|
|
DÜNKÜ ÇARŞAMBA
Önceki gün, Hâlit TOPALOĞLU’nun cenâzesi dolayısıyla Yemişli Köyü’ndeydik. Giderken MEMUR-KENT’in önünden geçtik. Tartışmalar bir yana, gerçekten hızlı yükselen binâlar, karşı taraftakilerle berâber ap-ayrı bir Ordu gibi.
En sevindiğim şey de “MEMUR-KENT CÂMİİ YERİ” levhası oldu.
Karşıdaki câmi, minâresiyle zâten hazır.“Ne de olsa sağ iktidar!” diyeceğimi sanmayınız; “Ne de olsa AkParti iktidarı!” diyeceğim. Çünkü biz ne sağ iktidarlar gördük; ama sağ gösterip sol vurdular. Sol zâten belli. Ordu’da uzun yıllar sol belediyeler hüküm-fermâ oldular. İşte KUĞU-KENT ortada. Koca şehir. Hani Câmi? Mescidi bile yok! ya sâhil şeridi. Her şey düşünülmüş; câmi düşünülmemiş! DOĞA-KENT te aynı şekilde! Vebâli herkesin boynuna!
Peki, ya şimdiki belediyemiz? Yetkililer, umrelere, hattâ hacca gidebilir, beş vakit namazlarında da olabilirler; onlar kendilerini ilgilendirir. Kum verir, çakıl verir; şu veyâ bu şekilde yardım da alabilirsiniz câmiler, kurslar için. O konuda diyecek yok. Ama, biz câmi konusunda özel gayret istiyoruz. Plân-proğram istiyoruz. İhtiyâç da ortada!
Acabâ bir örnek gösterilebilir mi? Hayır, hayır, hayır!
Beni yanıltmalarını bütün samîmiyetimle bekliyorum! Ordu’nun ve nesillerimizin, üniversitemize öğrenci olarak gelecek misâfirlerimizin buna âcil ihtiyâcı olduğu yakînen görülüyor. Rektör ve yardımcılarının görevi değil bu elbette. Onların böyle bir derdi yoksa, bu çok normâl bir şey. Bu görev ev sâhibi belde ve sâkinlerinin öncelikle. Yâni bizim. Yarın hak katında bizim yakamıza yapışacaklar!
Oradan sırt sıra gittik. Uzunisa Vâdîsi ne güzel görünüyor öyle. ÇAMSAN’la berâber kocaman bir yerleşim yeri olmuş. Yeni yol da ayrı bir ferahlık katıyor manzaraya.
Öğle’nin ardından kılınan cenâze namazını askerî tören tâkip etti. Merhum, asker emeklisi olduğu için böyle bir seremoni uygulandı. Bayrağa sarılı cenâze mezarlığa kadar askerler tarafından teşyî edildi. Katılım çok, hava soğuktu. Karşılar, yeni yağan kardan bembeyazdı. İnsanlar, kendini bayağı belli etmiş yaprakların üstüne yağan karın getireceği soğuk gecelerin buzlanmalarından endişeliydi. Bugün îtibârıyle korkulacak bir gelişme olmamıştı bu anlamda.
Akşam da, OSGED’de M. Hulûsî MURTAZAOĞLU Hocamız’ı dinledik. Eskilere gittik. Yenilerle karşılaştırdık. O günlerle bugünlerin farkını tasavvur ettik. Bu konuları gelecek nesillere intikâl ettirecek çabaların artması, çalışmaların kitaplaşması gerektiği sonucuna vardık.
Evet, dün sabah kalktığımızın bir zaman sonrasında, elektiriği açık bıraktığımızı sandık şöyle bir dönüp geriye bakınca. Söndürmek için gittiğimizde, odayı bütünüyle dolduran şeyin yeni doğan güneşin şavkı olduğunu gördük. Dönüp, günlük okumalarımıza devam ettik. Bilgisayara baktık. Günün haberlerini gözden geçirdik. Orhan YÜCEL Bey’in yazısı çıktı karşımıza sürpriz olarak. Öyle akıcı yazmış ki, bir çırpıda okudum. Sağolsun, Varolsun. Okur-okumaz ilk işim, hemen bir HOŞGELDİNİZ mesajı yazmak oldu.
İşyerine geldiğimde, Orhan Bey’in meğer yazıya dün ve BİSMİLLÂH ile başlamış olduğunu gördüm. Arka sayfalara koyduklarından ve de ön sayfada spot vermedikleri için, bir de daha önce yazacağı hiç söz konusu olmadığından dikkâtimden kaçmış. Sonra mesajı buna göre yeniledim.
