize yardım et Elimiz-ayağımız tuttukça dînine hizmet ettir Lâl kalmasın dilimiz; küfre, nifâka karşı Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da, Amerika’da Mü’minler elele versinler hizmet yolunda Niçin var olduğunu, yerini bilsin herkes Oyunda, eğlencede geçmesin bu dünyâ Koru bizi Rabbim, lâyıkıyla bilmeyi nasîp et Tâzelensin hep yüreğimiz aşkınla, heyecânla Allâh’ım, komşu eyle bizi, ol Rasûlü zîşânla… 01 Hazîran 1994 Es’Selâmü aleyküm ve Rahmetullâhi ve Berakâtüh… Güle güle… Yolun açık olsun… Allâh(cc)a emânet ol… Öğretmenin; Nûri KAHRAMAN Ordu İmam-Hatip Lisesi 24Ekim08 DOĞRULARLA BERÂBER OLMAK Hayat rehberimiz Kur’ân bizlere doğrularla berâber olmamızı emrediyor. Doğrularla berâber olmak yanlışlıklara karşı mevzî kazanmak anlamına geliyor çünkü. Nerede olursanız oranın havasını solursunuz ve oralı olursunuz. Gül bahçesine giren gül kokusu alır, çöplüklerde dolaşmaksa pis kokulara bile bile lâdes demektir. Bu anlamda arkadaşlıklar, dostluklar, komşuluklar çok önemlidir. Hele evlilik! O öyle bir seçimdir ki dünyâ hayâtını cennet ya da cehenneme çevirmenin yanında ahiretimizi bile yüzde yüz etkiler. Tüm seçimler önemli, ancak evlilikdeki seçim hiçbir şeye benzemez. Çünkü o, dönüşü olmayan, olsa bile ferdî ve sosyal sonuçları itibârıyle tüm tarafları olumsuz etkileyen bir yol. Diğer seçimler dönemliktir. Beğenmezsen gelecek seçimde şansını farklı değerlendirirsin. Arkadaşlıklar da nispeten öyle. Ama evlilik bu anlamda çok çok hassas bir tercihi ifâde ediyor. Uluslar arası boyutta da bu böyle. Dostlarınızı seçerken dikkâtli olmak durumundasınız. Aksi takdirde yanlış seçimlerle yanlışlıklara ortak olmak durumunda kalabilirsiniz. Birliğiniz bozulmuşsa bir kere, dirliği bulmanız çok zordur. İslâm ülkeleri olarak bunun sıkıntısını yaklaşık iki asırdır daha bir yakından yaşıyoruz. Bir oraya savruluyoruz bir buraya. Yakın geçmişte bozulan birlik tüm bölgelerde dirlik-düzenliği aldı götürdü. Her şey ellerin insâfına kaldı. Bir çok kardeş toplumlar doğu- batı, kuzey-güney çekişmeleri arasında çerez durumuna düştüler. Hırpalandılar. Diğerleri de aralarındaki sınırları aşıp kardeşlerine yardıma bile koşamadılar. Baş bozulunca düşler zâten bozuluyor. Bu durumda her kes fert ve toplum olarak kendince bir şeyler yapmaya çalışıyor bulunduğu yerlerde. Dünyâ imtihanını kazanma gâyesi güdenler doğrularla berâber olma vetîresini uygulamaya, çevresini bu prensibe göre şekillendirmeye özen gösteriyorlar. Yeniden bir sevgi ve kardeşlik âlemi kurmaya çalışıyorlar. Bu meyanda bir öğrencimiz, kendisiyle ilgilenen bir ablasına bir hâtıra yazacağını söyleyince ben de adını sorarak, huylunun huyu misâli kendiliğimden bir akrostiş yazdım. Onun yazıyı değerlendirip değerlendirmediğini bilmiyorum. Akrostiş şöyle: AĞAÇLAR ÖKSÜZ Nereye baksak sorumluluk manzaraları; ilgiye muhtaç her yan Upuzun, simsiyâh geceler, rüyâlarını bindiriyor omuzlarımıza Revâ görüyor insanlar; canavarların görmediğini birbirlerine! Leş kargaları ufkumuzu karartırken, avcılarımız serçe peşinde! Atı alanlar Üsküdar’ı da geçmiş, Trakya’yı da, Balkanlar’ı da! Nurlanmamız yeniden, Nurlan’ların nurlarıyla nurlanmamıza bağlı Atlılarımızın tekrar dönmesine bağlı Âlperenler olarak! Birer hakîkât avcısı olarak şuurlanmamıza bağlı av peşinde Leylâsına giden Mecnûn gibi koşmaya bağlı dâvâ yolunda Ağaçlar öksüz; Koca Çınar aradan çekileli beri Meğer ne büyükmüş o; devrilince anlaşıldı yeri! Issız diyârlardan gelen garip kuşların sığınağıydı o Zâlim Sırp’ın yaraladığı güvercin, hangi dala tutunur şimdi? Anadolu’m, güzel yurdum; ne oldu bana, niye durdum? Eskiden sığmazdım kabıma, dur-durak bilmezdim! Bir yangın görmüş bu topraklar; çeliğin suyu kaçmış! Evsiz-barksızlara kucak açanlar, şimdi zâlimlere mi açmış? Dertliler dertleriyle baş başa; dertsizler, dertsizlikleriyle daha çok dertli! Îmânsız yüreklerin huzûrsuzluğu yaşanmaz hâle getirmiş yurdumuzu Sokaklarda nâralar; salonlarda, okullarda anlamsız kavgalar! Ağızları leş gibi alkol; tavırlar serserî, farksız gibi âdetâ Sırplardan! Âh, bize ne çok iş düşüyor, ne çok; îzâhı mümkün değil! Değerini ölçmek mümkün değil; dostluğumuzun, arkadaşlığımızın Elele vererek kendimizi koruyoruz her şeyden önce, her şeylerden! Tâlihli sayıyorum kendimi sizlerle tanışmakla! Lûtfudur Rabbimizin: “Doğrularla berâber olmak!” Evet, keşke değişmese insanlar âhireti, şu üç günlük dünyâya Rızâna erdir YâRabbî, komşu eyle bizleri Rasûl-i Kibriyâ’ya!... 16.06.1994,Ordu BİR ÇOCUĞUN NÂLESİ... Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm Sevgili öğrencim; 22 Mayıs 1994 Defterinizden bir yer ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Allâh(cc) râzı olsun. Zül’Celâl Hazretleri, râzı olacağı bir hayâtı yaşamaya sizleri hidâyet ve muvaffak eylesin. Bu anlamda, Yüce Rabbimizin bu okulu bizlere nasîp etmesi başlıbaşına bir lütuftur. Nitekim, Peygâmberimiz(SAV); “AllâhüTeâlâ, bir kul hakkında hayır murad ederse, onu dinde bilgili ve anlayışlı kılar.” buyurmaktadır. Dolayısıyla, bu irfan yuvasına gelmemize vesîle olan anne-babalarımız ya da büyüklerimize de ne kadar teşekkür etsek, minnet duysak azdır. Rabbim cümlesini sevdikleri arasına katsın. Âmin… Ancak, bu iş kesinlikle burada bitmemeli. Diploma, bu anlamda en büyük yalancıdır. Aslında her diploma, daha yüksek bir okulun başlangıcıdır. Eğer öyle olmasaydı, gelmiş geçmiş âlim ve mezhep imamlarının en büyüğü İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe efendimiz; “Eğer bilmediklerim ayağımın altında olsaydı başım arşa değerdi!” buyururlar mıydı? İnsan okudukça, öğrendikçe cehâleti ve hayreti daha da artıyor âdetâ. Batılı düşünür FLAUBERT de; “Öğrenmek için değil, yaşamak için okuyorum!” derken, okumanın okulla sınırlı olmayıp, hayâtın esâsı olduğunu vurgulamaya çalışıyor. Zâten dînimiz de “OKU” emriyle başlamıyor mu? Peygâmberimiz(SAV); “Beşikten mezara kadar ilmi talep ediniz!” buyurmuyor mu? Bunları hep okuduk, öğrendik, duyageldik. Şimdi uygulama zamânı. Kaldı ki sizler bir ana olarak toplumun, tüm insanlığın anasısınız. Ana dili var da baba dili yok. Bu çok mânidar bir olgu, eğer düşünülürse. Dolayısıyla, toplumun dili, dîni, kültürü, ahlâk ve terbiyesi sizin ellerinizde şekilleniyor. Sizlerin bilgisi, görgüsü, hareketleri çok çok önemli. Her neyse. Sözü daha çok uzatmadan, Değerli Öğrencimiz Candeğer KAYA’yı da bereketli yıllar; hayırlı, uzun ömürler dileğiyle takdim edeceğimiz bir hâtıra akrostişle uğurluyoruz: -AKROSTİŞ- Cân olan sever içten, elbet cânânı vardır Aşkı için can değer; ahd ü peymânı vardır Ne yapsa, ne eylese, nere gitse; sevgili! Derdiyle hoş olduğu, kâlb-i nâlânı vardır! El çekse bir lâhzacık, o yâri tefekkürden Ğurbet ellere düşer; çeşm-i giryânı vardır Ezim ezim ezilir, âhıyla bir mazlûmun Râzı olmaz hiç zûlme, sızlar vicdânı vardır En ulvî gâyelere hasreder evkâtini Ebâbiller misâli, gadre isyânı vardır Bir çocuğun nâlesi deler geçer kâlbini En nâdîde hislerle yüklü iz’ânı vardır Dağları deldirecek, Ferhat misâli aşkı Îman için verecek binlerle cânı vardır Saraybosna deyince sînesi kor kesilir Alınır intikâmı; günü, zamânı vardır Âsûde olamazlar; dertten, kederden, gâmdan Dertlerle dertlenecek ilmi, irfânı vardır Elbette, hep berâber gülerse güler yüzler Teâlâ Rabbimizin lûtf u ihsânı vardır Liyâkat kesbedince kurtuluş nasîp olur Erilen her zaferin bir kahramânı vardır Rabbim aşkına erdir, bırakma bizi bize -----Ki, sensiz yaşamanın tümden ziyânı vardır!... 24 Mayıs 1994 Değerli Öğrencim. Sizleri buradan hayâta uğurlarken yolunuz ve bahtınız açık olsun diyor, yakınlarınla birlikte güzel günler, sonsuz saâdetler diliyoruz. Allâh’a emânet olunuz. Es’SelâmüAleyküm ve Rahmetullâhi ve Berakâtüh… Öğretmenin;Nûri KAHRAMAN Ordu İmam-Hatip Lisesi ÜMİT ÇİÇEKLERİYİZ; TEBRİKLERDE AÇAN… BİSMİLLÂHİR’RAHMÂNİR’RAHÎM Kübrânur Kızımıza Sonsuz başarı ve mutluluklar dileğiyle… - AKROSTİŞ - Es’selâmü Aleyküm ve Rahmetullâh Kimler geldi, kimler geçti; bizler de geldik, geçiyoruz bu köprüden Ümit çiçekleriyiz, baharı hapsedilmiş diyârlarda açılan Bizim omuzlarımızda emâneti gül kokularının Rabbimiz, Rasûlünün bahçelerini bağışladı bizlere Attığımız adımlarda hep o gül yüzün ışıltısı Nerden geldik, niçin geldik; biliyoruz elhamdülillâh Uzak değil; yanımızda, hattâ içimizde; bize bizden yakın Rabbimiz bizlere şahdamarımızdan yakın Kimin dostluğu daha güzel olabilir; kim O’ndan daha güzel koruyabilir? Ağaçlara yaprağı, gönüllere sevmeyi kim verebilir O’ndan başka? Hidâyet O’ndan, inâyet O’ndan, tüm güzellikler O’ndan Rabbim, Güzel Rabbim; ayırma n’olursun bizi