|
|

BAŞKAN AMCA MI, BAŞKA AMCA MI?
Vatandaşın kafası fevkâlâde karışık yine. Her zaman olduğu gibi yâni. İki arada, bir derede!
Burası Ordu. Burada, dereler bile tersine akar! Birinin AK dediğine, öbürü KARA der!
Hele bir de, bu “AK” diyen bir Ak Parti’liyse, öbürleri hemen “kapkara!” deyip kesip atar!
Şu Ordu milleti, hiçbir konuda bir karara varamamak, bir kararda duramamakta ısrarlı!
Bu Ordu, niye hep böyle? İstikrarlı olduğu tek konu var; o da istikrarsızlık! Fesübhânâllâh! Bundan dolayı olsa gerek, bir türlü iktidar olamıyor; bir türlü o meşhur “devlet”i bulamıyor!
Devleti bulsa hükümeti bulamıyor, hükümeti bulsa kendini bulamıyor; bir keşmekeş gidiyor.
İşte tâtil geldi; vatandaş kafasını dinleyecek. Bıktı siyâsîlerin vırvır ve de dırdırlarından!
Gel gör ki; ne mümkün? Giyinmiş-kuşanmış, pardon, denize girme vaziyetleri almış yâni! Halk çelik-çocuk sâhil boyu yolları tutmuş. Yorgunluk atacak. Başkan, eseriyle gururlu.
Karne günü oğlum okuldan gelmişti. Bir sevinçli bir sevinçli ki, sormayın! Elleri dolu dolu.
Öğretmen hediye kitaplar vermiş. Bir de ne göreyim; BAŞKAN AMCA KİTAPLARI! Gerçekten, güzel, sevimli ve öğretici bir proje. Tam çocukların gönlüne ve zevkine göre.
Başkan bu işleri beceriyor doğrusu. İnsanların gönlüne girmesini başarıyor, bir şekilde. Analar günü, Babalar günü, yok şu günü, yok bu günü; çalıyor davulları, yapıyor düğünü!
Benim, kitaplar içinde dikkâtimi çeken, BAŞKAN AMCA YAZ TATİLİ kitabı olmuştu. Çünkü, daha kapağında, şehrin merkezinde denize giren insan çizimleri vardı. Şaşırdım.
Bir anlam veremedim daha doğrusu. Başkan, çocukluk günlerini hayâl etti herhâlde dedim. Yanılmışım. Meğer, DERİN DEŞARJ projesi sebebiyle özellikle böyle çizim yapılmış!
Belediye başkanımız Seyit TORUN, yaptığı açıklamada aynen şöyle söylüyor o günlerde:
“Söz verdiğimiz her şeyi yerine getiriyoruz. Derin Deniz Deşarjı bunlardan sadece birisiydi. Bugün sizlerle bu mutluluğu paylaşmak için bir arada olalım istedik. Gördüğünüz gibi artık Ordu sahilleri eskisi gibi kirlenmeyecek, herkes istediği yerde denize girebilecek”
ordugazete.com’daki habere yorum yazan Necmettin ERTÜRK adlı vatandaş, heyecanlanmış, duygu ve düşüncelerini şöyle dile getirmişti: “Ha başkan az kaldı, küçük iskelede denize girmeyi özledim. Sayende tekrardan o güzellikleri yaşayacağız. Teşekkürler.”
Tevekkeli, onca muhâlefete ve nâmüsâit şartlara rağmen palmiyeler de boşuna getirtilmemişti. Tablo tamamdı. Ordulu, Antalya’ya, Bodrum’a, Didim’e gitmek durumunda kalmayacaktı! Derken, bir “Başka Amca!” çıktı ortaya. O henüz Çizgi Romana vakit bulamadı ama, gitti,
o da gazetelere çıktı ve derin deşarjın bir arıtma olmadığına özellikle vurgu yaparak dedi ki; “ORDU’DA, SAKIN HÂ DENİZE GİRMEYİN!” Öp babanın, pardon BAŞKA(N)ın elini!
Sayın Hüsnü YÜCEL, bizâtihî, bilfiil vazgeçirecekti ama, paça da bulamadı ki tutup çeksin!
