|
|
İSRÂİL NEREYE KOŞUYOR?
Gerçekten dünyâ, dünyâ sevgili dostlar. Gördüğünüz gibi, yine dünyâlığını yaptı işte!
Bir türlü bir kararda duramıyor. Her şey allak-bullak oldu; gündemler birden bire değişti!
Hem de ne değişme! Ama, bu sefer çok farklı, acâyip bir kavga ve kapışma söz konusu olan.
Ülkemizde alttan alta seyreden mücâdele, üstten üste çıktı. Yanardağ misâlı gökleri tuttu.
Hiç tahmin eder miydiniz böyle akla-hayâle gelmez olayların peşi peşine sökün edeceğini?
Geçen haftalarda ülkemizde, Cumhûriyetin Partisi CHP’de herkesi şok eden olaylar yaşandı. Bir den bir KASET çıktı ortaya! İşin özü; SKANDAL ve BAYKAL,sonra KONGRE! sonra torbadan çıkar gibi yeni bir ümit havası, yepyeni bir lider; İŞTE KILIÇDAROĞLU!
Memlekette, SOLDA BİRLİK ÜLKEDE DİRLİK adına bütün dikkâtler solun yürüyüşüne, ERGENEKON’un ümitlenip, gözlerini tam da kurtuluş hayâlleri bürüyüşüne odaklanmışken
haftanın ilk saatlerinde sabah, namlular birden bire limanların sessizliğini bozdu!
Baştan aşağı ülkemizi yasa, tüm dünyâyı da gümbürtüye boğdu o kahpe namlulardan çıkan zâlim kurşunlar! Türkiye büyük ülkeydi. Bundan dolayı, büyük başın büyük ağrısı oluyordu.
Türkiye’nin hem içinde, hem de dışında, boşalan bu namlular tam yüreklerimize dönüktü!
İskenderun’da şehitler, uluslar arası sularda şehitler; tetikler, aynı ellerle basılan tetikler!
Hedef Türk Milleti, Hedef ERDOĞAN. Hedef Referandum. Hedef tamâmen TÜRKİYE!
İsrâil’in işine şaşmamak gerek. Zîrâ, İsrâil’i İsrâil yapan, SİYONİST dedirten karakter, bu!
Muharref dinleri bunu âmirdir, milliyetleri budur; cinsleri-cibilliyetleri, haysiyetleri budur!
“Onlara, Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin denildiği zaman, biz (yalnız) bize indirilen (Tevrat)a inanırız derler ve ondan başkasını da inkar ederler. Halbuki, o (Kur’an), beraberlerinde olan (Tevrat’ın aslın)ı da tasdik eden bir gerçektir. (Resûlüm) deki, “Eğer (gerçekten) inanıyor idiyseniz, niçin daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” (Bakara: 91)
Târihte nasılsalar şimdi de öyleler. Huyları, karakterleri, ahlâkları, tıpkı o zamanlardaki gibi.
Türkiye ve İslâm Dünyâsı’nın şahsında, tüm dünyâya karşı pervâsızlıklarını sergilemişlerdir.
Türkiye üzerinden Îran, Pâkistan gibi tüm İslâm ülkelerine göz dağı vermek istemişlerdir.
Ancak, bir korku devleti olduğunu bir defâ daha gösteren SİYONİST İSRÂİL bilsin ki;
KORKUNUN ECELE FAYDASI YOKTUR!
BU SON HAREKET ONUN İÇİN, SONUN BAŞLANGICIDIR!
Dünyâdaki infiâller, protestolar bu gerçeğin habercisi. Bu defâ iş her zamankinden farklı.
Sâdece, Ordu’da verilen tepkiler bile, bütün bir milletin feverânına tercümân niteliğinde.
Ülkede, dünyâda ve bölgemizde, Ordu’da tepkiler çığ gibi, dalga dalga fırtınalaşıyor.
Bu dalga tüm dünyânın dalgası, Okyanuslar dalgası; yâni TSUNAMİ. Sıkı dur İSRÂİL!
