|
|
SERVİSLERİ NEREYE BAĞLAYALIM?!
Servis denilince hemen okullar akla geldiği için bu konuda ön plânda ve de sorumluluk mevkiinde hep Millî Eğitim gözüküyor. İlgilenen, beyanat veren de hep onlar. Nitekim geçtiğimiz hafta ve dün gelen açıklamalar bize bunu gösteriyor:
“Geçtiğimiz yıl gerçekten çok üzücü servis kazası haberleri aldık. Bu eğitim öğretim yılında bu haberleri almamak için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Özel servislerde yaşanan sıkıntıyı asgariye indirmek için çalışıyoruz. Bugün bu konuyla ilgili olarak servis şoförleri ile toplantı yapacağız. Daha önce okul müdürlerimiz ve okul aile birliği başkanlarımıza yazı gönderdik. Bu yazımızda korsan taşımacılığa izin verilmemesi ve servis şoförlerinin titizlikle seçilmesini istedik. Bunun yanında emniyetle iş birliği yaptık ve kontroller sıklaşacak. Emniyet ile düzenli bir çalışmamız olacak. Biz özel servis araçlarında sıkıntı yaşıyorduk, bu sıkıntıyı asgariye indirmeye çalışacağız.”
Şunu söylemek lâzım: Geçen yıl okul servisleri hakîkâten gündem rekoru kırdı. Âdetâ, bunun için yarışıyor gibiydiler! Bu sebeple, öğrenci servisi deyince akla hep kazâlar ve tehlikeler geliyor oldu artık. Çünkü, bir defâ başta hemen hemen hepsi hızı seviyor.
Ancak, bu servis konusu sâdece Millî Eğitimin sorunu da değil. Bunun dışında ve daha önemlisi, ticârî firmaların servisleri var bir de aynı zamanda. Diyelim ki firmamız bir bölge bâyii. Merkezden gelen malların dağıtımını yapıyor. Birkaç arabası var. Bunlara şoför lâzım. Şehir içinde ya da ilçelerde, köylerde, kasabalarda servis yapacak. En toyundan, en hesaplısından şoförler tercih ediliyor. Hem yeniler daha canlı, gözü pek, yâni hızlı ve pratik olur! Eskiler, ne de olsa yetişkin, oturaklı, yaşlı-başlı olduğu için onlara söz söylemek zor. Öyle ya, koca koca adamlara tam bir patron gibi emir vermek de şık düşmez.
Bir de, servis şoförlüğü denilince hep genç jenerasyon akla geliyor. Onlar da yaşları îcâbı, biraz deli kanlı ve de deli canlı oluyorlar! Çoğu evlilik sorumluluğu almamış, askerliğini yapmamış, çelik-çocuğa karışmamış serâzâd tipler olabiliyor. Bunlar heyecanları gereği yarışa, hıza, sükse ve cakaya daha yatkın oluyorlar. Bir de patronlar, “Çabuk olun, acele edin, uçun!” diyorlarsa, artık siz düşünün gayrı!
İşte böyle, kendilerinin olmayan arabalarla başkalarına sükse yapmak adına gönüllerince ve sorumsuzca, yüreklerimizi hoplatarak geçiyorlar ayaklarımızın dibinden, evlerimizin önünden, çocuklarımızın yanlarından. Hepimiz kendi gençlik çağlarımızı, her şeyi tozpembe gördüğümüz günleri göz önüne getirelim. Bunun böyle olacağı işin tabiatı gereği gibi neylersiniz ki. Normâl olmayan, bu çağdaki insanlara daha caddeye yeni çıkan, yürümeyi yeni öğrenen, trafik şuuru ve refleksi gelişmemiş yavrularımız arasında şoförlük yapmalarına izin vermemiz. 20-30 kişinin canını onlara emânet etmemiz.
Şunu da îtirâf ediyorum ki, velîler vatandaşlar olarak bizler de üzerimize düşeni yapmıyoruz. Üzerimizde bir görev olduğunun farkında bile değiliz belki. Meselâ geçen yıl sanırım 10 Kasım günüydü. Ana bir caddede gidiyoruz. Bir okulun yakınından geçerken bir minibüs birden önümüze çıktı. Hiç, caddeye giriyorum diye sağa-sola bakma ihtiyâcı duymadan. Bir başka servise gidiyor ve derdi de ona yetişmek olmalıydı. Başkaca ne can, ne mal ne de kural önemliydi. Şoför olarak da gepgenç birisiydi, bir göz görebildiğim kadarıyla. O günün hükmüyle plâkasını, firmasının ismini falan alabilmiştim. İlgili yerleri arayıp gerekeni söyleyecektim, uyaracaktım. Hâlâ arayıp soracağım!