O hırsla belki de, tâ gidip Âdem Baba’ya yandı derdini, ve; “ÇEK USTA BİR PAÇA!” dedi. Hem de peşinden; “BOL SARMISAKLI!” kaydını ihmâl etmeden. Neyse,burası işin lâtîfesi!
Sözün özü, “çatal kazık yere batmaz!” misâli, tüm heyecan ve hevesler kursaklarda kaldı.
N’olcak şimdi? Zorlu fındık mevsimi de yaklaştı. Ardından Ramazan, derkenokullar?!
Ama, inanın sevgili dostlar, biz nasılsak başımıza da öyle, ona göre idâre ve irâde geliyor.
Kimseye suç bulmayalım. Kararsız olan bizleriz başta. Biz, neye karar verdik sonuçta? İktidara mı, muhâlefete mi? Bir iktidara, bir muhâlefete? Yani, ne iktidara, ne muhâlefete?!
O zaman, şu meşhur OBKT sahnemizde MED-CEZİR oyunları, böyle hep sürüp gidecek…
Bizler de BAŞKAN AMCA’lar ile BAŞKA AMCA’lar arası melodramlarla oyalanacağız.
Zâten çocuklar oyuncaklarıyla oynadığı gibi, bizler de eşyâlarımızla oyalanmıyor muyuz?
Öyleyse, uzatmayalım sözü fazla ve Yunus’umuzun verdiği ilhamla diyelim ki;
Yaz mevsimi, güz mevsimi; hani bunun düz mevsimi?
Düz de yalan, güz de yalan; var biraz da sen oyalan; ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
27.06.2010 |
|
|
BİR HABER, İKİ TEBER…
Mâlum, hafta sonundayız. Genellikle yaptığımız gibi bugün biraz magazinel takılacağız. Önce, Türk basın-yayınının ünlü isimlerinden birinin ölümüyle ilgili habere yer vereceğiz. Lâkin, ölüm hepimizin yaşayacağı bir olay. Rabbim hayırlısından versin.
Ölen ölüp gidiyor. Kalanlar kaldığı yerden hayâta devam ediyor. Ne kadar ağlansa da, ölenin ardından giden yok. Gerçi bu cenâze, sazlarla ve alkışlarla uğurlanmakla, farklı bir anlayışı yansıtıyor belki ama; bu, sonucu değiştirmiyor.
Bildiğiniz gibi, Pazartesi günü hayatını kaybeden Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı ve İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk, önceki gün Nevşehir'deki HACI BEKTAŞ-I VELİ ÇİLEHANESİ'nde oluşturulan İz Bırakan Aydınlar Mezarlığı'na defnedildi.
Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, İlhan Selçuk'un kendisine ölmeden evvel "Hacı Bektaş-ı Veli Çilehanesi'ne gömülmek istiyorum. Çünkü burasının dünya çapında aydınlanmanın merkezi olmasını istiyorum. Öldükten sonra da bu düşünceye hizmetim olsun." dediğini aktardı.
Türk basın ve fikir hayâtının önemli isimlerinden İlhan SELÇUK’un cenâzesi, sol düşünce ve özellikle siyâseti bir araya getirdi. Yapılan konuşmalarda hükümete de göndermeler yapıldı, Ergenekon soruşturmaları sürecinde kendisine zorluklar yaşatılarak müteveffânın yıpratıldığı, bir nevî ölümüne sebep olunduğu ifâde edildi.
Törende, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Miyase İlknur, Alev Coşkun ve İlhan Selçuk'un yakın arkadaşı Prof. Coşkun Özdemir konuşma yaptı. Törene CHP Milletvekili Kemal Anadol, eski DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, HSYK Başkan Vekili Kadir Özbek, HSYK üyesi Ali Suat Ertosun, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, eski bakan ve CHP'nin eski başkanlarından Hikmet Çetin, Yaşar Okuyan, Tarık Akan, Rutkay Aziz, Uluç Gürkan, Orhan Erinç gibi isimler katıldı.
Cenaze töreninin ardından Alevi dedesi Haydar Soylu, TÖVBE ALMA merasimini gerçekleştirdi. Edilen duaların ardından naaş, ağabeyi Turhan Selçuk'un da bulunduğu İZ BIRAKAN AYDINLAR MEZARLIĞI'na defnedildi.