Bunu gazetede yaptım tabiî. Hava güzeldi. İşyerinden çıkıp yürüyerek gittim oraya kadar. Köprübaşı’na gelince Câmii’n önünden dümdüz gittim. Tâ ilerden, Kemerköprü’den karşıya geçtim. Târih başka şey. Diğer köprüler bana nedense oyuncak gibi göründü onun yanında. Onun daha oylumlu bir duruşu var. 100 yıldır buralardan gelip-geçenlerle berâber hareket ediyormuş duygusu veriyor insana. Koskoca bir asır bütün birikimleriyle onda tecessüm etmiş gibi. Öylesine zengin çağrışımları var.
Hem, yakında gazeteyi Stad’ın ordan OTOGAR civarına taşıyacağız. O tarafa yolumuz ya düşer ya düşmez. Bir târihî köprümüz var; hatırını aziz tutalım da ziyârette cimrilik etmeyelim diye geçti aklımdan. Yine geçmek nasîp olur mu acabâ?! Kim bilir? Yâ nasîp!
Gün hafta günü. Şehir çok kalabalık. Daha ezan bitmeden Orta Câmi dolunca Yalı Câmi’ye geçip üst katta bir yer bulabildik. Namaz kılanların çok olması güzel. Câmilerin yetersizliği, bizim yetersizliğimiz!
Ordu’nun gündeminde TELEFERİK var. Cumartesi temel atılacak deniliyor. Netlik yok. Restleşme boyutunda inatlaşma var. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hem de yüksek ses! Biz, bu noktada, “Keşke teleferik de en az Güzelordu İÖO kadar kamuoyunda tartışılabilseydi” diyebiliyoruz sâdece.
Neylersin, o da bize özgü, yâni Ordu tarzı olacak her hâlde. Made in ORDU yâni.
Günler geçiyor, yapraklar açıyor, mevsimler uçuyor…
Herkes kendi sonsuzluğuna göçüyor ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
17.03.2010 |
|
|
“GÖKÇE” SAVAŞ
“Çanakkale’yi duyup da heyecanlanmayan vatanını-milletini- haysiyetini koruyamaz.
Konuşan ve konuşkan biri değildim. Görevdeyken bir gün dediler ki;
Çanakkale’yi anlatır mısın? Çanakkale bu, dile kolay! Düşündüm-taşındım…
Ne kadar heyecanlansam da, Allâh’a (CC) ve Rasûlüne sığınarak, gidip-görüp-gezerek, gâzîlerimizin, şehitlerimizin, o kanla, mermiyle karılmış toprakların atmosferine girerek,
araştırdım, hissettim; o günden bu güne Çanakkale’yi anlatmaya çalışıyorum.
Çanakkale her şeyden önce, bizim bağımsızlığımızın, devletimizin rûhudur.
İstiklâl Harbimiz, Çanakkale Rûhu’yla kazanılmıştır. Çünkü, dağılmış ve de dağıtmıştık!
Bozgunları yaşıyorduk. Çanakkale’den 2 sene önce Bulgarlara bile yenilmiştik.
Aynı Osmanlı 3 sene sonra yedi düveli Çanakkale’de mağlûp etti. Nasıl oldu bu?
Kavmiyetçilik ve bölgecilik her tarafı kasıp-kavuruyordu. Her yerde isyânlar, ihânetler!
Osmanlı, Yemen’den Balkanlar’a, Kuzey Afrika’dan tâ Kafkaslar’a, dokuz cephede küffârla ve yerli ayrılıkçılarla savaşıyordu. Bu böyle olmuyordu, olamayacaktı!
Sancağa ALLÂH, VATAN, NÂMUS, İTTİHAD kelimeleri yazılarak dikkât çekildi.
Osmanlı Coğrafyası, bu kutsallar uğruna gönül birliği ve eylem birliğine dâvet edildi.
Onun için Çanakkale yalnızca teknik bir olay değildir; BAMBAŞKA BİR ŞEYDİR!
-15’le + 35 arası gelip-giden havalar; dört bir yandan, durmadan yağan bombalar!
En dondurucu karlı-buzlu kışlardan, en yakıcı ve susuz yazlara; hepsi var!
Tablolarda da görüldüğü gibi, düşmanla arada teknik donanım farkları oldukça büyük.