Demek istiyorum ki, vatandaşlar olarak bizler de bu noktada sorumluyuz. Yanlışları önlemek adına, gördüklerimizden ilgilileri haberdar etmeliyiz. Bu konudaki duyarlılığımızı her hâlükârda göstermeliyiz. Firmaları rahatsız etmeliyiz. Bu, “bugün sana yarın bana”dan öte, vicdânî bir insanlık borcudur.
Bundan da öte sevgili okurlar, iş trafik polisiyle de yakından alâkalı. Şehir içinde baktıkları sâdece yanlış park. Bulsalar da cezâ yazsalar! Onun peşindeler. Peki, trafik adına hangi problemi çözüyor bu?! Para getirisi olarak çok pratik. Görev olarak da kolayın kolayı! Ancak, şehir içinde araba uçuranlara kimse karışmıyor. Ben hiç ortalığı toza-dumana katanlara, “Nereye gidiyorsun, nasıl gidiyorsun, burası çarşı ortası, hiç mi, aralardan çocuk fırlar, aman bir cana kıyarım diye içinde bir kaygı taşımıyorsun? Hadi kuldan utanmıyorsun, Allâh’tan da mı korkmuyorsun?” diyeni, şoför koltuğundaki böyle bir canavarı uyaranı duymadım, görmedim! Siz gördünüzse haber verin!
Gereksiz klakson çalmalar rahatsız edicidir de, milleti oraya buraya kaçırır, çarşıyı dağıtırcasına gümbür gümbür gitmeler çağın hızına ayak uydurmak adına yapılan çok uygar bir davranış mıdır?
Sizin anlayacağınız, özelde servisler ve genelde de trafik olarak bir duyarsızlık söz konusu. Genel bir hoyratlık var. Kimse ne yaptığını ve de neyi yapmadığını bilmiyor. Umurunda da değil! Servis kazâları da sonuçta genel bir duyarsızlık ve hoyratlığın tezâhürleri. Ulusal kanallardaki kazâ haberlerine ve hem kel hem fodul cinsinden şoför örneklerine bir bakın. Hem suçlu, hem güçlü şoförlere, kazâ bir şey anlatamamışsa, siz neyi anlatabileceksiniz ki?!
Bundan dolayı, bu işlerin çözümü için, her şeyden önce ALLÂH KORKUSU şart. Bir karıncayı bile incitmekten korkacak bir ruh terbiyesi elzem. Bizim gibi kanun hâkimiyetini sağlayamayan, kurallarını işletemeyen ya da tâkip edemeyen toplumlar içinse bu elzemin de elzemi.
Televizyonlar, gazeteler, bilgisayarlar, atariler, oyunlar, eğlenceler hep yarış üzerine. Çılgınlık, başıboşluk, vurmak-kırmak üzerine. Bebekliğinden îtibâren bu havaları teneffüs eden yeni jenerasyonun sükûnete ermesi kolay olacak gibi gözükmüyor.
Bu bir disiplin, hem dış, hem de iç; yâni, hem kalıp, hem kâlp meselesi!
Bizde maalesef ikisi de yok! Var diyen beri gelsin! Bir keşmekeştir gidiyor zîrâ!
Ama,kısa vâdede bunlardan, hiç olmazsa birini sağlamak zorundayız ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
22.09.2010 |
|
|
ELİF’İN UĞRU NAKIŞLI
İlk ve orta öğretimin başlaması münâsebetiyle yazdığımız dünkü yazıda, bir işe başlamanın öneminden bahisle, Osmanlı döneminde ilk mektebe başlangıçda yapılan merâsimlerin farklılığına atıfta bulunmuş, çağına göre güzel bir örnek niteliği taşıyan bu konuyu detaylandıracağımızı belirtmiştik. İşte bu gün bu konuyu paylaşacağız sizlerle. İnşâllâh, özellikle çevresel şartlar dolayısıyla oldukça önem kazanan eğitim sistemimiz konusunda fazla ya da noksanlarımızı tesbitte bize yardımcı olur, daha iyiye gitme noktasında ipuçları verir.
Osmanlı’nın Tanzimat öncesi döneminde, ilköğretim veren okullara ‘sıbyan mektebi’, ‘mahalle mektebi’ veya ‘taşmektep’ denirdi. Bu okulların çoğu, taştan yapılmış olup camilere bitişik inşa edilirdi ve büyük bir odadan ibâret olurlardı. Talebeleri okula ve okumaya motive etmek ve onları daha başta hayırla yoğurmak adına ilk mektebe gidişlerde yapılan merasimlere kısaca ‘Âmin Alayı’ veya ‘Bed-i Besmele’ denirdi.