yolundan! Acı bizlere, sevdiklerimize; ümmete, tüm inananlara Mazlûm kardeşlerimize Filistin’de, Fellûce’de, Çeçenistan’da Artık son bulsun çilesi bebelerin, ninelerin, dedelerimizin! Ne gün düşecek topraklarımıza bereketi kâlplerimizin? Ağlayanlarla ağlayamadıkça gülemezmiş yüzler Sessiz sessiz, sevgiyi anlatır; yaş döken gözler “Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak!” Lâkin bu, aradan sevgisizliği kaldırmakla olur ancak! Allâh’ım! Lûtfettiğin güzelliklerin değerini bilerek yaşat bizi Muhammed’e (sav) komşu olacaklar arasına kat bizi!... 17.11.2004 06.oo Pamukkent Çok Kıymetli kızımız Kübrânur; Tebriğini aldım. Çok teşekkür ederim. Artık mektup yazma, tebrik yazma âdetleri kalmadı. Şimdi her şey sanal âlem üzerinden seyrediyor. O da havaya uçup gidiyor. Geriye ne iz kalıyor, ne eser. Ne kompozisyon, ne çizgi, ne de bir dokunuş. Eskiden tebrik kartları olurdu. Doldururdu kitapçıların, hattâ bakkalların önünü. Renk renk çiçekler gibi açarlardı bayramlarda. Sokak ve caddelere çeşni katarlardı. Yeni kartları şöyle bir gözden geçirirdiniz. Türlü türlü manzara ve desenler arasında dolaşırdınız. Sürpriz tebrikler gönderirdiniz sevdiklerinize hasret kokulu. En güzelinden, en sıcak ve sanatkârâne olanlarından. Siz de beklerdiniz aynı şekilde gözleriniz postada. Hepsi gitti, hepsi. Tüm orijinâllik ve sıcaklıklarıyla. Tüm özlem ve sevinçleriyle. Her şey cepte şimdi! Her neyse, bizi o güzel günlere götüren, bu orijinâl davranışından dolayı sana ayrıca teşekkür ediyorum. Bu arada, unutmadan, ben de senin bayramını tebrik ediyor, Sevdiklerinle birlikte, Daha nice bayramlara erişmen dileğiyle Selâm ve sevgiler sunuyorum. Ev ahâlisine de ayrıca saygılarımı gönderiyorum. Yolun ve bahtın açık olsun. Allâh’a emânet ol. Yüce Rabbim yardımlarını esirgemesin. Duâdan unutulmamak dileğiyle… Nûri KAHRAMAN Ordu İHL Meslek Dersleri Öğretmeni BİR İŞE YARAMAZ Kİ… Bismillâhir’Rahmânir’Rahîm Değerli öğrencimiz, Hatîce Buhayra’ya ebedî saâdet dileklerimle… diyerek başladık söze. Kızımızın soy ismi GÖL. Arapçada BAHR “deniz” demek. Onun küçültme ismi olarak tezâhür eden kalıbı BUHAYRA kelimesi, denizcik, yâni GÖL anlamına geliyor. Sizin anlayacağınız, Arapça öğretmeni olarak buhayra’yı, hâtıra içinde hâtıra sadedinde özellikle yazdım. Mısrâlar da şöyle: -AKROSTİŞ- Habire gayret gerek, hayret etmemek için Arzuların zehrine kurban gitmemek için Tâ Âdem’den bu yana, Hak, Bâtıl cedeldedir Îman sorumluluktur, vuslat ağır bedeldedir Cennet, cehennem farkı; îman, küfür arası Engin-zengin gâfiller maddenin maskarası! Bir işe yaramaz ki sonsuz servet, paralar Elbette bilmez bunu, bilmez bahtı karalar! Tavrından edâsından, sanırsın ölmeyecek Üstüne sanki toprak, çer-çöp dökülmeyecek! Lükse, konfora harcar, eldeki tüm vârını Elinden gelse yakar, câminin civârını! Selâmı-sabâhı yok; sorsan hiç günâhı yok! O öyle bir beyaz ki, zerrece siyâhı yok! Nereden sormuştun ki, pişman oldun bak, işte! Sen hep yokuşlardasın, o dâimâ inişte! Uzun hikâyedir bu, onlar hep kısa keser Zaman gelir ve lâkin, rüzgârlar başka eser Siz ve biz tâlihliyiz; İmam-Hatipli olduk Anladık hakîkâti, istikâmeti bulduk… Âhını duyuyoruz mazlûmların, derinden Dünyâ yansa nasipsiz, kımıldamaz yerinden! Elvedâ ey okulum; can yuvam, gerçek yurdum Tavanının altında Cennet’ten köşe kurdum… Lûtfederse Rabbimiz sonsuzluk var Cennet’te Elbet sevdiklerini Allâh koymaz firkâtte!.. Rabbim, 12-A’yı buluştur ebediyette!.. 13.04.1994 Son olarak, sizlerin hâtıra defterlerinde birbirinize yazdığınızı gördüğüm NÜKTE başlığıyla çeşitli yayın organlarında yer yer yayınlanan dörtlüklerden biriyle sözlerimi bitirmek istiyorum. Bu dörtlüğü Arzu BAYAR isimli arkadaşınız, İlknur isimli arkadaşınızın defterine yazmış. Orada gördüm: NÜKTE Ağlamak ne güzel; aşk ile, Allâh için Yaş dökmek yanak yanak, binlerce günâh için Herkes huzur arıyor, dökülmüş de yollara; Din gönderilmişken, her şeyi islâh için!... N.K. Kıymetli Öğrencimiz, Olgun, hanımefendi kızımız Hatîce Betül’ü uğurlarken Kendisine ve sevdiklerine din-diyânet üzre hayırlı, bereketli ömürler Dünyâ-âhiret boyu sonsuz saâdetler diliyorum. Yolları ve bahtları açık olsun. Allâh’(CC)a emânet olunuz… Öğretmenin; Nûri KAHRAMAN Ordu İmam-Hatip Lisesi )
AKROSTİŞ YAZILARI
1249 defa okundu,

