GÜLÜ SEVEN NE YAPAR?
Ülkemizde alışılmadık bir süreç yaşanıyor.
Halkın özgürlükleri yaygınlaşıyor.
Ticârî, siyâsî, sosyâl tüm sahalarda çekincesiz bir serbestlik var.
Devlet kendine güvenen herkese ayırım yapmadan hak tanıyor.
Şu veyâ bu mülâhazalarla kaş karartmıyor, göz çıkartmıyor.
Siviller olarak sanki, eskiye göre daha çok işimizde-gücümüzdeyiz.
Bağımızda-bahçemizde, kendi hâlimizdeyiz.
Herkes işini yapıyor; gündelik işlerinin peşinde.
Hiçbir zaman olmadığı kadar kafamız rahat.
Belki çocuklarımız, bu sözlerle ne kasdettiğimizi kestiremezler.
Çünkü onlar, -daha önceki devirler bir yana,- 90’lı yılların sonlarını bile bilmezler.
Kendi adıma, zihnen en rahat dönemlerimizi yaşadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.
Üç kişinin bir araya gelmesinin tâkip konusu olduğu günleri düşünün.
İnsanların yazmaya, günlük tutmaya, konuşmaya, yanında kitapla dolaşmaya çekindiği günler.
Gazetesinin, dergisinin, arkadaşlarının tâkip edildiği günler.
Şimdi buna benzer olayların örnekleri özellikle bâzı üniversitelerimizde devâm ediyor hâlâ.
Sözünü ettiğimiz günler daha dün denecek kadar yakın; hâfızası olanlar için.
Uçan kuşun kanat renginden irticâî başkaldırı anlamı çıkarıldığı günler.
Yenilen bisküvilerin, içilen meşrûbâtın bile irticâyla mücâdele adı altında ambargo kapsamına dâhil edildiği günler.
Çarşaf çarşaf listelerle köftecisinden marketine, yayınevlerinden bakkalına, vakfından derneğine tüm birimler üzerine Batı Çalışma Grubu notlarının düşürülüp ayrımcılığın resmiyete döküldüğü günler.
Can dostların, can dostlarıyla bir çay ocağında oturup çay içmeye çekindiği günler.
Âilelerin bir araya geldiği özel günlerde bile ölmüşlerine Yâsin ya da Mevlit okurken tedirgin olduğu günler.
Hele bir de biraz dindarsanız, yakınlarınız bile “ne zaman tutuklanacak?” korkusuyla izlerlerdi sizi uzaktan.
Bunun için, bir şey yapmış olmanız gerekmez.
Varlığınız ve sıfatınız sizin potansiyel tehlike olarak algılanmanıza, tutuklanmanıza da sebep olarak yeter de artardı bile.
Toplum da bu vâkıayı kabullenmiş, olağan karşılar olmuştur.
Bir dindarın tutuklanması ve sorgulanması gâyet doğaldır.
Öyle ya; “Kim bilir neler yapmıştır?”
“Kim bilir ne karanlık işler çevirmiştir?”
Hep bu havalar eserdi bir zamanlar her yerlerde.
2000’li yılların başından bu yana bu türden havalar biraz duruldu.
Şimdi, onun için ve bu anlamda diyorum, “kafamız rahat” diye.
Ekonomi ve kâlp olarak aynı şeyi söyleyemem belki.
Ama, ne zaman -özeliştiri diyebileceğimiz- bu kulvara girmeyi düşünsem hassas konular kesiyor yolumuzu. Fırsat yakalayamıyoruz.
Ya çeteler çıkıyor önümüze, ya profesörler ya da çete uzantısı izlenimi veren, Şubat sendromlarını çağrıştıran eş zamanlı taarruzlar.
İşte tüm bunların yanında, millet ve memleket adına yapılan güzellikleri gördükçe, yeni politikalara alışma sürecinin doğal tezâhürleri olarak algılamak istediğimiz ekonominin taşraya birebir noktasında olumsuz görünen yansımalarını dillendirmenin- en azından şimdilik- bencillik olacağını düşünüyorum.
Kopardıkları yaygaralarla, bu tür gereksiz girişimlere zemin hazırlamak sûretiyle memleket evlâtlarını rahatsız, halkı tedirgin edenler, kendi menfaatleri için koskoca bir milletin mukadderâtıyla oynayanlar bu gün, kendi yaptıklarının bindebir mesâbesinde bile olmayan ve tamâmen hukûkî zeminde yürüyen muâmelerle karşılaşınca ortalığı ayağa kaldırıyorlar.
Meğer ne de çok taraftarları varmış.
Bir atasözü var; “Halk içinde diken sulayan çoktur!” diye.
Ama neylersiniz ki, dikensiz gül bahçesi olmaz.
Bu mukadderâttır.
Aynı zamanda, güllerin dikenlerle imtihanıdır.
Târihi târih yapan mücâdelelerdir.
Bizim memleketimiz, gül gibi bir vatandır.
Gülü seven dikenine katlanır.
Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretlerinin sözleriyle yazımızı noktalıyor ve onun şiir diliyle;
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler:
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler!
Diyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
23.03.2008