Bu merasimin bir kandil günü olmasına bilhassa dikkat edilirdi. Bu mümkün olmazsa, pazartesi veya perşembe günleri yapılırdı. Merasime bir gün önceden evin temizliğiyle başlanırdı. Bundan başka aile yâdigârı rahle de cilâya verilirdi. Ayrıca ailenin mensupları Kapalıçarşı’ya giderek, okula başlayacak çocuğa ve mahalledeki fakirlerin çocuklarına gerekli eşyaları alırlardı.
Âmin alayı yapılacağı gün, sabah namazından sonra çocuğa yeni elbiseleri giydirilir, hazırlıklar tamamlanınca âilece Eyüb Sultan’a ve Fâtih Türbesi’ne gidilir ve buralarda dualar edilirdi.
Semtte, amin alayı bir seyir vesilesiydi. O gün sokaklarda bir bayram havası ve görülmedik bir kalabalık olurdu.
Âmin alayı belirli teşrifat kaidelerine bağlıydı. En önde giden, atlas yastık üzerindeki sırmalı kesesiyle elif-bayı taşırdı. Onun arkasından, başının üzerinde rahle ve çocuğun okulda oturacağı minderi götüren uzun boylu birisi giderdi. Bunu okula gidecek çocuk tâkip ederdi. Çocuğun arkasında okulun hocasıyla ilahiciler, aminciler bulunurdu. Amincilerin arkasında da ikişer ikişer el ele tutuşan mekteb talebeleri gelirdi. Alayı çocuğun babası, dâvetliler, akrabalar ve yakın dostlar tamamlardı. Yolda ilahiciler okumaya devam eder, hep bir ağızdan,
“Tövbe edelim zenbimize / Tövbe ilâllâh, yâ Allâh /
Lütfûnla bize merhamet eyle / Aman Allâh, yâ Allâh”
ve benzeri ilâhiler söyledikten sonra aminciler de münasip yerlerde “âmin, âmin” derlerdi.
İLK DERS; ELİF…
Bu topluluk sonunda okul kapısına varır; çocuk hemen içeri girmez burada zamanın padişahına dua edilir ve GÜLBANK okunurdu. Gülbank’ı müteakip hoca tekrar dua eder, nihayet çocuğun bir elinden okul kalfası, diğer elinden de kapıcı tutar ve doğruca hocanın yanına çıkarlardı. Çocuk hocanın önüne geldiğinde elini öper, karşısında diz çökerdi. Bu arada, kalfa da elif-bâ cüzünü rahleye açardı. Daha sonra hoca Besmele-i şerif’i takiben Elif harfini gösterir ve ilk dersini verirdi.
Mâlum, Elif harfinin islâm kültüründe ayrı yeri vardı. Allâh’ın ve İslâm milletinin birliğini temsil ediyordu. İnsanı anlamlandıran bilgi ve idrâkin anahtarı olan ‘elifba’nın ilk harfiydi. Alfabe bazen tekerlemelerle öğretilirdi. Mahalle mekteplerinde Kuran’ın kısa sureleri, namaz sureleri ve kimi dini bilgiler öğrencilere aktarılır; ayrıca, dört işlem seviyesinde de olsa, matematik öğretilirdi. Elif-bâ ve Ahlâk bilgilerinin öğretildiği bu okullar daha çok terbiyevî nitelikte idi.
Osmanlı Devleti, sonuçta bir hilâfet devletiydi. Bu, İslâm Dünyâsının önderliği anlamına geliyordu. Dolayısıyle, dînin ilk emrinin OKU olması çerçevesinde, insan için en önemli bir safha olan okul dönemine başlangıcı dînî, kültürel ve de toplumsal bir coşku hüviyetine dönüştürmüştü.
Bu gün de, çağın gereklerine göre, okumanın önemi ve okumuş insanın farkı noktasında vurgulamalar yapılarak anlamlı başlangıç törenleri yapılabilir. Bugün okumak deyince yalnızca diploma, maaş, rütbe ve makam anlaşılıyor. İnsanlık, kültür, ahlâk gibi kavramlar bu sistemde bir değer ifâde etmiyor. Bu noktada, Yûnus Emre’ye kulak vermek gerekiyor:
İlim, ilim; bilmektir
İlim; kendin bilmektir!
Sen kendini bilmezsin,
Ya, nice okumaktır!?
İşte ecdâdımız, her şeyi bilmekten önce, kendini bilmeyi öncelemiş, bunun için de herkesi ELİF şuuru temelinde eğitme gâyesi gütmüş ki, tüm coğrafyaya ELİF’İN UĞRU nakış versin. Karacaoğan ne diyordu:
Elif’in uğru nakışlı
Yavru balaban bakışlı
Yayla çiçeği kokuşlu
Kokar Elif Elif diye!
Anlaşılan, bir zamanlar her şey Elif’le başlıyor ve Elif’le devam ediyordu.