YÛSUFLU SABAHLAR

Geçtiğimiz Ekim ayının son günleri. Bu sıralar sabah namazından sonra yatmıyorum genellikle. Mevsim bu imkânı kolaylaştırıyor bize. Bu süre zarfında kahvaltıya kadar, ya kitaplarla meşgûl oluyorum ya da yazıyorum. Gazetelere bakıyorum. Kupür kesiyorum. Ajandama notlar düşüyorum. Ocağa çay suyu koyuyorum. Sabahları ıhlamur, kekik ya da nâneyi tercih ederiz çoğunlukla. Kara çay içmek istediğimiz de oluyor zaman zaman. Onu da bizzat kendim demliyorum.

Bir yanda çay demlenedursun. Masada bilgisayardayım. Derken kedi misâli bir karaltı sokulur yanıma genellikle, sessiz-sedâsız. Yarı pütürlü, kırışık ve de kıvrışık sesiyle odanın sessizliğini bozar:

-          Hayırlı sabahlar baba!

-          Hayırlı sabahlar yavrusu. Sen selâm vermesini bilmiyor musun?

-          Biliyorum.

-          Hadi bir de selâm ver!

-          Selâmün aleyküm!

-          Aleyküm selâm. Sen miydin gelen? Hoş geldin çocuk. Gel öpeyim.

Sizin anlayacağınız, Yûsuf Kerem de benimle birlikte sabahı yaşayanlardan. Benim yanıma uğrayıp neşvesini bulduktan sonra, çoğu defâ odasına gidip oyuncaklarıyla oyalanıyor. Akşam bıraktığı yerden devam ediyor. Kendince şehirler kuruyor, yollar, köprüler, viyadükler yapıyor, yükler taşıyor. Bu arada ağzından mırıltısı hiç eksik olmuyor. Bazen ezan, bazen ilâhi, bâzen de şarkı-türkü söylüyor. Her telden programı gibi bir şey sizin anlayacağınız:

-          Oğlum, ne güzel söylüyorsun şarkıyı. Kim öğretti, nerden öğrendin?

-          Bizim serviste çalıyorlar.

-          Âferin oğlum. Hemen de öğrenmişsin! Ne güzel öğrenmişsin!

Demek ki çocuklarımız için hangi servis olduğu, içerde hangi müziklerin çaldığı, hattâ

şoförün ya da yardımcılarının kişiliği dahî çok önemli. Onlar da bir nevî öğretmen. Tıpkı anneler-babaların, ustaların, tüm toplum fertlerinin görenek yoluyla birbirlerinin öğretmenleri oldukları gibi. Bu anlamda, kötü örnek olmamak, yanlış şey öğretmemek, dolayısıyla kimsenin felâketine sebep olmamak adına herkesin çevreye iyi görüntü vermeye kendisini programlaması, hattâ zorlaması gerekiyor.

Evet, Yûsuf sabahları bâzen, çok nâdir de olsa, akşamdan kalan ödevleri varsa onları tamamlıyor. Yanımda-yöremde pervâne kesiliyor kalan zamanlarda. Hattâ, oyunlarını da benimle oynamak, derslerini de birlikte yapmak istiyor. Bunun hâricinde bir şeyler sorar ya da anlatır. Belki ilk yıl ilk heyecandan olsa gerek; öğretmeninden, arkadaşlarından, okuldan söz eder sık sık:

-                            Baba, biliyor musun, öğretmenim öptü beni dün. Şimdiye kadar hiç öpmemişti. Âferin dedi. Ödevimi beğendi. O beni çok seviyor.

-                            Sen de onu seviyor musun?

-                            Evet. Babacııım, var ya, bizim öğretmenin evi şu öte tarafta. Yakın. Câmiye gidiyoruz ya; hemen orda.

-                            Nereden biliyorsun?

-                            Dün bahçede oynarken evimizin önünden geçti. Evine girerken gördüm.

-                            Yâ, demek öyle!

-                            Evet. Hem, bizim öğretmenin annesi hacca gitti, biliyor musun?

-                            Bilmiyorum.