Ama, Osmanlı netîcede koskoca bir imparatorluk. Hâlâ büyük bir devlet. Ancak,
beri yanda, bir-çok cephede birden savaştığı için muhakkak bir orantısızlık söz konusu.
Lâkin, “hiçbir şeyleri yoktu, işi sâdece duâya bırakmışlar, çalışmamışlar!” demek,
böyle bir söylem geliştirmek son derece yanlış, ecdâda saygısızlık ve de haksızlıktır.
Bâzılarının dediği gibi bu savaş yalnızca mâneviyât ve kerâmetle de kazanılmış değildir.
Ancak, mânevî işâretler ve Allâh’ın (CC) yardımı âşikârdır. Nitekim CHURCİLL,
İngiliz Meclisi’nde yenilginin hesabını verirken kendisini şöyle savunmuştur:
“BİZ ÇANAKKALE’DE SÂDECE TÜRKLERLE DEĞİL, ALLÂH’LA SAVAŞTIK!”
Seyit ÇAVUŞ, 270 okkalık topu normâlde kaldırabilir miydi acabâ? Ama, el açmış;
“Allâh’ım, senin gücün sonsuzdur. Ne olur, birazını bana ihsan eyle!”
diye nâz eylemiş, yalvarmış, gözyaşı dökmüş; Allâh da (CC) lûtfetmiştir! Olamaz mı?
BİSMİLLÂH deyip bir atıyor, yok; 2.yi atıyor yine yok. 3.cüde tam isâbet!
Bâzılarının dediği gibi bacadan değil, tam dümen kısmından vuruyor. Böylesi daha iyi!
Çünkü, kontrolsüz hâle gelen gemi, oraya-buraya savrularak tüm düzeni alt-üst ediyor!
Osmanlı Ordusu’nda takım 63 kişiden oluşuyor. Sancaktaki ibrişimler 63 adet.
İmam, müftü din; ordunun her yerinde. Ordu “PEYGÂMBER OCAĞI” kâbul ediliyor.
Savaşa herkes katılıyor. Tüm Osmanlı Coğrafyası’ndan Mehmetçikler var.
“YETİŞ YÂ MUHAMMED! KİTABIN ELDEN GİDİYOR!” diyerek koşuyorlar!
Üniversiteler, okullar, tekkeler, zâviyeler; okumuş-okumamış, maddî-mânevî herkes.
Mevlevîler, Kâdirîler, ellerinde sancakları, özel kıyâfetleriyle Çanakkale yolundalar.
MEYDANLARDA HEM SAVAŞAN HEM NAMAZ KILAN BİR ECDÂD!
Dünyâda ilk hardal gazı Çanakkale’de kullanıldı. Kendileri maskelerini de getirmişler!
YARBAY HÜSEYİN AVNİ BEY; ERİNDEN KOMUTANINA HERKES ŞEHİT!
Anadolu’dan gelecek kuvvetler gecikiyor. Bunlar, bile bile gidiyorlar ölüme.
Gâye, düşman hedefe ulaşmasın. Cesetlerimizle de olsa önlerine set olalım düşüncesidir.
Bundan dolayı, taarruz öncesi, boy abdesti alıp, çamaşırlarını değiştirerek gidiyorlar.
“RABBİMİZE HER ŞEYİMİZLE TER TEMİZ GİDELİM!” diyorlar.
Sonra Anadolu’dan gelecekler gelir. Herkes şehit, ama; sancak dalgalanıyor!
Bir yanda ölenler varken, bir yandan yenileri devamlı geliyor. ANZAK’ın dediği gibi:
“GEBE DAĞLAR, TÜRK DOĞURMAYA DEVAM EDİYOR!”
Tüm bu notları Emekli Binbaşı Bünyamin GÖKÇE’nin, geçen akşam TESK OTEL’de yaptığı sohbetten aldım. Yaklaşık 2,5 saat süren sohbet slaytlar, orijinâl filimler, arşiv belgeleri, harp dâiresinden alınmış çizimler, animasyonlar yanında Çanakkale, askerlik ve gurbet eksenli türkülerle zenginleştirilmişti.
Mh. Konuşmacı asker olduğu için belgesel konuştu ama, gönül dilini de ihmâl etmedi. Şunu söyleyeyim ki, Çanakkale’yi bizzat gezdim, gördüm. Çok programlara katıldım. Ancak, harp tekniği îtibâriyle genel anlamda işin seyrini en güzel bu sunumla kavradığımı söyleyebilirim. Çünkü, krokiler, filimler, uzay fotoğraflarıyle her şey net denilecek şekilde gözüküyordu. Mehmet Âkif’in şiiri ve aradaki türküler, fotoğraflar, filimler savaşın atmosferini yansıtmada ve işin genel anlamda esâsını anlamada yardımcı oluyordu.