“Verdikleri sağlam sözü (ahitlerini) bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve kalblerimiz perdelidir (bize yapılan davet boşunadır) demeleri sebebiyle (onları lanetledik ve başlarına belalar verdik.)” (Nisâ: 155)
BÖYLESİ ZULME, MÂKUL İSRÂİL HALKI DÂHİL KİMSE GÖZ YUMMAZ!
İSRÂİL BAŞINA BELÂYI ALDI ve ARTIK KENDİ SONUNA KOŞUYOR.
“Onlar (Yahudiler) nerede bulunurlarsa (bulunsunlar), Allah’ın ahdine ve (mü’min) insanların ahdi (ve himayesi)ne sığınanlar hâriç, üzerlerine zillet (aşağılık damgası) vurulmuştur. Artık onlar Allah’tan bir gazaba uğradılar ve üzerlerine miskinlik (ve aşağılık damgası) vuruldu. Bu, onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir.” (Âl-i İmran: 112)
Yahudilerin öldürdükleri peygamberler;
Hazreti Zekeriya, Hazreti Yahya ve Hazreti Şuayb’tır.
Zamanımızda Filistinliler başta olmak üzere, çelik-çocuk, ihtiyar kadın demeden, işine gelmeyen herkesi öldüren, bu son olayda da örneği görüldüğü gibi öldürmeye devam eden ve bu huyundan vaz geçmeyeceğini her hâliyle belli eden bugünün Yahudileri de bu âyetlerin muhatablarıdır.
Zira ellerinden gelse onlar da peygamber öldürecekler ama zamanımızda peygamber yok. Onun için, “Peygamber bulamazsak biz de ümmet öldürürüz” dercesine, O’nun vârisleri niteliğindeki âlimler başta olmak üzere son peygamberin ümmetlerini öldürmeye pervâsızca devam ediyorlar.
Ama iş bu defâ farklı. TÜRKİYE ve ERDOĞAN bu zulmü içine sindiremez. Sağıyla, soluyla herkesin İSRÂİL’e sert tepkisi bunun kanıtıdır ve çok sevindiricidir. Hükümet, şehitlerin kanının yerde ve SİYONİST ŞÖVENLER’in yaptıklarının da yanlarına kâr kalmaması ve burunlarının behemahâl sürtülmesi için uluslar arası tüm yasal yolları deneyecek ve sonuç alıncaya kadar da uyumayacak, rahat durmayacaktır.
Rabbimiz, tüm inananların ve inananların ve mâsum isanların hukûku için mücâdele edenlerin yardımcısı olsun. Aziz milletimizin gönlü de, hak ve onun için mücâdele heyecan ve aşkıyla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
02.06.2010
|
|
|
ŞU, DERGİ FİKRİ; ORDU’DA…
Şöyle bir geriye dönüp baktığımda, lise çağlarımızda başlamak üzere, yıl yıl bir sürü notlar tutup, kayıtlar biriktirdiğimi görüyorum. 70’li yılları not düştüğümüz cep ajandaları ve ayrıca extradan defterler, 80’lerden bu yana da yıllık küçük ya da büyük, kitap boylarında ajandalar var. Ve yine ayrıca defterler. Meselâ, Cezâyir’de geçirdiğimiz 89-90 dönemi ajandalara sığmamış. Koca koca defterlere yazmışız günlüklerimizi.
Niye? Şimdi düşünüyorum da; niye, hakîkâten? Mutlakâ, “ilerde değerlendiririz” düşüncesi! Ama, nasıl? Cevâbını, yine “eski defterleri!” karıştırırken buldum:
“Şu, dergi fikri Ordu’da; gerçekleşmeli aslında. Bu bizim boynumuzun borcu. Allâh (CC) sorar, bunu yapmazsak diyorum. Ama, nasıl başaracağız? Kime ve nasıl anlatacağız derdimizi? Herkes, işin kâr etme, hiç olmazsa zarar etmeme, kendini amorti etme yönünü soracak haklı olarak. Bunun cevâbını verecek gücü kendimde bulamadığım, bu tecrübe ve imkâna da sâhip olamadığımı düşündüğüm için, bu fikir gönlümün derinliklerinde meknûz olarak kalacağa benziyor. Bu fikri açtığım zaman, tabiatıyla, “hadi sen yap!” denilecektir. Ama nasıl yapabilirim bunu? Şunu, bunu koşturup coşturabilirim belki; lâkin, sonu gedik gelirse n’olacak?