Yârlar, yaylalar, çiçekler, narlar hep elifti, besmeleydi; histi, fikirdi, şükürdü…
Şimdi ise, hiç olmazsa o günlerin hatırlanması dileğiyle diyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
20.09.2010 |
|
|
İLK DERS NASREDDİN HOCA’DAN…
İlk adımlar çok önemlidir. İlk günler, ilk aylar, ilk yıllar. Bunun diğer adı; BAŞLAMAK! Tıpkı, hayâtın çocukluk yıllarının eğitim-öğretim ve de terbiye açısından çok önemli olduğu gibi. Nitekim, eğitimin önemi vurgulanırken, çocuğun dil öğrenimi örnek gösterilir. Bir çocuğa âilede dil dersi verilmez ama çocuk onu kendiliğinden alır. Ve de en kalıcı dil eğitimi de budur. Bir başka dili daha sonra en iyi okullarda, en iyi yerlerde, en iyi hocalarda da okusa, 2. dil ana dili gibi olamaz.
Aynı şekilde eğitim de öyle. Âileden ya da mahalleden veyâ okuldan, çocuklukta alınan ahlâk ve karakteri, yâni sosyâl eğitimi hiçbir şey tam anlamıyla aşamaz. Çocuk, şuurlu ya da şuursuz, kendine akseden etmenlerin etkisinden ömür boyu kurtulamaz. Onun için, her anlamda ilkler, başlangıçlar çok çok önemlidir.
“Nasıl başlarsa öyle gider” derler. “Bir şeyin başı neyse sonu da odur” derler. “Başlamak bitirmenin yarısı” derler. Çocuk, ilk etkilerle nereye doğru yönlenirse, hayât boyu -çok olağanüstü etkenler dışında- eğilimi hep o tarafa doğru olur. Çünkü, bedensel olduğu kadar, rûhî refleksleri de ona göre şekillenir.
Velhâsıl, başlamak, kapı açmaktır. Ama, neye? İşte burası çok önemli! Ne yaptığımızı biliyorsak, hayâtın farkındaysak, işimizi ciddîye alıyorsak, o zaman mesele yok; nasıl başlayacağımızı da biliyoruz demektir.
Zâten biliyoruz da, bildiğimizin farkında mıyız? O hep söyleye geldiğimiz BESMELE işte tam da budur. O, öylesine söylediğimiz BESMELE, bize başlama şuurunu kazandırıyor. İşlerimizin hayırla başlayıp, o özelliğini kaybetmeden sonlanması; hem dünyâmız, hem de âhiretimiz için güzel sonuçlanması. Hem mânen, hem madden bereketli olması.
Bunun için hattâ bir de RABBİ YESSİR duâsı vardır. Besmeleyle birlikte okunur. Sonu, RABBİ TEMMİM BİL’HAYR diye biter. “Yâ Rabbi, bu işi bana hayırlısıyla ve hayr’üzre tamamlattır!” anlamına gelir. Bir hayat algılama tarzının ifâdesidir. Ki, müslümanlara mahsustur. Hayâtından ve yaptığı tüm işlerin sonundan hayır umanların dikkât ettiği bir özelliktir.
Mâdem bu gün okulların açılış günü; ilk gün yâni. Tam burada size bir Hoca fıkrası nakledelim. İlk dersimizi, hocaların hocası NASREDDİN HOCA versin:
Hocamız bir gün evin avlusunda aranıp, dörünüp durmaktadır. Bir şey kaybedip de aradığı her hâlinden belli. Dostlarından biri, meraktan mı yoksa yardım edeceğinden mi, her neyse sorar;
“Hayr’ola hocam bir şey mi kaybettin?”
“Evet, yüzüğümü kaybettim. Gördüğün gibi arıyorum!”
“Tam olarak nerelerdeydi, biz de arayalım?”
“Aslını sorarsan onu ahırda kaybetmiş olmalıyım!”
“Peki öyleyse, neden avluda arıyorsun ki?!”
“Ama ahır karanlık kardeş!?”
Tâtiller bitti, okullar açıldı. Çocuklar büyük bir heyecanla bağlardan-bahçelerden ve harmanlardan okullara doğru koştular. Hayırlı olsun. Olmasına olsun ama, hayırlı olması için önce hayrı bilmek gerek, sonra istemek, sonra da hayra giden yolu ve yolculuğu en hayırlısıyla başlatmak. Bundan dolayı, bir milletin geleceği olan çocuklar ve yeni nesiller için onlar üzerinde etkili olabilecek bir şeyler yapmalı. Sanırım her devlet bunu kendi temel öğretileri ekseninde yapmaya çalışıyor.