Meydanı dolduran kalabalık, İlhan Selçuk'u türküler ve alkışlarla uğurladı. Biz de buradan, “Toprağı bol olsun” diyor, geride kalanlara sabırlar diliyoruz.
Ayrıca, başlıkta, sözün gelişi olarak TEBER dediğimiz, kültür dünyâmızda dolaşan iki fıkramsı anekdotu da bir güzelleme olarak arşivlerden çıkarıp sizlere takdim ediyoruz:
İMAMIN GÜNAHI
Bektaşi cemaatin en ön safında, tüm kurallara riayet ederek namazını kılmış. Selamını verip namazdan çıkacakken, imamın tövbe ve istiğfar ettiğini görerek şaşırmış.
-İmam efendi ne günah işledin ki böyle derinden tövbeler ediyorsun, diye sormuş. İmam tövbesinin gerekçesini şöyle anlatmış Bektaşi'ye:
- Bektaşiler hakkında yanlış bilgilere dayalı olarak gıybet ettim... Günahım bu... Sizleri namazsız kişiler olarak anlattım çevreme. Oysa gördüm ki en mükemmel namazı sen kılıyorsun! Bektaşi imamın anlattıklarını dinleyince elini onun omzuna koymuş.
- Sen benim abdestsiz namazıma rastladın... Bir de abdestlisini görseydin buna ne tövben ne de istiğfarın yetişirdi!
IŞIKSIZ AMPUL!
Akıl hastanelerinden birinde bir gün delilerden biri pür telâş
panik vaziyetlerinde koşarak doktorun yanına gelmiş: "Doktor bey çabuk, çabuk, acele bizim koğuşa gelin, çabuk", demiş. Doktor gitmiş, bakmış; bir de ne görsün?
Delilerden biri baş aşağı kendisini tavana asmış öylece duruyor. Doktor, "Bu ne hâl böyle?" diye sormuş. Doktoru çağırmaya giden arkadaşı cevaplamış: "Doktor bey, bu arkadaşım zır deli; kendisini ampul sanıyor." Doktor kızmış: "Olur mu hiç öyle şey! Hemen indirin onu aşağıya." Arkadaşı olan deli bu defâ da doktora îtiraz ederek; "Doktor Bey o zaman da biz ışıksız kalırız." deyivermiş!..
***
Rabbimiz cümlemize akıl-fikir versin; hakça yaşayıp ölmekten, ve de;
bizleri, hem dünyâda, hem de âhirette gülmekten ayırmasın ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
25.06.2010
|
|
|
YAYLADA KARAKOL, CENİKTE BOZTEPE!
Eğer dikkât ederseniz, şehirler genellikle bir dağın ya da tepenin eteklerine kurulmuşlardır.
Sanki o yükseltilerden güç alır, kuvvet bulurlar gibi; onların bağrına yaslanmışlardır âdetâ.
“Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?” (Nebe Suresi, 6-7)
Bundan başka, şu âyette de dağların önemli bir jeolojik işlevine dikkat çekilmektedir: "Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık... " (Enbiya Suresi, 31)
İnsanlar, bu gerçeğin doğal tezâhürü olarak bu özelliği hep gözetegelmişlerdir sanki.
Bursa’yı Bursa yapan târihtir de, şehri ve târihi buraya bağlayan ULUDAĞ değil midir?
İstanbul dahî tepeler arasına kurulmuştur. Bundan dolayı onun, bir adı da YEDİ TEPE’dir.
Tepesi olmayan şehirler, toprağın yüzünde kaybolup gitmiş gibidir. Siliktir. Silûetsizdir.
Eğer, tepeler şehri olmasaydı Yahya KEMÂL ona nasıl bakacak ve şöyle diyebilecekti?
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! ...
Ya biz nereye bakacaktık, Yoroz olmasa, Kurul olmasa, şu türkülerdeki Boztepe olmasaydı?
Ya da oralardan Ordu’ya bakıp da, doyumsuz manzaralarını nasıl temâşâ edebilecektik?
Bundan dolayı, şehirlerin yaslandığı tepeler onların sebeb-i vücûdu ve alâmet-i fârikasıdırlar.