Aslında, kendimize göre bir iş kurmak ve rayına oturtmak borcundayız da aynı zamanda. Memuriyet sınırlı, ve belirli bir seviyesi var. Hayat ve hizmet kalitesi bakımından maddenin önemi inkâr edilemez. Mâneviyât işleri bile, en çok paraya muhtaç işlerden bu gün. Öyleyse, şimdiden bir işe başlamak mecbûriyetindeyiz gibi geliyor bana. Bu konuda, öncelikle kendimize güvenmeliyiz. Her anlamda özgüven yâni. İyi hesap etmeli, işi sağlam kurmalı ve öyle yola çıkmalı.
Dergi, tutacağımız işin bir meyvesi olabilir sâdece. İşin kendisi olamaz. İş olmadan olamaz yâni. Derginin hayâtiyeti buna bağlı. İş bir şey getirmezse, dergi için ne imkân bulabiliriz ne de zaman!
Ordu, bir yayın organını rahatlıkla besler. Hem de fazlasıyla. Buna kesinlikle inanıyorum. Kültürel kaynak da bol diye düşünüyorum. Eleman da, teknik boyut ta zaman içerisinde hâllolur. Lâkin, maddî kaynağın yetersizliği işin akışını bozar. Paradaki tereddüt her şeyi sarsar.
Ama, her şeye rağmen, ne yapıp-edip, bunu başarmanın bir yolunu bulmalı. Bu bizim ilk ve en zorlu görevimiz memlekete döndükten sonra gibi geliyor bana. Birlik için, hizmet için, âhenk için, bunu kaçınılmaz görüyorum. Gelen için bir ev, misâfir için durak, genç rûhlar için kültürel, mânevî bir burak olarak görüyorum bunu. İnşâllâh, gerçekleşmesi temennîsiyle… 23.20 02.06.1990 C.U.T.A (Cezâyir Üniversitesi Öğrenci Yurdu) CEZÂYİR”
O günlerde Türkiye’ye döndük. Öncelikle, bir iş kurma arayışına girdik. Hem, dergi, kültür vs.nin esprisiyle örtüştüğü ve de bizim ilgi alanımız olduğu için. İş kolu olarak bu anlamda kitabevi açmaya, ya da devralmaya çalıştık. Bayağı ciddî girişimlerimiz oldu. Ancak, ticârî tecrübe olmayınca, bir yardımlaşma, ortaklık vs. de sağlayamayınca, tek başımıza da cesâret edemedik. Öylece kaldı. Şimdi düşünüyorum da, olacak şey de değildi doğrusu bu. Heyecan güzeldi ama, ticâret te çok farklı bir şeydi. Hele, benim işim hiç değildi!
Dergi fikrini ancak, Ensar Vakfı Ordu Şûbesi kurulduktan sonra gerçekleştirmeye muvaffak olabildik. Sıtkı ÇEBİ merhûmun adını koyduğu ORDU ENSAR’ı 5 sayı yayınladık elhâmdülillâh. Fakat bu, bizim kasdettiğimiz anlamdaki dergi değildi tam olarak. Bir bülten hüviyetindeydi. Adı da, bu anlamda denk düşmüştü.
O açık, yânî dergi açığı tüm açlığıyla devam ediyor. Ordu’da hâlâ, bir dergimiz yok maalesef. Şifâhî olarak her yerde dillendiriyoruz, ama yankı yapmıyor. Hele bir öğretmen arkadaşla karşılaşıp da, Edebiyâtçı, Türkçeci ya da Târihçi olduğunu söylemesin; hemen fikrimizi açıp, destek olmasını istemişizdir; en azından editöryâl olarak.
Beri tarafta, bâzı kurum ve kuruluşlara, iş çevrelerine de bu durumlar açılmıştır. Fakat bu güne kadar bu teklifler ciddî bir muhâtaba denk gelmemiştir. “Haklısınız!” demeyeni görmedik; ama hâlâ müspet bir sonuca da ermedik!