-                            Annem söyledi ya. Sana anlatmadı mı? Garajda görmüş, giderken.

-                            Pek güzel! Sen de gidicek misin büyüyünce?

-                            Gidicem baba. Orda Kâbe var değil mi; Allâh’ın evi?!

-                            Evet oğlum, âferin! Nasıl da biliyor benim çocuğum!

Biraz da peltek konuşuyor. Harfler, küçük, yarı çürük siyah dişleri arasından sürtünerek çıkıyor gibi.

Gördüğünüz üzere Yûsuf, sabahın güzelliğine tatlılık katıyor tavırlarıyla. Kelebek gibi bir oraya bir buraya kanat çırpıyor. Baharlaştırıyor zaman dilimlerimizi. Peygâmberimiz (SAV) “Çocuk kokusu, cennet kokularındandır.” buyuruyor. Atalarımız da, “Çocuklu ev Pazar, çocuksuz ev mezar!”,“Çocuksuz ev susuz değirmene benzer!” diyerek çocuğun âile ve toplumdaki yerlerini en güzeliyle ifâde etmişlerdir.

Sözün tam burasında, Ümit Çiçekleri adlı kitabımızda yer alan ve rahmetli A.Câhit ZARİFOĞLU Ağabeyimizin Zaman Gazetesi’nde yazdığı 80’li yıllarda, sevimli bulduğunu belirterek köşesinde yer verdiği bir şiirimi, konuyu da tamamlar nitelikte olması hasebiyle buraya alıyorum. Bakalım siz de uygun görüp beğenecek misiniz? 20.01.09

 

    FARK

En çok,

Çiçek ve Çocuk

Birbiriyle

Benzeşir

 

Yalnız;

Biri,

Baharla gelir

Biri,

Bahar getirir!..

     

GAMZEM SUYU!

Sevgili Anneciğim, Babacığım;

Bir tanecik ablacığım,

Dünyâlar tatlısı afacanlarım!

Sizleri nasıl özledim anlatamam!

Her ne kadar burada iyi olsam da

Hiçbir şey âilenin yerini tutmuyor tabiî.

Âile hep özleniyor, yokluğu her zaman hissediliyor.

Bayramda birlikte olamıyoruz.

Daha önce birbirimizden ayrı bayram geçirmemiştik.

Çok büyük bir boşluk olacak benim için.

Evimizin, o tatlı bayram telaşını yaşayamayacağım…

Babaanneciğimin bayram keşkeğini yiyemiyeceğim…

Yaraşlı’nın, Eymür’ün bayram havasını tadamayacağım…

Düşündükçe, her biri ayrı bir hüzün…

Hepinizin Kurban Bayram’ı mübârek olsun.

Allah, bundan sonraki bütün bayramları birlikte geçirmeyi nasip eylesin inşâllâh.

Duâlarınızı eksik etmeyin.

Sizi çok seviyorum.

Allâh’a emânet olun…

                                                                       Betül

                                                           29.11.08, Cumartesi

Kızımızın gurbette geçirdiği ilk bayramdı, son Kurban Bayramı. Bu vesîleyle yukardaki tebriği aldık kendisinden. İnternet ve telefon yoluyla haberleşmemize rağmen el yazısının yeri ayrı. Biz de hep yazmasını öğütlüyoruz. Zannederim günlük de tutuyor. Yazının ayrı bir sıcaklık ve orijinalitesi var çünkü. Sanal âlemin adı üstünde; sanal. Hâlbuki, insanoğlu hayâtı bizzat yaşıyor ve o ne kolay, ne de basit. Hayât en ciddî şey. Öyle olduğu içindir ki Rabbimiz, hayâtımızı kaydetmeleri için her insana mahsus sağlı-sollu iki ayrı melek görevlendirmiştir. O iki meleğin adı; Kirâmen Kâtibîn: ŞerefliYazıcılar’dır. Yazmalarından dolayı kerîmdirler, şereflidirler. İnşâllâh bizler de onlar gibi keremli ve şereflilerden oluruz yaşadıklarımızla ve de dolayısıyla yazdıklarımızla.

Mâlum, Kurban Bayramı dönemi aynı zamanda Hacc dönemi oluyor. Kurbanla birlikte Hacılar da dönmeye başlıyorlar. Bayramdan bu yana bir aydan fazla zaman geçti. Bu süre zarfında hacılarımız da üçer-beşer döndüler.

Hacca gidenleri uğurlamak, helâlleşmek, onlara duâ edip duâ istemek nasıl güzel bir şeyse hacdan dönenleri karşılamak da aynı şekilde güzeldir, çünkü sünnettir. Özellikle yakın çevre ve dostlar bunu yapmaya çalışmalılar.

Her şeyin olduğu gibi Haccın da kendine özgü âdâbı vardır. Biz burada sâdece hacdan dönüşle ilgili edep ve inceliklere işâret edeceğiz:

1-                          Hac ibâdetini tamamlayan mü’min ilk etapta, kendisini buna muvaffak kılan Allâh için 2 rekât şükür namazı kılmalı.

2-                          Hacda, özellikle ihramlıyken kazandığı davranış özelliklerini korumaya, daha olgun, nâzik, tatlı dilli, güzel sözlü, daha edepli, seviyeli bir kişi olmaya gayret etmelidir.

3-                          Hacı ziyâretine gidenler ondan duâ ve kendileri için istiğfarda bulunmasını istemeli, hacı da bunu yerine getirmelidir.