Ve bunun için, barındırdıkları yöre insanlarının ortak malıdırlar. Tabiî, kültürel değeridirler.
Daha doğrusu, öyle olması gerekir. Objektif değerlendirmeler ve de ortak akıl bunu söylüyor.
Ama gel gör ki, keyif diye bir şey de var; ki, keyfî uygulamalar var! Hem de en çok bizde!
Elimize makam-mevkî, mal-melâl geçmesin yoksa; hemen taarruzî hareketler başlayıverir.
Hakmış-hukukmuş, halkmış-milletmiş; hesapmış-kitapmış hepsini düzleyip gitmeye başlarız.
Bunun örnekleri çoktur. Ordu bazında bunun en çarpıcı örneği Çambaşı Yaylası’ndadır!
KARAKOL TEPESİ’ni Çambaşı’yla ilgisi olan herkes bilir. Yaylanın OBA DİREĞİ âdetâ.
Çocukluğumuzda tek hayâlimiz oraya çıkıp koşabilmekti. Hep birlikte oyunlar oynamaktı.
Uçurtmalar uçurmaktı, top koşturmaktı, volta atmaktı. Bisiklete binmek, çember çevirmekti.
Cenikten müjde gibi gelen arabalara, arkalarından havalara kaldırdıkları tozlara bakmaktı. Kendi ellerimizle yaptığımız arabalarla, tepeden Pazar yerine doğru uçarcasına kayabilmekti. Zaman zaman, kontrolü kaçırıp tellere de geçsek, hiçbir şey bizi bu tepeden koparamıyordu.
Orası, yayla ahâlisinin ortak mesîre yeriydi. Taki Sâmi SEÇKİN vâli olarak gelene kadar.
TEPELER, TEPE TEPE!
Her kim akıl verdiyse, oraya, hem de tam orta yerine, iddiâlı ama, berbat bir binâ yapıldı. Dışarılardan taşlar getirildi. Çok masraflar edildi. Ama ne yaptırana, ne işletene hayrı olmadı.
İş burada kalsaydı yine de iyiydi. Bir gün bir emniyet müdürü 2. bir binâ daha yaptı.
Sonra, işleri ayağına dolaşınca, ucuz-pahalı demeyip satarak çekip gitti buralardan.
Lâkin onun vâliyi örnek aldığı gibi, onun yaptıklarının ardından sivil zincir devam etti.
Derken birileri, birileri daha. Ve artık bugün oralar halka çok uzak! Gazânız mübârek olsun!
Geçen gün gittiğimde gördüm ki, yaylalar şenlenmiş. Binâlar güzelleşmiş. Dağ-taş dolmuş.
Turnalıktan îtibâren her yer kıyı-köşe yerleşim yeri olmuş. Ama, nefes almaya yer yok!
İşte ÇAMBAŞI. Bu kadar halk nerede yürüyecek? Çarşı zâten dar. Araba koymaya yer yok. Ordu’yu aratmıyor bu bakımdan. Ne anladık şimdi biz bu yayladan? Binâ orada duruyor.
Ne işe yarıyor? Diyelim ki turist geldi; nerede gezip dolaşacak, nerede şöyle bir nefeslenecek?
Yaylaya gelen insanlar evden çıkınca ille de uzak çeşme başlarına gitmek zorunda mı?
Çelik çocuğuyla elele şöyle tur atacağı bir meydanı kalmamışsa, hem de yayla kırında,
anlamı ne bunun? Sizce, hoş bir şey mi yayla adına, toplum, insanlık ve adâlet adına?
Yüksek makamlar, aynı zamanda yüksek ilgiler demek ki! İşte Kemâl YAZICIOĞLU!
Adı, OZAN BABA gibi yayla yollarında, dağlarda-taşlarda; aynı zamanda Boztepe’de.
Özellikle KURUL’a kurulurdu. Burası, bilhassâ antik yönüyle özel ilgi alanındaydı.
Bu kayalıkların içerisinde, zirveden, tâ nehre kadar indiği söylenen iç merdivenler vardı.
Bir de, oradan bakarak, Melet Vâdisi ve Ordu taraflarını seyretmenin ayrı bir zevki olmalı.