Geçen hafta okula ilk başlayacaklar için okula alışma süreciydi. Bu yeni başlatılan bir uygulama. Şimdi İLKÖĞRETİM HAFTASI’ndayız. Bunun için çeşitli törenler yapılacak. Bir nevî alıştırma gibi bir şey. İçeriğini ve gâyesini çok da bilmiyoruz. Sâdece dışarıya akseden hamâsî nutuk, müzik ve şiirlerden hareketle bu kadarını söyleyebiliyoruz. Çocukları, üç aylık serbest bir sürecin peşinden, daha ilk günlerden boğmama ve okula ısındırma anlamında şeyler bunlar herhâlde. Zamanla daha bir dolu, kültürel yoğunluklu ve kapsamlı hâle getirilebilir. Günün ve yörenin şartlarına göre zenginleştirilebilir.
Bu, biraz daha farklı ve merkeze çocuğu alıp, âileyi, komşuları da bilfiil katarak yapıldığı şekliyle, daha etraflı olarak Osmanlı’da da vardı. Hattâ Ahmet RÂSİM, eğitimin bu ilk süreciyle ilgili safhaları kendi yaşadıkları hâtıralar bağlamında eserlerine almış ve ÂMİN ALAYI veyâ BED’İ BESMELE dediğimiz olayın ayrıntılarıyla bugüne aktarılmasında büyük katkıları olmuştur. Hakîkâten, bu süreci incelediğimizde, basit bir törenin ötesinde, kültürel anlam boyutu zengin bir gelenekle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. İnşâllâh, bir başka gün, onun eserlerinden yararlanarak bu anlamlı merâsimi anlatmaya çalışacağız.
Bugün son sözü MEVLÂNÂ söylesin;
“Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak onu aramamak demektir!”
Bugünkü olumsuz, şımarık, erdemsiz, haddi aşmış, ölçüyü kaçırmış, sevgisiz-saygısız toplum manzaralarına bakarak ve tüm bu insanların bizim eğitim sistemimizin ürünü olduğunu düşünerek, acabâ bir yerlerde yanlış mı yapılıyor, ya da kaybedilen şeyler var da aranmıyor, veyâ bir arama söz konusu da, oralar karanlık denilerek yanlış yerlerde mi dolaşılıyor? Orası meçhûl!
Her neyse… Nasreddin Hoca, Hoca ya; bir bildiği olmalı. Keşif mi, kerâmet mi? Tâa o zamanlardan bu zamanlara mesaj gönderiyor! Adamda amma da kontür var değil mi? Asırlardır gönderiyor gönderiyor bitmiyor! Tabiî, alana ve de algılayana…
Yeni eğitim-öğretim yılı millet, memleket, vatan için hayırlı olsun.
Çocuklarımızla birlikte hepimizin gönülleri, iyilikler, güzellikler,
Mutluluklar ve de kutluluklarla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
19.09.2010 |
|
|

AYLAR GEÇİYOR, SALINCAK NEREDE?
Aylar geçse, mevsimler dönse, yaşlar kemâle erse de, gönlün istediğinde salıncak her zaman her yerde. Ama, bizim gibiler, yâni en az biz yaştakiler için daha çok köylerde, yaylalarda; daha doğrusu çocuklukta. Şimdi o zamanlar geçti. Çünkü, her şeyden önce o dutlar kurudu. Yeni ağaçlar da mâlum; onlar da bizler gibi kibarlaştı! Salıncak tutacak kolları yok, uçuracak kanatları! Çokları çarşılardan satın alınıp getitiriliyor ve maalesef onlar da bizim gibi buralara, bu havalara pek ayak uyduramıyorlar artık. Ağaçlar dut vermiyor ki, salıncak versinler; ya da çocuklara kol-kanat geren dalları olsun.
Bizim çocukluğumuzda evimizin yanında 3 ulu dut ağacı, bir kiraz, 2 büyük karaağaç vardı. Hayâtımızın en yakın manzarası, çocukluğumuzun masal kahramanları onlardılar. Peliti, kestânesi, kavlağanları, kavağı, meşesiyle sayısız ağaçlar kuşatıyordu evimizin etrâfını. Onların baharda, yazda, sonbaharda, kışta sergiledikleri çeşit çeşit manzaralar arasında geçti çocukluğumuz. Yapraklar, çiçekler bizimle açtı ve yine bizim gözümüzün önünde döküldü. Hem de yıllarca. Sonra kendileri döküldüler.
Cevizleri, hurmaları, töngelleri saymıyorum. Şimdi hiç biri yok. Ötekiler bir yana, çok arzu ettiğimiz hâlde artık ne dut ne de bir kiraz yetiştirebildik. Her sene alınır dikilir; sonra biraz büyür, dallar serpilir, çiçekler açar, meyveler uç verir gibi olur; sonra ne olursa olur, geri yanar ve dökülür. Bu her defasında böyle olur.
