Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4607934
 Sitede Aktif: 1
 Ip: 172.69.6.121
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

MIZRAP 2010

Bu Kategoriye Ait Blogları Rss İle Takip Et
Mar`12
26
KIRK KERE İRFAN..
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

KIRK KERE İRFAN…

Bizim bir İrfan Ağabeyimiz var. Saat ve antika işleriyle uğraşıyor. Adı, Soyadı İRFAN ÖZBİLEN. Adına da, soyadına da uyan birisi. Biz onu yeni tanıdık. Ama o bizi çok eskiden tanıyormuş. Ordu’da tanımadığı yok. Bâzen berâber dolaştığımız oluyor çarşılarda; selâm veren verene ona. Bir tanıştığını da bir daha unutmuyor besbelli. Bizim dükkâna bile gelen birçok insanı tanıyor. Çoğu onu hatırlamasa da.

“-Sen falan yerde şu görevde değil miydin?” “-Evet!” diyor öbürü. Girgin, müteşebbis, ilgili, irtibatları canlı bir insan. Çalışmayı, konuşmayı, yârenliği, dostluğu seviyor ve de önemsiyor. Arkadaşlarını, tanıdıklarını, her nerede olurlarsa olsunlar ziyâret etmeyi, onlarla muhabbeti bırakmıyor.

            Daha geçen ayın ilk haftasında İstanbul’a gitmişti. Biraz uzadı. Trabzon, Tokat, Amasya günlük, ya da iki günlük kaybolmalarına alıştık da bu biraz fazla geldi. 10 günü falan geçti. Aradık, özledik dedik. Yarın akşam binip geliyorum dedi; işlerini bitirememiş. Neyse, geçen gün geldi; bir görüştük. Daha şöyle bir oturamadan aradık. Samsun’dayım dedi. Evet, böyle. Hep gidiyor. Her gittiği yerden de ayrı heyecanlarla geliyor. Gittiği yerlerle Ordu’yu kıyaslıyor. Oralarda görüp de burada olmayan şeylere vurgu yapıyor. Tüm bunlar bizim için de bir açılım oluyor. Neredeyse onunla gezmiş kadar tâzeleniyoruz. Ama, o, sanki, yorulmuyor da dinleniyor yolculuklarda. İstisnâlar hâriç, kendi arabasıyla ve kendi şoförlüğüyle dolaştığı hâlde. Biz mâşâllâh diyelim de nazar değmesin inşâllâh.

Onunla tanışıp kaynaşmamız, babamla birlikte bir Sûriye gezisi yapmalarından sonra oldu. O kaynaşmadan sonra dükkânımıza sık gelir, gider oldu. Derken, 100 m. yakınımızda açtığı saatçi dükkânı hemen hemen her gün görüşmemizin vesîlesi oldu. Konuşkan, kanlı-canlı, duygulu, düşünceli, târihten, coğrafyadan, eskilerden, yenilerden vs. şurdan-burdan, renkli sohbetleriyle dinlenmeye değer bir insan.

Bulunduğu ortama neşe getiriyor. Ümit aşılıyor. Morâl kaynağı oluyor. İlmi yok, yâni okumamış; daha doğrusu, şartlar gereği okuyamamış ama, hayat mektebini iyi mütâlaa etmiş; görgüsü ve irfânı var. Tam adı gibi yâni. Ne demiş atalar; “birine 40 defâ deli dersen deli olur!” İrfan Ağabey’e de, 65 yıldır, “İrfan, İrfan!” denile denile olmuş işte bir, sâhib-i İRFAN! Aynı zamanda, özünü de, sözünü de iyi bilen bir ÖZBİLEN!

İyiki de öyle olmuş. Biz de onun irfânından, bize ve yöremize dâir öz bilgilerinden istifâde ediyoruz. Anlattıkları enteresan geliyor. . Aslında, daha çok konuşturulup, söylediklerinin yazılması gerekiyor. Hattâ bir BİYOGRAFİ kitabı bile çıkar ortaya fazlasıyla. Zâten, her insan başlı-başına bir roman, bir hikâye, bir serüven değil mi?