Ya Ali KABAN?! O da, Şuayip Tepesi’ne ilgi duymuştu. Haklıydı ve de iyi niyetliydi. Proje güzeldi. Çok iyi düşünülmüştü. Ancak, ufuktan ve bilimsel gerçeklikten yoksun bir hamleydi. Olan, vatandaşın parasına, ümitlerine, hayâllerine ve ortaya konan onca emeklere oldu.
Karacalar isyan edip, intihar yolunu seçmeseydi biz de anlayamayacaktık işin aslını-astarını!
İşte böyle sevgili dostlar! Mübârek cumâ gününde tepenizde boza pişirdik, kafanızı şişirdik!
Bayram havalarınıza limon sıktık. Yayla havaları da zâten bozuk, anlattığımız gibi. Niye? Birilerinin çok çok özel havaları, maalesef hepimize lâzım olan genel havaları bozuyor.
Her tarafı dumansız hava sahası yapmak güzel; keşke bir de gaspsız hayat sahası diyebilsek!
Sözün özü, işlerin daha da ileri götürülmesinden endîşeliyiz! Behemehâl bir şeyler yapılmalı!
Tepelerimiz bizim, hepimizin, şehit kanlarıyla yoğrulmuş, dünyâlar güzeli memleketimize, göğsümüzü gere gere baktığımız, içimizde hayranlık ateşi yaktığımız bayram yerlerimizdir.
Yaylada KARAKOL, Cenik’te BOZTEPE; bizim hem tepelerimiz, hem meydanlarımızdır.
Hem de, bizi geçmişimiz, hayâllerimiz ve de özlemlerimizle buluşturan çocuk yanlarımızdır.
VÂLİLİK, ya da ÖZEL İDÂRE, veyâhut ta GÜZEL İDÂRE; her neyse ve de her kimse, arz ediyorum ki; bizleri buluşturacak, kaynaştıracak, hayâtımızı şölenleştirecek bu yerlerin, bir şekilde, ortak mekânlar olarak istihdâmının sağlanmasına, âzamî gayret gösterilsin. Meramımız bu. Günümüz cumâ. Derdimiz bayram. Ömrümüz seyran. Gönüller hayran.
Cumâmız mübârek, ömrümüz bereketli, her iki dünyâmız da darlıktan uzak olsun.
Gönüllerimiz ferah, ufuklarımız geniş, mutluluklarımız sonsuz olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.06.2010 |
|
|
ÇAMBAŞI’NDA BİR PAZAR
Hafta sonu Çambaşı Yaylası’na gittik. Yollarda genişletme ve yenileme çalışmaları son hızıyla devam ediyor. Kimse, “çalışılmıyor” diyemez. Yerleşim yerlerindeki güzelleşme ve belediyelerin çalışmaları gözden kaçacak gibi değil. Özellikle Yokuşdibi, Turnalık, Çambaşı, bir el değmişlik alâmetlerini belli ediyor.
Obalar da çok güzel. Vatandaşlar olarak da artık, her şeyimize daha bir özeniyoruz. Evlerimiz, bahçelerimiz, yollarımız, bağlaklarımız daha bir düzenli-takanlı. Bunu fark etmemek mümkün değil. Hele, bizim gibi seyrek gidenler için her şey âşikâr.
Biz, sabah erken çıktığımızı zannederken, daha Gıligıli Çeşmesi’nde karşıladı bizi, kalabalık manzaraları. Turnalık’tan sonra çeşmeye yakın meydanların arabalarla ve kahvaltı sofralarıyla dolu olduğunu gördük. Susuz Obası’nın oradaki Çakırak Çeşmesi’nin etrafında, bir araba daha girecek yer kalmamıştı.
Sabah pırıl pırıl bir hava vardı. Kabalak, Çambaşı’nın hemen berisinde çok şirin bir oba. Şimdi göleti de var. Hemen içinden dere geçiyor. Karşı yamacındaki karlar henüz tamâmıyle erimiş değil. Daha doğrusu, son bir-iki, nümûnelik kar kürtüğü var. Obanın kıyısından Çambaşı’nın girişine kadar karların eteği sıra güzel bir koruluk da mevcut. Daha ne olsun. Hava mis. İnsanlar da bu fırsatı kaçırmamışlar. Âilece kahvaltı yapıyorlar ağaçlar ve su şırıltıları arasında. Ne güzellik, ne mutluluk.