Bünyamin GÖKÇE Bey’e ve onu bize getirip bu güzel sohbeti yaşamamıza sebep olan Ordu Din Görevlileri Derneği ve destek olan Ordu Müftülüğü’ne teşekkürü bir borç biliyor, ŞEN OL, VAR OL diyor; ve, Sn. GÖKÇE’nin diliyle;
“ÇANAKKALE, SON KALESİ ÜMMET-İ MUHAMMED’İN!”
diyerek sözlerimizi bağlıyor, dünyâmızı da, âhiretimizi de ihyâ edecek ÇANAKKALE RÛHU’nun, başta gençlerimiz olarak hepimizi kuşatması dileğiyle selâm, sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
16.03.2010 |
|
|
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ…
“Siyasi görüşlerine katılır ya da katılmayız; bana göre Hayat Gazetesinin bazı yazarlarının köşe yazıları, diğer gazetelerdeki bazı değerli yazar arkadaşlarımızınki gibi gerçekten de okumaya değer nitelikteler…
Hele içlerinde Ayten Öztürk diye bir hanımefendi var; onunla soyadı benzerliği dışında uzaktan ya da yakından her hangi bir akrabalığımın olduğunu sanmıyorum Üstelik, yazıları dışında, kendilerini hiç tanımıyorum da... Bunu özellikle belirtmek isterim. Bana göre bu hanımefendi, köşe yazarlığının hakkını, bu meslekteki profesyoneller kadar tam olarak veren yazar…
. Pek seyrek olarak yazdığı yazıları, hem içerik olarak hem de üslubu ve diğer edebi nitelikleriyle herkesin sıkılmadan keyifle okuyabileceği bir kıvamda…
Onun başörtülü fotoğrafını gören bazı önyargılı kişiler, yazılarını okuduklarında; toplumun her görüşteki kesimleriyle nasıl barışık, hoşgörülü, sosyal hayata ve sanata müspet bakan ve bu konuda oldukça bilgi birikimi olan bir hanımefendi olduğunu fark ettiklerinde sanırım, önyargılarının kendilerini nasıl da yanılttığını anlıyorlardır.
Sayın Ayten Öztürk Hanımefendinin aklımda kalan bir yazısında, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Çağdaş Eğitim Derneği Başkanı, eğitim meleği Türkan Saylan hakkındaki, bazı dindar geçinen kişilerin aksine olumlu ifadeleri bende ki , onun inançlı olduğu ancak asla bağnaz olmadığı kanaatini daha da güçlendirdi…
Zaten daha önceki bir yazısında, bir zamanlar Ordu sokaklarında sefalet içinde yaşayan kader kurbanı merhum “Deli Fatma” hakkında şefkat ve merhamet yüklü sözlerini okuduğumda da dini inancını, Hz. Mevlana, İbrahim Hakkı, Yunus Emre ve İslam’ın diğer bilge kanaat önderlerinin felsefi düşünceleriyle pekiştirmiş olgunlukta bir hanımefendi olduğunu fark etmiştim…”
Sn. Ali ÖZTÜRK sanırım, Ayten ÖZTÜRK Hanımefendi’nin, sosyal dejenerasyonumuzun nerede başladığına ve nerelere kadar gittiğine dikkat çektiğini söylediği “Bir garip Oyun” adlı tiyatronun değerlendirilmesi sadedinde gazetemizdeki köşesinde yer alan İYİ SEYİRLER başlıklı yazısından esinlenerek kaleme almış sözlerini:
“Kolaydır birbirimizi suçlamak, Oluşan suçun arkasındaki sebepleri ortaya çıkarmaya talip olmak önce cesaret, sonra emek ister. Süreklilik ister, kararlılık ister. Bunlar da zor gelen şeylerdir nefsimize. Her gün yüzlerce suçlu üreten bir sistemde oldukça kolay ve yaygındır üstelik bu davranış şekli. Kimsenin birbirini anlamak gibi bir derdi olmaz bu alışılagelmişlik içerisinde çoğu zaman. Suçu daima “öteki” ne yükleriz.