Hakîkâten, düşünüyorum da, şu an köyde salıncak asılacak bir ağacımız yok. Ağaç çok da, öylesi yok. Ihlamur, yaykın, incir, çam, servi, çaltı, erik, taflan, elma, armut, vişne; bunların hepsi var. Ama hiç biri akla salıncak getirmiyor. Çünkü, her şeyden önce dut kadar yakın konumda değiller; yer, şekil ve yapı îtibârıyle müsâit olmuyorlar.
Onun için, yazın küçükler oynasın diye, demir ayaklı, zincir askılı, tahta oturaklı salıncaklar yaptırıp getirdik çarşıdan ve harmanın bir tarafına yerleştirdik. Mahallenin çocukları istifâde ediyor. Fındık işçilerimiz büyük küçük değerlendiriyorlar. Elbette büyükler de dâhil olmak üzere bizler de nasipleniyoruz zaman zaman.
Bunun yanında, büyüklerin sene boyu ikâmet ettiği hanım köyde, Yaraşlı’da çocuklar için bir salıncak hep var. Çünkü evin yanında, harmanın köşesinde asırlık bir dut ağacı mevcut. Salıncak asmaya müsâit olmayan dut ağacı zâten söz konusu değil. Kış hâriç, salıncak hep durur orda. Şu kadarını söyleyeyim ki, misâfirler dâhil olmak üzere binip sallanmayan yok. Bakmayın siz buraya sâdece çocukların fotoğraflarını aldığımıza. Dedeler, nineler bile binip çocukluk ediyorlar! İyi de ediyorlar. Hayâtı büyüğü-küçüğüyle, hep birlikte coşku ve sevinçle yaşamak, mutlulukları paylaşmak iyilik ve güzellikleri bereketlendiriyor.
Bu bayram sabâhı, namazı Eymür Köyü’müzde kıldıktan sonra, âdet hâline geldiği üzere babam ve kardeşleri, biz kuzenler bir evde toplu hâlde kahvaltı yapıyoruz. Bu vesîleyle gittiğimiz halamızın evinin önünde bir büyük dut ağacı var. Eskilerden. Büyük urganlarla düzenlenen bir salıncak hep asılı duruyor torunlar için. Lâkin herkes değerlendiriyor.
Bizimle bu yıl ilk defâ Bayram Namazına giden Yûsuf, biz içerdeyken meğer orada sallanıyormuş. Bu salıncak, bizim evin yanındaki demir salıncaklar gibi bodur değil. Bizim çocukluğumuzdakiler gibi; adamı tâ nerelere uçuruyor! Yûsuf Kerem, beni salla baba dedi. Çocuk haklı. Ne yalan söyleyeyim. Bir iki de ben sallandım. İnsan sanki tâ karşı yaylaların doruklarına doğru yükselip uçuyormuşçasına keyif alıyor.
Öyle olmasaydı, 1997 yılında Şiir Şöleni için Ordu’ya gelen koskoca şâirler, fotoğrafta örneği görülen meşhur Bahâeddin KARAKOÇ gibi anlı-şanlı, yaşlı-başlı isimler, salıncağı görünce böylesine heyecanlanır mıydı hiç? Belki onlar da eskileri hatırlayıp, bir nebze uçmak, kurtlarını demeyelim de kart(lık)larını dökmek, hafiflemek; kısaca çocuklaşmak adına, demir de olsa salıncaklara koştular.
Aslını sorarsanız, salıncak yaşlılara daha yakın. Çünkü salıncak demek ayağını yerden kesmek, bir bakıma uçmak demek ve UÇMAK da zâten CENNET anlamında. Hem, insanlar yaşlandıkça küçülmüyorlar ve de çocuklaşmıyorlar mıydı? Öyleyse; tamam o zaman! Koy sepete! Uçmağa ve uçurmağa devâm!
Lâkin, doğrusunu söylemek gerekirse, bu yazı geç kaldı. Taa okullar tâtil olduğunda yazmayı düşündüğüm bu yazı okulların açılacağı günlere kadar kaldı. Elimizde bol mâlzeme olmasına rağmen bu yaz hiç düğün yazısı yazamadık. Dünkü yazıyı saymayın. O, torbadan çıktı gibi bir şey. Tek örnek de o oldu. Mâlum, güncel gündemler hep ağır basa geldi. Ramazan, Fındık, Referandum vs. Neyse ki, hepsini de yüzakıyla arkada bıraktık Allâh’a şükür. Şimdi artık normâl gündemlere dönebiliriz.