Çocukluğumuzda, her sabah hayvanları ahırdan alıp da, yayılmaları, yâni, otlamaları için bıraktığımız, o zamanlar ağaç kütüklerinin de yığılı olduğu, şimdi ise tamâmen yerleşim yeri hâline gelen Mezarlık Boğazı’nı dönüp de Çambaşı karşınızda gözükünce, arkada fon oluşturan, alacalı-bulacalı kar kütlelerinin, dalmaçyalıları akla getiren manzarasıyla birlikte yaylanın büyüsüne kapılıyorsunuz.
Eskiden köy okulları çarşıdakilerden çok daha önce dağılırlardı. Okul dağılır dağılmaz âilece yaylada alırdık soluğu. Göç pikapla giderdi. Hayvanları da Gümüşlük, Oluklu yolu üzerinden yaya olarak götürüp-getirirdik. Fındık mevsimine kadar üç ay bilfiil yayla yapardık. Kur’an’ı, 7 kardeş hepimiz de yaylada öğrenmişizdir. Şimdi, yılda bir kez, bir günlüğüne de olsa varıp dönebilmeyi kâr biliyoruz.
Her neyse; asfalttan ayrılıp, Gümüşhâneliler Mahallesi olarak tanımlanan tarafa döndük. Son virajı dönüp evle karşı karşıya geldiğimizde babamla annemin evin yanlarında bir şeyler yaptıklarını gördük. Onlar, dünden gelmişlerdi. Son bir aydır her hafta sonu gidiyorlar. Bizimkisi, bizim için de onlar için de sürpriz oldu bugün.
Annem, hava güzel olduğu için evde ne varsa günlemek, yâni havalandırmak için dışarıya atmış. Babam da, tırpanla evin etrafındaki otları biçiyor. Eskiden ot olması mümkün değildi. Hayvan çoktu. Hazırı da bizim hayvanlarımız için gerekiyordu. Kovuşturmakla baş edemiyorduk. Şimdi ottan yollar bile yürünmez hâlde. Dolayısıyla behemehâl biçilmesi gerekiyor.
Biraz çalıştıktan sonra babam ve oğullarımla çarşıya indik. Yeni câmi çok güzel. İmam arkadaşımız da yeni ve daha çok genç. Sempatik ve yaşından olgun bir duruşu var. Fatsa, İslâmdağ’dan. Hâfızlığını da orada yapmış. Namazın peşinden salâ verildi. Giresun tarafındaki obalardan birinde adam, oğlunun düğününde jeneratör çalıştırırken cereyana kapılıp ölmüş. Namazı ikindiden sonra kılınacakmış. Çarşıda denk geldiğimiz, Fen Lisesi Öğretmeni Mürsel KARAHASAN’ın komşusuymuş. Cenâze için gelmiş. Köyle yakın olduğu için mezarlıkları yayladaymış. Allâh rahmet eylesin. Evlâtları ve yakınlarına da sabır versin. Her iki âlemde de saâdetler ihsân eylesin. Âmin.
Öğleden sonra evdekileri de alarak, hep berâber çarşıya indik. Gelmeden önce, güneşe rağmen düşen bir-kaç damla bize dışarıdaki her şeyi toplattırmıştı. İyi de öyle oldu. Çünkü, biz çarşıdayken, ikindiye yakın bir fırtına koptu ki, sormayın! Derken dolu düşmeye başladı. Her taraf, kar yağmışçasına bembeyaz oldu. Arabanın içine büzüştük. Sanki yukardan dolu değil de çakıl yağıyor. Öylesine iri ve sert. Gök te gürlüyor bu arada. Karşı yakalardan kamçı şaklatmasına benzer yıldırım sesleri geliyor. O an için insan kendisini öylesine çâresiz hissediyor ki! Kelime-i tevhit okuyoruz, salavâtlar getiriyoruz. Bize, kendisini bildirene, Rasûlünü tanıtana çok şükürler olsun.