Halbuki, bütün dertleri başımıza da bu tavrımız sarar. “Kul hakkı ile huzuruma gelme” mesajını sebepleri ve sonuçları ile algılayabilseydik eğer bugün bambaşka şeylerden söz ediyor olabilirdik. Bizi biz yapan değerler her dönem vakumlandı durdu içeriden ve dışarıdan. Ki bizim Türk ve İslam kültür zenginliğimiz yeterdi bize. Mevlana, Yunus Emre, Abdulkadir Geylani gibi tasavvuf büyüklerimiz, kanaat önderlerimiz vardı bizim. Hepsini çaldılar bizden ve ortaya insanı sevmeyen, saymayan, hakkını hukukunu gözetmeyen, her sahada birbirini ötekileştiren bir kayıp nesil çıkarttılar. Dedelerimizden babalarımıza, bize ve bizden de çocuklarımıza doğru her şeyi azaltarak, tüketerek torunlarımızın çağına sarkıyoruz yavaş yavaş. Susturulan iç dinamiklerimize nefes vermeye, bizden çalınanları geri almaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Bir tiyatro eserinin düşündürdükleriydi yukarıda dile getirebildiğim şeyler. Bu nümayiş deryasından ben de kendi payıma düşeni aldım kabımın genişliği kadar.”
Gerçekten, özellikle bizim gibi sağlam kültürel temelleri olan bir millete bu sevgisizlik, nefret, şiddet dalgaları hiç yakışmıyor. Biraz gayretle Cennet kılınacak sonuçlar, kaynağı belirsiz bir elin derin mârifetleriyle cinnetlere dönüşerek hayâtımızı belirsizlik ve tedirginliklerle dolduruyor.
Evet, Sn. Ali ÖZTÜRK’ün, Ayten ÖZTÜRK Hanımefendi’nin yukarki yazısının gazetemizin internet sitesindeki köşesinin altına düştüğü mesajda dediği gibi, gerçeği bir kavrayabilsek!
|
|
Tarih : 27.12.2009 18:30:10 |
|
|
Bir Kavrayabilsek ya... |
Kayıtlı İp: 81.214.145.248 |
|
|
Yüce dinimizin temel felsefesini layıkıyla bir kavrayabilsek ya, işte o zaman kul hakkına saygılı olmayı, emaneti ehline vermeyi, adeletli davranmayı kendimize prensip edinip egomuzu frenlediğimizde içinde bulunduğumuz toplum da kendimiz de huzura ereriz. Sayın Ayten Hanımefendi, her yazınızı ilgiyle takip ediyor kendimce bir şeyler kapmaya çalışıyorum. Elinize, kaleminize sağlık
|
İki ÖZTÜRK’ü anladınız. Şimdi 3. kim diye merak ediyorsunuz; söyleyeyim: O da benim! Sülâle olarak aksi vârid, hattâ hiç söz konusu olmadığı ve de aklımızdan bile geçmediğine göre biz de öz be “ÖzTürk”üz! Târihî seyir ve misyonumuza, hattâ yer yer olumsuzluklara rağmen bugüne bile bakınca ve de –Allâh’ın izniyle- geleceğin iç ve dış olarak daha iyi; hayırlara motor, şerlere set olacağını hayâl ettikçe bu millete mensûbiyetten dolayı kıvançların en güzelini duyuyorum. Rabbim milletimize ve de devletimize zevâl vermesin. Özünü, sözünü, izini daha da güzelleştirip, önderliğini güçlendirsin…
Gelelim, üç ÖZTÜRK’ü, birbirleriyle teşrîk-i mesâîleri, hattâ tanışıklıkları olmadığı hâlde (bir) noktada buluşturarak Semâ halkasında döndüren, hepimizin ve de insan olan insanların ortak değeri olan (bir) MEVLÂNÂ’ya! Onun da, “iç dinamiklerimize nefes verecek” bizleri tembellikten uzaklaştırıp, hak için ve de halk için, daha çok hizmete ve dolayısıyla ibâdete, coşturarak koşturacak bir mesajını alalım:
"En cömert kişi nefsini Allah yoluna verendir. Nefsin ibadet etmek istemez. Seni hep rahata, tembelliğe sevk eder. Allah'ın rahmetini, sonsuz merhametini sana farklı şekilde gösterir ve 'nasıl olsa seni affeder, yapmasan da olur gibi sözlerle cimriliğe, tembelliğe sevk eder. İşte cömert kişi ona denir ki; nefsi böyle dediği hâlde kulak asmaz, emirlere itaat eder."