Demek ki, her şeyden önce Ordu zevâtı olarak bizler ermedik! Belki birbirimize güven veremedik! Her neyse ama, sonuç îtibârıyle henüz olgunlaşamadık demek ki bu anlamda. Yıllar, on yıllar geçiyor üzerinden, dünyâda iklimler bile değişiyor da hâlâ niye olgunlaşmıyor bir türlü bu meyve?
Dostlar, işin aslına bakarsanız, Ordu’nun daha ne noksanları var ki; dergi solda sıfır kalıyor. Dergi, bunların sâdece bir parçası. Yoklar ordusu kalabalık sizin anlayacağınız.
“Derdini söylemeyen, dermanını bulmaz derler!” Bu türkü, kültürümüzün güzel parçalarından biri. Mızrap bu nağmeyi, demi geldikçe yine ırlayacak inşâllâh.
Kurtuluş yok; bu konuya, yine döneceğiz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
01.06.2010 |
|
|
GÖLKÖY’E ve BAŞKANI’NA SELÂM…
Kaderin, bu sabah yolculukta da karşıma çıkardığı, Sungurlu’ya yaklaştığımız sıralarda otobüsün ön taraflarında gördüğüm, ancak, -seyâhati seven birisi olduğunu bile bile yine de- ihtimâl vermeyip, benzerlik herhâlde dediğim ve fakat molada yüzyüze gelince hayretle kucaklaştığımız İrfan ÖZBİLEN Ağabey eksenli olarak geçtiğimiz ayın 2. yarısında “KIRK KERE İRFAN”, “GÖLKÖY İRFANI”, “ORDU, GÖLKÖY, MÜBÂDELE” başlıklarıyla üç yazı yazmıştım.(Gazetemizin internet’inden ulaşılabilir.) En az o kadar daha elimizde bilgi var. Ancak, bizim niyetimiz bu anlamda sâdece bir fikir vermek, teklif sunmak.
Bizim burada yapacağımız, yayınladığımız yazılardan aldığımız güçle, kendisinin şahsında Gölköy sevdalısı arkadaşlara seslenmek yalnızca:
“Arkadaşlar. İrfan Ağabey’in anlattıklarından ve daha önce de Sıtkı ÇEBİ Bey’den dinlediklerimizden öğrendiğimiz kadarıyla GÖLKÖY, geçmişiyle, anlı-şanlı sülâleleri ve her zaman stratejik olmuş ve olacak konumuyla başlıbaşına bir yer. Gelecekte de öyle olacak. Bence mutlakâ ciddî bir çalışma yapılmalı. Gölköy’ün târihinden, yakın geçmişinden, bugününden ne gibi bilgi ve veriler toparlanabilirse kaleme alınmalı, kayda geçilmeli. Bu yapılamıyorsa, bölük-pörçük, kıyısından-köşesinden de olsa bir şeyler ortaya konulmalı. Hiç olmazsa yarın ya da gelecekte yapılabilecek çalışmalara kaynaklık edebilsin.
Ahmet ÇAKIR Ağabey’le bunu zaman zaman paylaşıyoruz. Çiçeği burnunda, genç, heyecanlı, hizmet sevdâlısı olduğundan şüphemiz bulunmayan, eğitimci kişiliğiyle de tanıdığımız Sn. Ali Kemâl MERT Başkanımız’a bu husûsu bir gönül dilekçesi olarak arz ediyorum. Yapacağı, altında imzası olacak ve geleceğe uzanacak en önemli hizmet de bu olacaktır. Gölköy’ün, bu anlamda yetişmiş münevverleri bulunduğundan şüphemiz yok. Hattâ, Gölköy’e, kültürel çalışmalar ekseninde vilâyetin öncülüğü bile yakışır. İnanıyorum ki, Gölköy’de de en az Ünye, Fatsa gibi ilçelerimiz kadar kültürel, târihî, otantik materyâller var. Ordu’da çıkmayan bir dergi orada rahatlıkla çıkabilir diye düşünüyorum.