Asıl görülecek manzara; daha 15-20 dakîka öncesine kadar orda-burda her hâliyle pervâsız, kabadayıcasına yürüyen, lüksler içerisinde, benliklerine mağrur havalı havalı dolaşan insanların, arabalarına atlayıp kaçışlarıydı ki, hakîkâten ibretâmizdi. Taksinin içinde beklerken, bir ara, kırmızı arka ışık zincirinin Mezarlık Boğazı’na kadar vardığını gördüm.
Ve dedim ki; KORKAN, ALLÂH’TAN KORKSUN! Rabbim herkese, haddini bilme, kulluğunu bilme, duruşunu, varışını bilme şuurunu ve uyanıklığını versin! Kendisini, bir şey sanıp, havalanıp da, -şeytan misâli,- gururun, kibirin ateşine yananlardan eylemesin!
Sevgili dostlar! İşte yine yerimiz bitti. Yaylayla ilgili ve bağlantılı olarak vurgulamak istediğimiz bir diğer konuyu, bir başka yazıya bırakmak durumundayız. İnşâllâh diyoruz.
Ve diyoruz ki, bizim gidişimiz hem bizler, hem de anne-babamız için ilaç gibi geldi. Çok güzel bir gün geçti. En güzeli de, dönerken onların hayır duâlarını almak, memnûniyetlerini hissetmek oldu.
Rabbim, cümlemizi, güzelliklerin farkında olanlardan, güzelliklere güzellik katmaya çalışanlardan ve anne-babası, akrabâları, komşuları, din kardeşleri ve tüm hakşinâs insanlarla berâber, hasetsiz-fesatsız güzel güzel geçinerek, hem dünyânın, hem de âhiretin güzelliklerine ulaşanlardan eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
22.06.2010 |
|
|
ŞEHİTLERİN KANINDA GEMİ YÜZDÜRMEK!
Söylemesi, demesi, haberleştirmesi kolay.“Vatan-Millet-Sakarya, Şehid” de güzel edebiyât!
Ama, gel sen bunu bir de şehid analarına, babalarına, çocuklarına, eşlerine ve yakınlarına sor!
Yüreği gerçek sevgilerle yananlara, gece-gündüz, insanlarımızın mutluluğu için koşanlara sor!
Her fırsatta, bu şehitler diyârı ve evlâtları için duâ ederken, gözyaşları dolup taşanlara sor!
Kimsenin burnu kanamasın, yüreği yanmasın; eşler, çocuklar ağlamasın diye didinenlere sor!
Mehmet Âkif merhûmun“Dicle’nin kenarında bir kurt kapsa bir koyunu,
Gelir de Adl-i İlâhî Ömer’den sorar onu!” beytinde ifâde ettiği türden bir
hassâsiyetle canhırâş ve cansiperâne çalışan, hizmet kat sayısını artırmak için coşanlara sor!
Rabbim cümlesine, cümlemize, yürek yanığı miktârınca sabır ve tahammül versin… Âmin…
Samîmiyetinde şüphe olmayan yönetici ve askerlerimize de metânet ve ferâset ihsân eylesin.
Hepimize yaşatılan bu olumsuzluklar karşısında, müsebbiblerle berâber, gülerek sevinenlere,
eğer bu hıyânetlerinden kaynaklanıyorsa CEBBÂR ve KAHHÂR ismiyle muâmele eylesin!
Sebep eğer gafletse, Yüce Mevlâ akıl-fikir versin, hidâyet nasîp eylesin! Başka ne diyelim?!
Sırf muhâlefet duyguları ve oy kaygılarıyla şu olaylara fırsat gözüyle bakanlara ne denilebilir?
Hepimizin selâmeti adına canını veren şehitleri, kendi iktidarlarının basamağı olarak görmek,
onların kanı üzerinden gemisini yüzdürmeye çalışmak hangi vicdanın kabul edeceği bir iştir?!
Ki, siz iktidara gelince bu işi nasıl çözeceğinize dâir elinizde hiçbir plân, proje, formül yok!
Sâdece, bu iktidar yanlış yol üzerinde, süreci hızlandırdı kabîlinden yuvarlak söylemler!