4-                          En önemli husus ise, kişinin, mübârek beldelerden dönüp Hacı olduktan sonra, öncekine göre çok daha mükemmel bir kişi olmak için çaba harcamasıdır. Hattâ, bâzı islâm âlimleri, hacdan sonraki olumlu değişikliğin onun makbûliyetinin alâmeti olduğunu söylemişlerdir.

Konuya Betül Kızımızın mektubuyla girdik. Yine onun, konumuzla bağlantılı

bir esprisiyle bitirelim:

Bundan, yaklaşık 15 yıl önce. O yıl Sâlim Dayılar Hacc’a gitmişlerdi. Her şeyden önce yeğenleri olarak hemen ziyâretine gittik. Sanırım yanımızda annem de vardı. Hoş-beş, sohbet-duâ, hurma-zemzem ve namaz-niyâzdan sonra ayrıldık. Betül o zamanlar 5 yaşında. Güzelyurttan, eski adıyla Şayıp’tan Ordu’ya dönüyoruz. Betül konuşuyor. Her zamanki gibi afacanlığı üzerinde. Ağzı-burnu durmuyor derler ya; aynen öyle. Neredeyse bize konuşma fırsatı tanımıyor. Bir ara annesine şöyle dediğini duydum:

-          Anneciiim!

Sâlim Dayıların evi çok sıcaktı.

Ama orada, Gamzem(!) Suyu içtik.

Hurma yedik.

Hurma çok güzeldi anneciiim...

6.9.95

İşte, çocukların âlemi! Anlama, algılama çok farklı. Siz zemzem dersiniz, onlar gamzem anlarlar. İyi ki de öyle anlarlar, onun da ayrı bir tadı, tuzu, güzelliği var!

Her neyse; sizler ne âlemdesiniz sevgili okuyucular? Hacılarınızı ziyârete fırsat bulabildiniz mi? Eğer çeşitli sebepler bahânesiyle henüz gitmedikleriniz varsa, gamzem, pardon zemzem suları ve hurmalar bitmeden yetişin! Hem çocuklarınızı da götürün. İnsan içine girsinler. Topluma katılsınlar. Akrabalarını tanısınlar. Hep birlikte hurma, zemzem gibi ikramları besmele ve duâ ile şifâ niyetine yiyin için. İnşâllâh hem maddî, hem de mânevî dertlerimize derman teşkil ederler. Kutlu beldeden gelen her şeyin, bünyesinde, bir mutluluk iksiri taşıyor olabileceğini unutmayalım ve oradan gelen her kokuyu cana minnet bilelim. Bizden söylemesi.

Yüce Rabbimizin, gitmek için can atan herkese Hacc görevini yerine getirmeyi nasîp etmesi dileğiyle… (13.1.09)

ALMANYA’YA MEKTUP VAR

Son yazdığım Akrostiş yazısında, mektup ve tebrik yazmaktan sağ orta parmağımın dönem dönem nasır bağladığını söylemiştim. Ancak tüm bunlar gurbet bağlamında olabilen şeylermiş meğer. Askerlik, yurt dışı ve görevde gurbet yılları bitip de Ordu’ya geldikten sonra işler değişti. En azından, yazana yazma şekline dönüştü. Hattâ, işin ritmi bozulunca neredeyse yazana bile yazmakta zorlanmaya başladık. İşte size bir örnek:

Sayın Hocam;

Sizlere sonsuz sevgi ve selamlarımı iletiyorum.

Uzun zamandır size bir kart dahi atmadığım için çok üzgünüm.

Dilerim affedersiniz.

Semra Hanım ve çocuklarınıza çok çok sevgilerimi iletiyorum.

Saygılarımla.

10 Hazîran 2004 târihinde bize ulaşan bu kart Almanya’dan geliyor ve dışında almanca yazılar var. Ayrıntı yazmamış. Yazdıklarının hepsi bu kadar. Okuldan mezun olalı yıllar geçen öğrencimizin evlendiğini duymuştuk en son. Demek ki şimdi Almanya’da. İnsanın doğduğu yer değişmiyor ama doyduğu yer farklı farklı olabiliyor.

Hepimizin hayât çizgisinde gurbet hâtıraları ayrı bir yer tutar. Hele büyüklerimizin seferberlik ya da göç hâtıraları anlatmakla bitmeyecek sıkıntı ve çilelerle doludur. Sıla olsun, gurbet olsun; her hâlükârda kimlik ve kişiliğimizin şuurunda olarak yaşayabilmektir esas olan. Nerede olursan ol, Hak’la olabiliyorsan ne mutlu sana. Yüce Mevlâ cümleye hayırlı geçimler, hayırlı geçimlikler ve hayırlı rızıklar nasîp eylesin. Âmin.

Öğrencimiz ne zaman yazmayı düşündü de ne kadar zaman sonra bize bu kartı yazdı bilemiyoruz. Ama, bizim cevâbımız da çok gecikti. O gün bugündür, hâlâ yazıyoruz. Nasip de tââ bu bayramaymış:

Es’selâmü aleyküm

Saygıdeğer kızım;                                                            04.12.2008,Ordu

2004’ün hazîranında gönderdiğiniz karta ancak şimdi karşılık verdiğimiz için

özürle söze başlamak istiyorum. İnşâllâh, bu yazdıklarımız sizlere ulaşır.

Bizler iyiyiz. Ben emekli oldum 2005 yılında.

Şimdi günlük gazete çıkarıyoruz Ordu’da.

Zaman zaman elinden tutup okula getirdiğim için

senin de tanıdığını zannettiğim büyük kızım Sevdenur Samsun’da okuyor.