Ancak, salıncak her zaman, her yerde. Ama, illâ da köyde derseniz; artık son günlerdesiniz. Okullar açılıyor. Hafta sonları var ama, bir yandan da havalar soğuyor. İş, parklardaki salıncaklara kalıyor. O da çok çok sınırlı hepimiz ve de herkes için. Öyleyse, fındık geçmiş olsa da, incir başta olmak üzere cevizler, elmalar, armutlar; varsa diğer tarla bereketleri ve köyün toprak kokan güler yüzü bizleri ve sizleri bekliyor. Salıncağı da unutmadığımız zaman, hem ziyâret, hem ticâret kabîlinden tatlı ve verimli bir güne imza atmış oluyorsunuz.
Bu yazı geç kaldı, tamam da neden îcâb etti? Öyle ya! Söyleyeyim: Bizim Yûsuf Kerem, kitap okumayı, test çözmeyi seven bir çocuk. Devamlı test aldırıyor bize. Biz de, “aman bize bulaşmasın da!” diyor alıyoruz. Her neyse; aldığım son testlerden birinde, Türkçe konu bölümünde SALINCAK adında bir şiirle karşılaşmasın mı? Altında da benim adım. Bana gösterdi. Sevindim tabiî. Bu bağlamda yazmak ve çocuklarımızı da doğaya, oyuna yönlendirmek adına bir yazı plânlamıştım daha Mayıs-Hazîran aylarında. Kısmet bugüneymiş. Dedik ya; gündemler…gündemler…
Her neyse, test kitabında ilk ve son kıtasına yer verilen şiirin tamâmını buraya alıyoruz. İnşâllâh sizlere salıncak tadını hissettirir, bir an olsun ayağınızı yerden keserek çocukluğunuza doğru uçurur.
Sözün özü, salıncak bizim çocuk yanlarımızdan biridir. Bizim en güzel yanlarımız da işte o çocuk yanlarımızdır. İçten, gönülden, çıkarsız, çıkmazsız yanlarımız. Saf, duru, kirlilikler bulaşmamış temiz yanlarımız.
Belki bedenimiz için olamasa da, rûhumuz için bir gönül salıncağımız hep olsun sevgili dostlar. Bizleri hayâllere, masallara, çocukluklarımıza ve sonsuzluklara doğru şöyle bir vardırıp getiren. Bizi bir çocukmuşçasına elimizden tutup geçmişimizle geleceğimiz, olmuşumuzla olacağımız arasında bir yerlerde dolaştıran. Hayâllerden gerçeklere doğru götüren. Bir çocuk yüreği gibi iyilikler, güzellikler arasında dolaştırıp tozlanan yanlarımızı rüzgârlandıran.
Evet, sevgili okurlar; Ramazan dedik, Fındık dedik, Bayram dedik, Evet dedik.
Koştuk, coştuk; bu arada âdetâ kendimizi unuttuk, dinlenmeleri ihmâl ettik.
Artık biraz soluklanmanın zamânıdır. Doğrusu bunu da hak ettik.
Az gittik, uz gittik; dere-tepe düz gittik ve elhâmdülillâh bu günlere geldik.
Dünyâ güzel, nîmetler güzel; tüm iyilikler, güzellikler insanoğluna özel…
Rabbimiz cümlemize bu inanç üzre, akl-ı selim, hiss-i selîmle hareket etmeyi,
Hayât boyu nîmetler yolunda meşrûiyet dâiresinde gitmeyi nasîp eylesin…
Salıncaklarda buluşmak, sonsuz UÇMAK’larda görüşmek dileğiyle ves’selâm…
SALINCAK
Bahçeye salıncak kurduk
Sallandık sallandık durduk
Her yanımız yaprak çiçek
Güllere el sallıyorduk
Dilimizde şen türküler
Dünkülerle bugünküler
Şarkılar da döküldüler
Göğe yelken açıyorduk
Kuşlar dalda cıvıl cıvıl
Geçiyorlar başka fasıl
Bir görseniz bizi, nasıl
Mutluluktan uçuyorduk
Güneş çekti gitti gökten
Sabah gelecekmiş, erken
“Çabuk gel, çabuk gel” derken
Artık eve geçiyorduk…
ORDU HAYAT GAZETESİ
17.09.2010 |
|
|
TOLGA İLE BİLGE
Gün boyu süren işlerimiz bitti diye düşünürken, yeniden bir işlem söz konusu oldu. Bu işlem, bugün tekrar oraya dönmemizi gerektirmediği için, öteden beri hep muhâtap ola geldiğimiz, sâdece bizimle değil herkesle yakından ilgilenen memur arkadaşa, vedâ meyânında teşekkür edip ayrılırken;
Âbi, bu cumâ gün düğünüm var!
demez mi? Gerçi, 3 ay kadar önceki gelişlerimizde söz konusu olmuştu evlilik hazırlıkları. Ancak târih telâffuz edilmemişti.