Bu günkü dertleşmemizin müsebbibi, yazar Sn. Ali ÖZTÜRK’e gazetemiz ve yazarlarıyla ilgili değerlendirmelerinden ve vesîle olduğu ilhamlardan dolayı tekrar teşekkürler. Kendisi, yazımızın başındaki sözlerini de aldığımız, 24.01.2010 târihli www.ordugazete.com’daki ORDU YEREL BASINI adlı yazısını şu paragrafla bitiriyor:
“Yazılarında, günlük olaylara yorum yapmaktan ziyade insanlığa yön verecek manevi düşünce, görüş ve inançları işleyen Ayten Hanım ve onun gibilerinin, daha nice yıllar toplumu aydınlatacak değerli yazılarını okumak bizlere nasip olur, İnşallah !”
Biz de bu güzel temennî için “inşâllâh” diyor, bu gün köşemizin birbirleriyle hiç tanışmamış konukları olarak her iki ÖZTÜRK başta olmak üzere bizler, sizler olarak, tüm yazar ve okuyucularımıza MEVLÂNÂ soluklu bir hayât seyri ve iyilik-güzelliklerle dolu bereketli ömürler diliyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
15.03.2010 |
|
|
BU AŞKIN SAÂDET’İ YOK!
Bu olay, Şubat boyu dünyâda, geçen hafta da Elazığ’da meydana gelen deprem felâketlerinden daha fazla etki yaptı hepimizin üzerinde. Öbürleri, nihâyet, adı üstünde; doğal âfet. Bu olayı dramatik yapan doğalın ötesine geçmesi; örfü, âdeti, töreyi, aklı, iz’ânı satırla biçmesi, aşk gibi en sevgili bir kavramla hıncı, nefreti, kısaca katli yan yana getirmesi. Hem de tâ İstanbullardan kalkıp, bu kış gününde dağları taşları aşıp neredeyse doğu sınırlarını zorlaması!
Enteresan; Ferhat dağları delmişti aşkı için, olacak şey değildi ama, sevgilinin ve de sevginin şartı buydu. Ferhat, sonunu düşünmeden, cânı pahasına kazmayı vurdu dağlara. On yılları aldı göze en azından. Çünkü olacak şey değildi onun yaptığı! Ama, aşk yaptırıyordu işte! Hâlbuki, tehdit etse, kestirmeden kotarabilirdi işi. Ama, aşkın kitabına sığar mıydı bu?
Ama, söz konusu ettiğimiz olay farklı. Burada, sevgiliyi öldürmek için yollara düşüp, dağlara vurmak var! O da kolayından hem de; kesmek, doğramak sûretiyle, kestirmeden, işi ânında bitirmek!
Münevver-Cem olayı, en canlı örnek olarak ortada. O olay ne dehşet şeydi öyle?! Şimdi de her mahkeme ayrı bir dram olarak sürüp gidiyor.
Son olayı biliyorsunuz. Gazetelerdeki genel manşet cümleleri ortalama olarak şöyleydi:
ÇILGIN ÂŞIK DEHŞETİ...
SAADET ÖĞRETMEN SATIRLA ÖLDÜRÜLDÜ!
Kimisi doğrandı, kimisi parçalandı vs. gibi tâbirler kullanmış.
Hepsi de acı ifâdeler; çünkü sonuçta olay çok can yakıcı!
Yazılanlara göre, Muğla Üniversitesi’nden iki yıl önce mezun olan Denizlili Saadet USLU, Ardahan’ın Göle İlçesi Merkez Anaokulu'nda 5 yaş grubu öğretmeni olarak 20 gün önce göreve başladı.
Bu arada, atamayı beklerken akrabalarının yanına gittiği İstanbul'da görüp kendisine aşık olan Yalçın A, reddedilmesine rağmen genç öğretmenin peşini bırakmadı.
Yalçın A, Saadet Uslu'nun öğretmen olarak Göle'ye atandığını öğrenip ilçeye geldi ve otele yerleşti. Sabah evinden çıkıp 500 metre uzaklıktaki okuluna gitmekte olan Saadet Uslu'nun önünü kesen Yalçın A. elindeki satırla saldırdı.
Satır darbeleriyle kanlar içinde kalan genç öğretmen çığlık atıp yardım isterken, Yalçın A. peşpeşe vurmayı sürdürdü. Çevredekilerin müdahalesiyle çılgın aşık kaçarken Saadet öğretmen ambulansla hastaneye kaldırıldı fakat kurtarılamadı.