İrfan Ağabey’in anlattıkları bile biraz genişletilse, koskoca bir kitap meydana getirilebilir. Genişletilmekle kalmayıp bir adım öne gidilerek, anılan ya da işâret edilen yer ve kişilerin, sülâlelerin izi sürülüp araştırılsa Ansiklopedi bile çıkar ortaya. Âcizâne, başlangıç olarak, Ünye Millî Eğitim Müdürlüğü’nün yaptığı gibi bir KÜLTÜR DERGİSİ çalışması öneriyorum Gölköy Belediyesi’ne. Orası olmazsa bir başka kurum, ya da iş adamı veyâ resmî, sivil kişilere. Ama bir yerden başlamalı. Bizim görevimiz hatırlatmak. Gerisi sizlere kalmış.
İrfan Bey’e soruyorum, “Sizin ilçeli çok akademisyen vardır değil mi, belki en az 10 tâne?”
“-Elbette. Sâdece Profesör vardır o sayıda. ODTÜ Fizik Kürsüsü Başkanı Gölköylü. İTÜ’de 2 profesör, Konya Selçuk’ta, İzzet BAYSAL’da, Samsun Tıp’ta, Trabzon KTÜ’de vs. çok var.”
Gölköy’de de elan, eli kalem tutan nice kişi vardır. Halk içinde geçmişe dâir dağarcığı yüklü, dili zengin, dimağı ve de damağı güçlü niceleri vardır. Öğretmenler, meraklılar, öğrenciler seferber edilerek, röportaj, araştırma, hikâye, mani, türkü vs. derken al sana bir sürü materyâl! Zamanla ivme kazanarak kar kütüğü gibi büyür toparlananlar ve güzel şeyler çıkar ortaya. Birileri bizleri dıştan dejenere etmeden, bünye değişmeden, kendimiz kalabilmek adına bunu yapmalıyız da aynı zamanda.
Meselâ, bildiğim kadarıyla, yöremizin önemli sanat ustalarından İhsan GÜRDAL’ın da bir Gölköylü yanı var. Câvit KALPAKLIOĞLU’nun 7 Mayıs 1993 târihli MEMLEKET GAZETESİ’nde kendisiyle ilgili yazan Gökhan AKÇİÇEK’in verdiği bilgiye göre İhsan GÜRDAL İlkokulu Gölköy’de okumuş. Zaman zaman yaptığımız sohbetlerde sık sık Gölköy’den anlatır kendisi. Hattâ çocukluğuna yaptığı atıfların mekânı çoğu defâ Gölköy’dür. Dolayısıyla, onun da Gölköy’e dâir söyleyebileceği çok şey olduğuna inanıyorum.
İrfan Ağabey de diğer bir İhsan’dan bahsetti; İHSAN AYDOĞDU. O da İhsan GÜRDAL gibi orada okumuş. Babası Postacı Murat diye mârufmuş. Yıllarca Gölköy’de görev yapmış. Hattâ bir ara oraya yerleşmişler. İki katlı evleri de varmış. Sanırız, öğretmen emeklisi İhsan AYDOĞDU’nun da anlatabileceği şeyler olacaktır.
Demek istediğim, bu vâdîde bir irâde ortaya çıkarsa engin ve de zengin bir sonucun elde edileceğine inanıyorum. Ve, herkes de diyecektir ki;
Aman, bu GÖLKÖY ne gölmüş ne de köy! Bambaşka, köklü, ilimli-irfanlı, asıllı-asâletli bir beldeymiş; meğer buralardan neler gelmiş, neler geçmiş diyeceklerdir.
Kim bilir ne hikâyeler, ne masallar, ne mâcerâlar, ne senaryolar çıkar GÖLKÖY’ün o, onu çepeçevre kuşatan yamaçlarından, sâhillere inat bir atlas gibi toprağı süsleyen mısırlı, pancarlı, patatesli, zalıtlı, ‘domates-biber-patlıcan’lı nice doğal ürünleri barındıran bereketli tarlalarından, engin ormanlarından; nereden kaynadığı belli olmayan esrârengiz göllerinden!