Öyle mi, çok güzel! Allâh mesut, bahtiyâr etsin!
deyip alel’acele ayrıldım, resmî işlerimizi yetiştirebilmek adına. İşlemleri tamamlayıp da binâdan ayrıldıktan sonra, gazetemizin yarınki yazısını göndermek için bir internet kafeye doğru giderken, arkadaşımızın -istek üzerine takdim ettiği- dâvetiyesine baktım.
Çok sâde, ağırbaşlı, maksâda uygun, desen, çizgi ve muhtevâsıyla, sevimli, şipşirin bir dâvetiye. Öyle âhım-şâhım, cicili-bicili, süslü-püslü, kurdelâlı-jelâtinli, mutantan bir dâvetiye değil. Ama bana göre bu dâvetiye, asıl önemli olan şeyin; içi, sevgi-saygı dolu bir yuvaya atılan bir adımın göstergesi. Gösteriş ve âlâyişten, dışa karşı sergilenme ihtiyâcından doğan yapmacık hareketlerden uzak, arınmış, oturmuş, olgun ve gerçek bir mutluluğun habercisi gibi.
Dıştaki şirin figürlerden kopup kapağı açtığımızda karşılaştığımız isimler şunlar;
Bilge ile Tolga
Allâh Allâh. Tolga’yı biliyoruz. Tanıyoruz. Bu arkadaşımız, çok önceleri oraya gittiğimiz zamanlarda yoktu. Kendisiyle 1-2 yıldır muhâtabız. İlk gördüğünüzde, daha başta yüzündeki ünsiyet ve meymeneti fark ediyorsunuz. Kim olursa olsun efendice davranıyor.
Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Çünkü, en az bizim kadar sizler de her gün nice nice memurlarla muhâtapsınız. Hele uzak bir şehirde, size insanca davranan, yüzü gülen, yardımcı olmaya çalışan bir memur ne kadar önemli.
Düşününki bir hastâneye gittiniz. Oranın havası zâten mâlum. Neredeyse kendi derdinizi bile unutuyorsunuz oradakileri gördükçe. Bir de memurların anlayışsız ve saygısız davrandığını farz edin. Ya da tam aksine; bir insan evlâdına denk gelip de size yüz ekşitmeden, tebessümle yardımcı olmaya çalıştığını hayâl edin. İşte, Tolga Bey onlardan biri. Allâh(CC) râzı olsun.
Kendisiyle biraz da gazete bağlamında tanışmıştık. Şimdi o aynı zamanda gazetemizin de bir okuyucusu. Daha önceleri, yanımda götürdüğüm gazetelerden istemişti. Şimdi de her gidişimde kendim götürüyorum. Bu anlamda, kültürle, edebiyâtla ilgilenen yönüyle de farklı bu delikanlı kardeşimiz. Allâh selâmet versin. Sayılarını çoğaltsın.
Evet, kısaca işte böyle; TOLGA’yı biliyoruz da, yanındaki BİLGE neyin nesi? Tabiî o Tolga Kardeşimizin bileceği şey de, benim demek istediğim, TOLGA ile BİLGE, sanki KEREM ile ASLI, FERHAT ile ŞİRİN, TÂHİR ile ZÜHRE gibi birbirine uymuş iki isim. Sanki anne-babalar, çocukları daha doğmadan, aralarında BEŞİK KERTMESİ yapmışlar da, ismi de ona göre ayarlamışlar gibi.
İsimlerin ikisi de hem yerli, hem de derli aynı zamanda! Yâni derli-toplu. Anlam derinliği var. TOLGA bana hemen Yahya Kemâl’in meşhur AKINCILAR şiirindeki,
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı; ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle!
beyti bağlamında, bir yiğit gönül erini, Anadolu ÂLP-EREN’ini çağrıştırdı.
BİLGE de, âriflik, derinlik, sezgi zenginliği anlamlarına sâhip. Günümüz Türkçesinde BİLGİN kelimesi eski ÂLİM kelimesinin, BİLGE de ÂRİF kelimesinin karşılığı olarak yer almaktadır. Zâten soyisimler de bu anlam bütünlüğünü tamamlıyor. Biri SEZGİN, öbürü ÖRNEK.
Şimdi buradan, kardeşlerimizi tebrik ediyor, sevgi ve saygılar sunuyorum.
Rabbimden, isimlerini böylesine kâfiye ve anlam zenginlikleriyle tevâfuk ettirdiği, nikâh merâsimlerini de bayramlar peşine ve yine bir cumâya denk getirdiği
bu gençlerimizin, evliliklerini de, -âileleri, yakınları ve tüm sevdikleriyle berâber-
hep birlikte sonsuz bayramlara taşıyacak yolun merhalesi kılmasını niyâz ediyorum…
Kardeşlerimizin izdivaçları hayırlı, hepimizin Cumâları mübârek olsun.
Gönüllerimiz, gerçek kardeşler olmanın mutluluğuyla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
16.09.2010 |
|