Cinayetin ardından saldırganın peşine düşen Göle Emniyet Müdürlüğü ekipleri kâtili yakaladı. Yalçın A., ilk ifadesinde cinayeti işlediğini itiraf etti. Saadet Ulus'u çok sevdiğini belirten Yalçın A. İfadesinde;
“İstanbul’da tanıştık. Onu çok seviyordum. Mektuplar yazıyordum. Ama o bana yüz vermedigi gibi tersledi. Aşkıma karşılık vermediği için öldürdüm” dedi.
Benzer bir olay, bir hafta önce yaşanmıştı hatırlayacaksınız:
DERYA ÖĞRETMEN FECİ ŞEKİLDE KATLEDİLDİ!..
İstanbul Bağcılar’da bir ilköğretim okulunun müdür yardımcısı Ekrem Şavran (33) kendisinden ayrılan ana sınıfı öğretmeni Derya Çakır’ı (25) sınıfta, en büyüğü 6 yaşındaki 26 öğrencisinin gözleri önünde önce tabancayla vurdu. Tabanca tutukluk yapınca da beraberinde getirdiği ekmek bıçağıyla boğazını keserek öldürdü. Öyle bir aşk ki, çocukların, mâsum yüreklerin durumu hiç umûrunda değil. Aşk deyince her şey fedâ!
Derya öğretmen geçen hafta Bulancak’ta toprağa verildi. Artık her yanımız cinâyetlerle dolu. Ordu’da da cinâyetlerde ve alkolden kaynaklanan olayların artışıyla alâkalı kaygıları dile getiren yetkili açıklamalar var. Aynı şekilde intiharlarda da artışlar var. Bu konuda il müftülüğünden yardım istendiği yansıdı basına.
Tüm bunlar, her ne kadar aşk aşk denilse de, bir aşksızlığın ifâdesi. Mevlânâ’nın bir sözü var:
“Aşka uçmadıktan sonra kanat neye yarar?”
Evet, biz de diyoruz ki; Saâdete değil de felâketlere, sevgisizliklere götüren şeyin adı aşk olsa ne yazar? Demek ki, ortada bir yanlış anlama var; ya da çarpıtma! İsterseniz bu noktada, yıllar öncesinden bir alıntıya yer verelim:
F A R K
Shakespeare “ Otella”da, kıskançlık yüzünden sevgilisini bıçaklayan kahramanına şu sözleri söyletir:
- Âh,keşke bin canın olsaydı da seni bin defâ öldürseydim!
Fuzûlî ise sevgilisine şöyle seslenir:
- Âh,keşke bin canım olsaydı da sana bin defâ fedâ etseydim!
Doğu ile batı arasındaki fark bu işte!
(Ömer ÖZTÜRKMEN 29.10.94 Türkiye Gazetesi)
Demek ki, aşkın adı aynı aşk, ama zeminde bir kayma var! Ülkemizde, her şeyde olduğu gibi burada da taşların yerine oturması, kavramların aslıyla buluşması gerekiyor. Aşk anlayışlarımızı gözden geçirmemiz, bilhassa gençlerimizi dizi eksenli aşk salata ve safsatalarının pençesinden kurtarmamız gerekli.
Aksi takdirde aşk deyince aklımıza artık saâdetler deği, felâketlerden başka bir şey gelmeyecek. Bizden söylemesi ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
15.03.2010 |
|
|
“HOŞGELDİNİZ” EREN’LER!
İlk başta yeni yazarlarımıza “HOŞ GELDİNİZ” diyor, Ordu Hayat Âilesi bünyesinde güzel hizmetlere hep birlikte imza atmanın hazzıyla, nice kıvanç ve mutlulukları sonsuza dek yaşamayı diliyor, saygılar sunuyorum.
Öteden beri, imkânlarının el verdiğince yüreğinin sesini bizlerle paylaşan, her biri bir köşeden GÖNÜL POSTASI’yla, İLMİHÂL’iyle bizlere ve sizlere seslenen, TAŞLAR ve GEDİKLER diyerek sözü tam yerinde değerlendiren CAN DOST’lara ve TÂRİH GÖZÜYLE bizim adımıza olaylara bakan AYDIN kardeşlere teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Rıdwan EREN Bey Hocamız İSLÂMDA HAYAT konusuyla başladı ve İNSANIN YARATILIŞ GÂYESİ ekseninde yazılarına devam edecek. Mâlum, ilim sonsuz bir deryâ…
Hüsnü YÜCEL Bey’e gelince. O da Rıdwan Bey gibi bildik bir sîmâ. “Cemalettin YILDIZ ve Mehmet SEYDİ beni buraya davet ettiler ve burada da yazacağım.” diyor.