Peki sen ne yapacaksın? Gerekeni yapacağız! Diyelim ki öyle; garantisi ne? Bu hükümetin yapamayacağı şeyi, mevcutlardan herhangi birinin yapacağına samîmiyetle inanan var mı?
ERDOĞAN’ın yapamadığını BAHÇELİ ya da KILIÇDAROĞLU mu yapacak?
Siz buna hakîkâten inanıyor musunuz? Allâh rızâsı için, lütfen söyleyin; objektif olun!
Yaklaşık 10 yıldır iktidarda, artık tüm bürokrasiyi ve memleketi köşe-bucak tanıdı, biliyor.
Sen iktidara gelip, ortalığı tanıyana kadar, eğer PKK’ysa ülkeyi baştan aşağı kana boyar.
Ama, derseniz ki, bizim ERGENEKON kültürümüz var. Hattâ, ERGENEKON’umuz var! Bir şekilde bu işin içinden çıkarız! Bu işler bizim işimiz. Bizimkilere der; olayı durdururuz!
Siz iktidara gelirseniz belki şu olur: Türkiye ile uğraşmaktan vaz geçerler! NİYE Mİ?
Onların menfaatlerine uygun davranırsınız. Onların dediğini yaparsınız. Olur, biter!
Şunu demek istiyorum: Siz de biliyor ve îtirâf ediyorsunuz ki, bu Amerika’nın bir oyunu.
Amerika demek istiyor ki; ya benim politikalarıma paralel hareket edersin, ya da gidersin!
Senin bu yaptıkların benim İsrâilimi, has evlâdımı endîşelendiriyor! Bunâ müsâde edemem!
Kusura bakma! Hizâya gel! Hizâya gelmezsen biz adamı hizâya getirmesini biliriz!
Sizler, doğuştan hizâda olduktan sonra, kan bir süre daha durur; ama ya daha sonra?!
AMERİKAN EMPERYÂLİZMİ dersiniz, TÜRKLÜK GURUR ve ŞUÛRU dersiniz,
ama, siyâsî ya da ekonomik menfaatler uğruna, dayatma politikaların emrine girersiniz!
Halkçılıksa, Milliyetçilikse; AkPARTİ’den daha Halkçısı ve de Milliyetçisi var mı?
Şu, halka götürülen hizmetlere bakınız. Hangi birini anlatalım? Hem, konumuz bu değil.
Gerek duyulursa yazabiliriz de uzun uzun; ama, vatandaş görüyor, biliyor ve bizâtihî yaşıyor.
Türk İlleriyle münâsebetlere ve Türk Dünyâsına yönelik kültürel çalışmalara bakınız.
Muhtemel bir başka iktidarın, mevcut hizmetleri koruyabileceğinden dahî şüphe duyuyoruz.
MESELE ŞU: Düğmeye dıştan basıldığı noktasında dost-düşman herkesin müttefik olduğu,
dostların kaygıyla, düşmanların ve onların yerli iş birlikçilerinin sevinçle karşıladığı, bu, bir nevî dayatma olan bilinçli EYLEMLER karşısında pes mi edeceğiz; yoksa diretecek miyiz?
Diğer bir ifâdeyle, düşmanın tehditlerine boyun mu eğeceğiz, yoksa dik mi duracağız?
Bize yakışan, bize göre olan hak bellediğimiz kendi yolumuzda, tâviz vermeden gitmektir!
Başkalarının dayattığı yollara râzı olanların kendi geleceklerine ulaşma şansları yoktur.
İnanıyoruz ki Rabbimiz, hep olduğu gibi yine, güzel yurdumun ve onun güzel insanlarının yardımcısı olacak, istiklâlimizi tamamlayacak nihâî muvaffakiyet, dönüp-dolaşıp gelerek,
Anadolu’nun taşına-toprağına sinmiş, şehitlerin kardığı o asil rûhun evlâtlarını bulacaktır.
Duâmız, dâvâmız, inancımız bu. Aklımıza takılan yerler varsa da, çıkar yol burada.
Rabbim, millete, memlekete, insâniyete samîmiyetle hizmet edenlerin yardımcısı olsun.
Şu veyâ bu gerekçelerle fitnelik, fesatlık, hasetlik yapanlara fırsat vermesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
21.06.2010
|
|