Ve her insan kendi köyünün, yöresinin, memleketinin ve de çağının bir hikâyesi aynı zamanda. Bu yapılmalı, birileri yapmalı; herkes çevresindeki orijinâllikleri bir şekilde gün yüzüne çıkarmalı, zamâna ve geleceğe bir mesaj olarak sunmalı. İbret alma istidâdı olanlara bir takım veriler sunmak, çağına tanıklık etmek, eli kalem tutan her aydının ve yetişmiş insanın görevidir diye düşünüyoruz. Kendi güzelliklerimizi ortaya çıkaramazsak, başkalarının iyi mi, kötü mü olduğunu ölçemeyeceğimiz doneleri geleceğimizi kuşatır; bir de bakmışız ki, bizler, bizler olmasa çocuklarımız biz olmaktan çıkmış, tanımadığımız, bizden değil gibi bir gürûh çıkmış ortaya!

Tüm gayretimiz, necîp milletimizin, ilimden, irfandan, gelenek-görenek, ahlâk ve terbiye özelliklerinden kopmadan; asil geçmişiyle mütenâsip yürüyüşünü sonsuza taşıması içindir. Yüce Mevlâ sizleri ve bizleri, geçmişimiz ve geleceğimizle cümlemizi, yarın huzûrunda yüzü ak çıkanlardan eylesin ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

14.05.2010


Mar`12
26
SALIDAN CUMÂYA, YOLLAR SEMÂYA..
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

SALIDAN CUMÂYA, YOLLAR SEMÂYA…

Salı akşamı 21.00’de hareket ettik terminâlden. Şehrin ışıltılı sâhillerini şöyle, ufak bir vedâ bakışlarıyla süzerek geçtikten sonra, Kumbaşı, Efirli, tüneller derken gecenin sessizliğine doğru akıp gittik. Sabah da AŞTİ’de indik hayırlısıyla.

Yolculuklarda, genellikle yanımdakilerle konuşurum. Bu sefer giderken de öyle oldu. Koltuğun yanına vardığımda, baktım; temiz yüzlü, hafif esmer, ince yapılı, duruşundan ünsiyet akan bir çocuk oturuyor pencere tarafındaki koltukta. Selâm vererek oturdum. Tebessümle karşıladı. Öyle bir müddet gittik, etrafı izleyerek. Bu arada, muâvin kimin nerede ineceğini soruyor ya; O, “Sungurlu!” dedi. Merak edip sorduğumda;

Memleketim orası. Okulum Giresun’da; öğretmen lisesinde okuyorum, diye cevâpladı.  

Güzel, kaçta okuyorsun; adını da sormadık!

Adım Emre. 10. sınıftayım; yâni lise 2’de.

Halim-selim, efendi bir çocuk. Bir kardeşi daha varmış, adı Beyzâ. Babası öğretmen; branşı târih ve bir lisede müdür.

      Bu arada otobüste ikram faslı başladı. Baktım, o da ayrıca bisküvi çıkardı. İlle bana da ikram etti. İstemedim, ısrar etti. Bir tâne aldım, teşekkür ettim. Sonra yine almam için ikramını tekrarladı. Ne yalan söyleyeyim; hoşuma gitti. Çocuk, ikramı öğrenmiş. Paylaşımı, insanlığı, edebi, saygıyı. Hayâtın çevredekiler dikkâte alınmadan, bencilce yaşanmasının şık olmadığını! İşin burası önemli, hem de pek çok.

Çocuğun yetişmesinde ve insanlaşmasında âilenin ne derece mühim olduğunu bir kere daha gözlemlemiş oldum. Zâten, verilen isimlerden, âilenin hassâsiyet kodları büyük ölçüde ortaya çıkıyor. İçimdeki duyguyu ifâdeden de kendimi alamadım;

Sen ne tatlı, ne hoş çocuksun; ne kadar çok Anadolu’sun böyle! Dedim, iltifat ettim.

Bilmiyorum, belki biraz abarttığım düşünülebilir! Ama, bir yandan da otobüste diziler oynuyor. Oralarda sergilenen tiplemelere, oluşturulan argomsu çarpık bir dile, ahlâksız, sevgisiz-saygısız edâlara, dîni-îmânı hiçe sayan tavırlara bakıyorsun; yanında da sanki onlardan hiç etkilenmeyerek sâfiyetini korumuş bir örnek görüyorsun, seviniyorsun.