2 numara Betül, Londra’da amcasının yanında. Daha yeni gitti. Dil öğreniyor.

3 numara, Sâlim Ensar orta 3’de.

4 numara Yûsuf Kerem İlkokul 1’e başladı. Çok tatlı.

Hepsinin de sana selâmları var.

Âilenize de selâm ediyor, sizlere sonsuz mutluluklar diliyoruz.

Âilece, bayramınızı da tebrik ediyor,

haberleşmek ve duâdan unutulmamak dileğiyle,

selâm, sevgi ve saygılar sunuyoruz…                        KAHRAMAN ÂİLESİ

Bizde gurbet edebiyatı çok zengindir. Çünkü biz büyük coğrafyalarda yaşamış bir milletiz. Şarkılar, türküler, şiirler, destanlar, öyküler, filimler. Hepsinde bir gurbet teması yer alır. Diyebiliriz ki, bizim edebiyatımızı büyüten hep gurbet kucağı olmuştur. İşin aslını sorarsanız, bizler insan olarak hepimiz de gurbette değil miyiz? Biz, esas olarak rûhuz ve ruhlar âleminden kopup geldik dünyâ gurbetine. Asıl vatanımıza öldükten sonra ulaşacağız.  Ne mutlu, her nerede olursa olsun kendini bilenlere, esas sılanın yolunu kesen şeylere iltifat etmeyenlere ve gurbet şuuruyla yaşayabilenlere. Onun için atalarımız: “Ayrılık olsun da gayrılık olmasın!” demişlerdir. Allâh birbirimizden ayırsın, yeter ki dinden-îmandan ayırmasın şeklinde anlamak istiyorum ben bunu.

            İsterseniz, daha fazla uzatmadan, hem bu söylediklerimizi doğrulayacak, hem de gurbet anlayışımızı gerçek zemîne oturtacak, kime âit olduğunu bilmediğimiz bir vecîzeyle sözü noktalayalım:

Yedi şey yedi yerde gariptir:

*İçinde namaz kılınmayan câmi, bulunduğu yerde gariptir.

*Açılıp okunmayan Kur’ân, asılı durduğu yerde gariptir.

*Âyetler, özünü kavrayamamış hâfızın kafasında gariptir.

*İyi, temiz huylu bir kadın, kaba ve zorba bir erkeğin evinde gariptir.

*Bildiğiyle amel etmeyen ilim adamının  ilmi gariptir.

*Nâmuslu, fazîletli bir kişi, yozlaşmış topluluk içinde gariptir.

*Müslüman bir ölü, küfür diyârındaki kabristanda gariptir.

            Almanya’ya mektup var. Var olmasına var da, adresini bulacak mı? Çünkü aradan bir sürü zaman geçti. Ayrıca orası gurbet içinde bir gurbet. Ve her şey değişken bu dünyâda zâten. Her şey fânî. Bir nevî gurbet hâlleri yâni baştan sona. Çilelerin, dertlerin, sıkıntıların, ayrılık-gayrılıkların biteceği yer, Cennet! Sabrın önemli olması, dünyânın gurbet oluşundan kaynaklanıyor. Bundan dolayı “MEN SABERA ZAFERA= Kim ki sabreder, zafere ulaşır.” denilmiştir. Cümleye başarılar… (13.12.2008)

 

CEZÂYİR’E GELEN TEBRİK

 

Hayâtımın gurbet dönemlerinin en hoş meşgâlelerinin mektup ve tebrik yazmak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gerek askerlik, gerekse yurt dışı staj günlerimde sağ elimin orta parmağının, bilhassa bayrama tevâfuk eden zaman dilimlerinde nasırlaştığına şâhit oldum. Tabiî, her iki gurbette de daktilom yanımda değildi ve bilgisayar denilen nesne de ülkemizin henüz gündemine girmemişti.

Şimdi size, özellikle, gönderdiklerim ve bana gelen tebrik sayısı konusunda rakam telâffuz etsem mübâlağa gelebilir. Bu kadarı da gereksiz dedirtebilir. Ama ben, beni yazmakla, çizmekle meşgûl eden, sevdiklerimle aramda köprü olan, zamanlarımın hayırla değerlendirilmesine vesîle olan bu meşgâlelerden râzıyım. Öteden beri, bana yazanları cevapsız bırakmamaya çalışıyorum. Tıpkı, bu yazılarda da gördüğünüz gibi, hâtıra yazmam için defter veren herkese, neredeyse haddinden fazla denilebilecek kadar yazdığım gibi.

 Çok uzaklarda, askerdesiniz; her gün değişik yörelerden, değişik boy ve ebatta, değişik manzara ve motifli, ayrı ayrı karakterli yazılardan oluşan, her biri kendi orijinalitesi içerisinde ayrı ayrı muştularla gelen 8-10 kart ne demektir? Onlarla en az birkaç hafta idâre edersiniz, değil mi?

Lâkin, şimdi cep telefonları var. Bir mesaj yaz, aynı mesajı at atabildiğin kadar. Nereye, havaya! Ne, kart almak için dolaşma, en güzellerini bulmak için araştırma, ne elle dokunma, ne postacı yolu bekleme, ne iç ceplerde ya da kitap, defter arasında saklama, kartların manzarasına takılıp, ara-sıra dalıp gitme. Hiç biri yok! Hâlbuki kartı saklarsın. Bir yerde unutsan bile yıllar sonra çıkar karşına tekrar, tüm sıcaklığıyla. Onlar her karşınıza çıktığında dostluğunuz tâzelenir. Duygularınız perçinlenir. O yıllar hayâlinizde canlanır. Rûhunuz heyecanlanır. Tıpkı kardeşimin tebrik’inin yıllar sonra elime geçip bu yazıyı yazmama vesîle olduğu gibi. Şimdiki mesajlar anlık, uçup gider bir zaman sonra; tıpkı dostluklar gibi. Demek ki her şeyin mâhiyeti ya da ölçüsü  kendi çağına göre oluyor.