Gölköy’den, bu anlamda, tüm diğer ilçelerimize, hattâ merkez ilçeye bile örnek olabilecek bir hareket bekliyoruz. Folklorik ve turistik özelliği de olacak böylesi yayınların yöre insanlarının kendilerini tanımalarına ve daha bir kaynaşmalarına vesîle olacağı gibi, ilçenin de her anlamda tanıtımına da hizmet edecektir. Ayrıca, bugün, gurbettekilerle olacağı gibi, yarın da geçmişle gelecek arasında köprü vazîfesi görecektir. Tüm emeği geçenlerin de göğsünü kabartacaktır bu. Hele üzerinden bir-kaç sene geçince değeri hemen anlaşılmaya başlanacaktır. Fazla sözü de zâid görüyorum. Bizimkisi sâdece hatırlatmaktan ibâret.
Haydiyin sevgili başkanım ve çok değerli Gölköylü kardeşler!
Hayırlı bir çığır açınız, örnek olunuz; görelim sizi ves’selâm…”
ORDU HAYAT GAZETESİ
31.05.2010 |
|
|
HEPİMİZİN SAÂDETİ, NEREDE?
Olanlar oldu geçti. Zaman ekti-dikti, söktü-biçti. Kimini ayıkladı, kimini seçti.
Darbeler gördük, devreler yaşadık. Fırtınalar, kasırgalar; neler, neler yaşadık!
Çehreler tanıdık, sîmalar gördük; hep sürtüşmeler, kavgalar, îmâlar gördük!...
Kurtuluş savaşında, sâdece İzmir’de Yunan’ı değil, tüm düşmanları denize döktük!
Ama, Türk milleti kahramandı bir kere; at sırtından inemezdi, rahat duramazdı!
Öyle demişlerdi, kendilerini öyle kabul etmişlerdi; ne yapsındı şimdi bu millet?!
Ona savaş lâzım, kavga lâzım, yiğitlik lâzım; sizin anlayacağınız düşman lâzım!
Eee, n’olacaktı şimdi? N’olacaksa n’olacaktı; Yüce Türk Milleti’nin düşmanı olacaktı!
“Çıktık açık alınla on yılda her şavaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan!”
Reklâm diliyle söylemek gerekirse: Evet, tamam; şimdi buldum: KÖTÜ, KÖTÜ, KÖTÜ!
Kim ama? Ondan kolay ne vardı? Türk Milleti artık, yaratıcı(!), acâyip bir millet olmuştu!
Koskoca Osmanlı İmparatorluğu iken hiç yaratma(!) söz konusu bile olamamıştı! Şimdi ise, ne olduysa olmuş; 10. yıl marşı’nda belirtildiği gibi, 10 yılda, 15 milyon genç yaratılmıştı!
Düşman ya da kötü yaratmak ta ne?! Basitin basiti! Bir toplu iğne yapamıyorduk belki ama,
düşman yaratmak iş miydi ki? “Yarattım!” dersin, “işte düşman!” dersin, olur-biterdi!
Nitekim, öyle de oldu! Ne zulümler işlendi, ne kelleler sallandırıldı sudan bahânelerle!
Dinci dendi, irticâ dendi, ticâni dendi, hû’cu dendi, nurcu dendi! Şucu dendi, bucu dendi!
Dendi de dendi; ve, ne nâneler yendi! Dandini dandini dasdana, danalar girdi bostana!
Alay edildi, hor görüldü, “dur!” görüldü, “gördüğün yerde vur!” görüldü vesâir, vesâire…
İşte en son 27 Mayıs. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat. 17 Nîsan; ACÂYİP OLUYOR İNSAN!
En acâyibi, tüm bu süreçlerde; her şeye rağmen din ve îmânına sarılan insanların mücâdelesi!
Büyük mücâdeleler verdiler, direnç gösterdiler; akıl almaz zulümlere göğüs gerdiler!
Îmândı, dindi, dâvâydı, candı, cânândı. Dünyâ dünyâ değil; sâdece ve sâdece bir imtihandı!
İmtihanı imtihan yapan da zorluklardı, çilelerdi. İlk insandan bu yana, bu hep böyleydi.
Saîd-i NURSÎ, S. Hilmi TUNAHAN, M.Esad ERBİLÎ, İskilipli ÂTIF Hoca, bu vâdîde akla gelen ilk isimler. Bu mübârek zâtların çileli hayatlarını, talebelerinin yaşadıklarını okursanız, ne demek istediğimizi daha iyi anlarsınız. Bizim kuşakta da, onlar kadar olmasa da, bayağı zorluklar yaşayanlar oldu. Hepimiz az-çok, o havalardan nasîbimizi almışızdır.