İyi ki dâvet edilmiş ve iyi ki yazıyor. Ordu Belediyesi’ndeki görevi, siyâsetçi kişiliği dolayısıyla Ordu siyâset, ekonomi ve kültür gündeminin nabzını verecek kısa, samîmi ve özlü yazıları şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da merakla tâkip edilecek. Gazetemiz için o da gerçek bir kazanım oldu. Sevinçliyiz, mutluyuz.
Hakîkâten, bizim yazarlarımızın hepsi de oldukça birikimli ve yetkin. Yazıları da profesyonel. Nitekim -Ankara’da yaşadığından olsa gerek, oralarda BAŞKENT NOTLARI tutup Ordu mahallî basınında güncel başlıklarla yayınlayan- Sn. Ali ÖZTÜRK de bu farkı fark edenlerden. 24.01.2010 târihli olarak www.ordugazete.com’a gönderdiği, ORDU YEREL BASINI başlıklı yazısında genelde Ordu Basını’na değinirken, özelde Ordu Hayat Gazetesi’ni anlatıyor:
“Ordu’daki yerel gazetelerden, inter-nette web sitesi olanları, vaktim oldukça bilgisayardan takip etmekteyim.
Hepsinde de yerel konularla ilgili haber ve yorumlar haliyle epey bir yer tutmakta.
Bunun yanında ülkemiz genelini ilgilendiren konularda da bazı yazarlarının yorumları, gerçektenden de genel basındakileri aratmayacak kadar üstün nitelikte.”
“Siyasi görüşlerine katılır ya da katılmayız; bana göre Hayat Gazetesinin bazı yazarlarının köşe yazıları, diğer gazetelerdeki bazı değerli yazar arkadaşlarımızınki gibi gerçekten de okumaya değer nitelikteler…”
Yazıları Ordu OLAY refîkimizde de ayrıca yayınlanan Sn. Ali ÖZTÜRK’ün yazısının diğer bölümlerine de bir başka yazıda yer vereceğiz. Kendisine tüm değerlendirmeleri ve ilgisinden dolayı teşekkür ederken, müsâdesiyle, yaklaşık 3 aydır yazılarına ara veren Ayten ÖZTÜRK Hanım’a da bu vesîleyle bir HOŞGELDİNİZ demeyi fırsat bilmiş olalım. Kendisi, uzun denilebilecek bir aradan sonra “PASAPORT”la döndüğüne göre uzaklardan geliyor olmalı! Fakat bu, bizim bildiklerimizden farklı. İşte, PASAPORT başlıklı yazıdan bir paragraf:
“Her Müslüman günlük hayatının içerisinde salat ve selamları ile "sevgi peygamberi"nin kalbine kalbi ile bir yol arama gayretindedir. Bilir ve inanır ki sevgi kalpten gelip kalbe gider. Kalbi zindeleştiren bu selamlaşmalar inananları, dünyada başlayıp ahirette devam edecek yollara yolcu eder. Peygamber muhabbeti olan bir kalp adeta sonsuzluğun pasaportu gibidir.”
GÖK SOFRASI için pasaportunu almış uçarken YER SOFRASI’nı da ihmâl etmemek sûretiyle, yereldeki bizlere bir nevî jest yapan yazar, sanki etrafımızdaki değerlere dikkât çekmek için özellikle uğramışçasına, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Şehrimizin göbeğindeki “yatır”ı bilirsiniz. Buhara’lı Şeyh Şakir Efendi yatırı. Buhara'dan kalkıp gelmiş, insanlara inanç hizmetlerinde bulunmuş bu muhterem zatın önünden geçerken kalbindeki peygamber sevgisini düşünürüm. O sevgi ve muhabbetin derecesiydi O'nu o günün zor şartlarında buralara getiren.”
Ne mutlu, her nerede ve ne konumda bulunursa bulunsun, o mîrâsa sâhip olduğu bilinciyle davranıp, çevresiyle gönül birliği yaparak, güzel hedeflere kilitlenip, kıyısından-köşesinden hizmet ve himmet kervanına tutunmaya çalışanlara…
Yücel’i, Yatır’ı; sofrası, hatırıyla hoşgeldiniz Eren’ler ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
12.03.2010 |
|