1989-90 dönemi, bir ders yılı, Millî Eğitim Bakanlığı’nca, branşımla ilgili staj yapmak üzere Cezâyir Üniversitesi’ne gönderilmiştim. Dünyâda, biz Türkleri en çok seven insanlar arasında geçen 9 aylık süre hayâtımızın bol istifâdeli en güzel günleri arasındaki yerini aldı. Daha önceleri olduğu gibi, biz döndükten sonraki yıllarda da çok sıkıntılar çeken bu kardeş ülkenin güzel insanlarının, başlarına musallat olan -ve tâ 1830’larda bizi birbirimizden koparma süreciyle başlayan sıkıntılarının bir devâmı niteliğindeki bu günkü -belâlardan bir an önce kurtulmalarını niyâz ediyoruz.

Her neyse. Târih, 16 Mayıs 1990. Cezâyir’deyim. 10’larca zarf arasında büyük boy olanlardan biri kız kardeşim Ayşe’ye âitti. Ben daha önce kendisine tebrik göndermiştim. Yeğenlerim için de ayrı ayrı kartlar yazıp, esprili özel hitaplarda bulunmuştum. Kardeşimin gönderdiği zarfı, daha ilk bakışta el yazısından tanımıştım. Zâten üzerinde Piraziz PTT damgası da vardı.

İkiye katlanan, iki taraflı, mektupvâri olarak doldurulmuş bir kartpostal. Ön yüzündeki tasarım yarı fotoğraf, yarı resimden oluşuyor. Aydın Kartpostalın 128 kod numaralı kartının arka yüzünde, “Eminönü tarafından Yeni Câmi ve Boğaz Köprüsü” yazıyor. Beyaz silûet şekliyle ön plâna çıkarılmış Yeni Câmii’n minâre ve kubbeleri üzerinde martılar uçuşuyor. Kartta yer alan yazılar şöyle:

Es’Selâmü Aleyküm

Canım Abiciğim;

Ne güzel tesâdüf! Hani, “kâlp kalbe karşıdır” derler ya;

bu sefer aynen öyle oldu. Şöyle ki;

3 yıldır eline doğru-dürüst kâğıt-kalem almayan ben;

bu bayramda azıcık varlığımı duyurayım hiç olmazsa dedim

ve masanın başına oturdum. Önce,

Edirne’deki okul arkadaşlarım Nebiye ile Selviye’ye yazdım.

Sıra, tam sana gelmişti ki;

hemen o ara Muhsin Bey elinde kartlarla gelmesin mi!?

Kısacası, bizler de senin bayramını “Bilmukâbele” kutluyoruz.

Sana sevgilerimizi yolluyoruz. Kartların herkesin çok hoşuna gitti.

Çocuklarım, sizin gibi dayıları olduğu için çok şanslılar.

Tabiî ben de. Rabbime şükürler olsun.

Çocuklara yazdığın kartlar ve onlara hitap tarzın

Muhlis Âbimizin de çok hoşuna gitmiş olacak ki, bayağı güldü.

Kısacası, hoş sürprizine teşekkürler. (Allâh cc râzı olsun. Âmin)

Abiciğim; seni çok özledik.

Dileğimiz, bir an evvel memlekette bizimle olman.

Buralarda herkes iyi; senin dönmeni bekliyorlar.

Oralarda bulunmanın hakkını vermeye bak.

Gelince bize ve yeğenlerine bol bol anlatırsın.

Hepimiz istifâde ederiz.

En içten sevgilerimle…

Kardeşin; Ayşe AYDIN, Piraziz

 

Şimdi ben de meraklandım. Yeğenlerime yazdığım kartlar duruyor mu acabâ? O günkü sevecenliklerine ithâfen neler yazmışımdır, kim bilir? Onlar da, ben de görmek isterim. Lâkin, gönlün istediği her şey olmaz ki bu dünyâda sevgili yeğenler. Çünkü bu âlem fânîdir; fenâ, yâni, yokluk âlemidir bu âlem. Gurbettir. Gerçek varlık ve sıla ötede.

Orayı unutmayalım. Orayı unutturan yolu tutmayalım. Ki, Rabbim bizi rızâsında buluştursun. Hiçbir gölgenin olmadığı günde, Arşının gölgesine doluştursun. Bu minvâl üzere hepimize hidâyet ve istikâmetler ihsân eylesin. Âmin. İşte gerçek bayramımız o zaman olacaktır.

Yaklaşık 20 yıl sonra bugün de buradan yine, sizlerin, okuyucularımızın, milletimizin ve tüm İslâm Âleminin bayramını kutluyor, nicelerini daha güzelleriyle yaşamak dilek, arzu ve temennîsi, ayrıca öteden beri bayram duygu ve düşüncelerimizi yansıtan bir dörtlük ilâvesiyle berâber selâm, sevgi ve saygılar sunuyorum: (6.12.08)

HASRET

Müslümanlar dardadır, varlığa hasrettir hep

Zillet çukurundadır, dirliğe hasrettir hep

Mazlumlar âhı için nasîp eyle YâRabbî

Gerçek bayramlarımız, birliğe hasrettir hep…

N.K.