28 Şubatı ve düzmece olayları, KALKANCILARI, FADİMELERİ, hatırlayın yeter. Tüm gayretler REFAH-YOL hükûmetini pes ettirmeye, muhâfazakârlığı püskürtmeye yönelikti.
ERBAKAN mürtecî, ÇİLLER hâindi. Çünkü, çağdaştı ama, sonuçta HOCA’ya yardımcıydı!
Demek istediğim sevgili dostlar; ulemânın mücâdelesinin siyâsetteki karşılığı HOCA’dır.
Çünkü, kendisi mühendis olmasına, bu anlamda yurt dışlarında bile popülaritesi olmasına rağmen, sistemin irticâ anlamında önünü kesmeye çalıştığı hareket Millî Görüş olmuştur.
ÖZAL ve TAYYİB Bey de Millî Görüş üzerinden hırpalanmaya çalışılmıyor muydu?
Bunu kabul etmek gerekir. Bu anlamda, SP’nin şimdiki misyonu da küçümsenmemelidir.
HOCA da geldi-geçti. Ama görüşleri sağlam bir referans olarak sürüp gidecektir. Biz burada,
ne ona, ne kimseye oy toplama peşinde değiliz. Bir menfaat de söz konusu değil bizim için.
Herkes sonuçta oyunun ve sâniye sâniye, iyi-kötü tüm tercihlerinin hesâbını kendisi verecek. Bizimkisi, bilebildiğimiz kadarıyle bilgi ve tecrübelerimizi sizlerle paylaşmak, dertleşmek.
Benim üzüldüğüm, anlı-şanlı, okumuş-yazmış, sistemin sopasını da yemiş kimi arkadaşların
ülkemizin geçirdiği evreleri unutarak, büyüklerimiz hakkında ileri-geri konuşabilmeleri.
Asıl acı olan da, ortak çilelere rağmen hâlâ birbirimize küçümsemeyle bakıyor olmamızdır.
Taraftar olunsun ya da olunmasın, din-îman nâmına gayret gösteren, çile çekmiş, ilmiyyeden olsun, siyâsetten olsun herkese saygıyla bakmak bize ne kaybettirir ki?! Bunun adı en azından basîretsizliktir, vefâsızlıktır. Kendimizi, sebepsiz, gereksiz, hiçten yere günâha sokmaktır. Kuru gururdur, kibirdir. Bâzı arkadaşların, diğer grup arkadaşlardan kendilerini müstağnî görmeleri, çiğliktir, hamlıktır. Efendimizin şu sözleri kimler, hangi müminler için acaba:
“Siz îman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla îman etmiş olmazsınız. Onu yapınca, birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi size; ARANIZDA SELÂMI YAYINIZ!”
“Bir kişiye günâh olarak, mümin kardeşini hor görmesi yeter!”
Sizin anlayacağınız, hepimizin cenneti sevgiden geçiyor. Selâmdan, saygıdan, birbirimizi hor görmemekten, geçiyor. Bu anlamda, birbirimizi sevmeye-saymaya mecbûruz da aynı zamanda.
Partisi, grubu, hizbi ne olursa olsun, eğer bu sevgi-saygı iklîmini oluşturmayı, öncelikle kardeş arkadaş grupları arasında başarabilirsek, elde edeceğimiz dünyevî ve uhrevî bu saâdet hepimizin saâdeti olacaktır ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
30.05.2010 |
|
|
Efendimiz (sav), “Gerçekten, insanları meftûn eden(büyüleyen) sözler bulunduğu gibi, hikmetleri ihtivâ eden şiirler de vardır” buyuruyor. (EbûDâvud,Tac)
Bu gün sizleri iki şiirle yüzyüze getireceğiz. Birisi, İst.YİE’den arkadaşıma âit. Tâa o zamanlar yazdığı ve Yeni Devir Gazetesi Sanat-Edebiyât sayfasından kesip defterime yapıştırdığım, hoşuma giden bir şiir. Şiirin şâiriyle de geçenlerde nice yıllar sonra bir telefon konuşması da yapıp hasret giderdik. Kendisi şu anda Turizm, Seyâhat Acentası sâhibi. Şiir ve Edebiyat çalışmaları devam ediyor. Arapçadan tercüme kitapları da var.
Rabbim hem maddî, hem mânevî, hem de ticârî ve sıhhî anlamda selâmet versin. Defterimde hâlâ duran şiiri işte bu:
BİR SARHOŞLUĞUN GAZELİ
Bir özlem içimde büyür de büyür
Unuttum günlerdir ekmeği suyu
Nerde renk cümbüşü o akşamların
Nereye baksam bir karanlık kuyu
Nedir anılardan bugüne kalan
Değişmez mi yoksa kaderin huyu
Tek suçum kapılmak sarhoşluğuna
Ve sende seyretmem güneşi ayı
Sen bir denizsin ve sevgin bir deniz
Bakarım ufkuna görünmez kıyı
Arasam durmadan ayak izini
Dolaşsam da bir bir sahili koyu
Sende ölmek bile bir mutluluktur
Hele ki yaşamak bir ömür boyu
Hasan Fehmi ULUS
(70’li yılların YeniDevir’inden)
Mâlum, şiire ilgimiz sâdece okuyucu ve dinleyici olarak değil; yazmaya da çalışıyoruz. 70’li yıllardan bu yana biz de âcizâne yazıyoruz, yayınlatıyoruz. Bu gün burada, yayınlanmamış bir şirimize yer vereceğiz.
Sanat güzel şey. En güzel meşgâle. Mesleklerimiz de öyle. Bir şeyi en güzel yapmanın adıdır san’at. İyi sanatkâr olmayana kimse iltifat etmez. İnsanca yaşayabilmek de bir sanattır. Sanatınız çok güzel olup da, bu güzellik insanlığınıza yansımazsa o sanatın size bir katkısı yoktur. Sâdece kendinizi aldatmaktan başka bir şey değildir.
Rabbim güzeldir, güzeli sever. Bize de yakışan odur. Her şeyden önce, güzel olanın peşinde koşmak da güzeldir. Herkes kâbiliyet ve imkânına göre başarılı olur. rabbim bizleri güzel sevdâlara, hayırlı meşgâlelere, haysiyetli mesleklere düşürsün ve haklarını da en güzel şekliyle vermeyi nasîp eylesin. Âmin. İşte, bu da bizim şiir:
HAYÂLDEN ÖTE
Gözlerim her duyguda bir başka hayâl görüyor
Tutmuş ellerimizden yıllar nereye götürüyor?
Her bir hayâle takılır gider gönlüm
Kopmak acı olur sonra gerçeklere
Daha ne kadar izin verir kimbilir
Zaman denen o, sessiz testere?
Git gönül, git; masal dünyâlarının hepsi senin
Akıllar senin, zekâlar senin, imkânlar senin
Ülkeler, kıtalar, mekânlar senin
Fakat, bekâ kârı değil kimsenin
Ne kadar gitsen de döneceksin elbet
Ne çok kanat açıp uçsan
Ne çok kaçıp göçsen
Ne çok havalansan da ineceksin elbet
Neler okunacak o zaman yüzlerinden kim bilir
Hangi duygular taşacak sözlerinden kim bilir
Güvenme hiçbir şeye; hattâ aya, güneşe
Onlar bile bir gün kabuğuna çekilir…
Hayâller çok çok güzel, gerçekler acı
Ne kadar zor olsa da ayak yere değmeli
Ne yapıp ne etmeli; yanlışlıklar bitmeli
“Son pişmanlık fayda etmez!” demiş diyenler
Bir merdiven kurarak hayâlden ötelere
Mevlâ’nın huzûruna ak alınla gitmeli…
(09.11.82)
Şiir önemli. Ancak, hayâtı şiir gibi, yâni şuurlu ve şiârlı yaşayabilmek daha da önemli. Rabbimiz hepimize, her şeyden önce hak ve hakîkât şuuruyla yaşamayı, görev ve sorumluluklarını şiir tadında yerine getirmeyi nasîp eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
28.05.2010 |
|