Sabah Ankara’da dolaşırken de benzer duygular bırakmıyor sizi. Göz görüyor, söze geçince de adı gözlem oluyor! Binlerce insan; akıyor, akıyor… Hiç durmak yok. Her kes kendi âleminde ve kendi gerçeğine yürüyor.

Bir bahçede, bakıyorsun; bir kenarda, kendinden iri yapılı, kendine özel el arabasıyla getirdiği özürlü çocuğunu öğle vakti elleriyle yedirmeye çalışan bir baba, onun hemen öbür tarafında çimenler üzerine sere-serpe yayılmış kâğıt oynayan, çevresinin, sedyelerle, ambulanslarla gelip-geçenlerin hiç, farkında bile olmayan kendi âleminde gruplar.

Çantalarından, çevredeki fakültelerin öğrencileri oldukları anlaşılan kızlı-erkekli bu gençlerin ortak özellikleri, hepsinin de uzun saçlı, küpeli oluşları ve pervâsızlıklarıydı. Açığı örtülüsü, kendini örtülü sananı, ya da çağdaş geçineni, hepsi; yaşlısı-genciyle, herkes bir âlem, hepsi ayrı bir dünyâ…

Derken, bir ezan sesi çınlattı ortalığı. Oradan, öteden, beriden derken bir çağlayana dönüştü. Sıhhiye’desin. Oraya, buraya bakıyorsun; bir minâre göremiyorsun. Ne de olsa adı; MÂBETSİZ ŞEHİR’e çıkmış. Varsa bile binâlar kapatmış. Ama, yakından gelen sesin kaynağını araştırdım. Meğer, tam o üst geçidin üzerine bir direk dikmişler. Dört yanı hoparlör. Belediye mi, kim yaptıysa Allâh râzı olsun. Câmisi nerde diye aramak nâfile; bir iki yere baktım, çıkmaz sokak!

Bizim Ordumuz da Ankara gibi! Sevinse mi, üzülse mi? Başlıbaşına bir ilçe büyüklüğündeki DOĞAKENT ve onu 5’e katlayacak civar kentlerin ezansızlığı bir hoparlörle giderilmeye çalışılıyor. Ya Câmi?!

 

Dönüşte yan yana oturduğumuz arkadaş da 35 yaşında, 4 kardeş, 4 çocuklu, bakkal esnafı bir delikanlıydı. Adı Kemâl. Babası öleli çok olmuş. Ağabeyi akıl hastasıymış. Dolayısıyla âilenin tüm yükünün, üzerinde olduğu anlaşılıyor. Ortaokul mezunu. O da şuurlu bir Anadolu çocuğu. Namaza gittiğimde baktım orada. Ne güzel! hem genç, hem inançlı, bizzat çalışıyor, alnının teriyle kazanıyor. Çevresine faydalı. Yeni bir iş için gelmiş. Bir arkadaşıyla nakliyat işi yapacaklarmış. Rabbim yardımcısı olsun; yolunu ve bahtını açık eylesin.

Şimdi yollar çok gelişti biliyorsunuz. Bu gidişte daha da geliştiğini gördüm. Hele, Ankara ve çevresi. Otobüslerin yeni çevre güzergâhının etrafında da bayağı yapılanma olmuş. Hava da güzeldi. Her taraf yemyeşil. Siteler, TOKİ usûlü düzenli. Ağaçlar, parklar, mezarlıklar ayna gibi.

Şu bizim milletimiz ne kadar güzel bir millet. Hemen câmiyi konduruyor yerleşimlerin ortasına; hem de çifter minâreli dedim.

Doğru Âbi dedi yanımdaki. Bizim oralarda da öyledir. Ama, Ordu’nun bu konuda zayıf olduğu konuşuluyor, doğru mu? dedi.

Görüyorsunuz ya; elin gözünden bir şey kaçmıyor. Hele bir de lâz uşağıysa! Her gün buralardan gelip geçiyorlar. Biz de geçiyoruz. Karadeniz, sâhil boyu bir değerlendirme yapılsın bakalım;

Sizce bu genç haklı mı değil mi? Ne dersiniz?

Hiç düşünmeden, hattâ biraz düşünerek bile olsa, “haklı değil!” diyebilmenizi çok isterdim. Yine de bu konudaki karârı size bırakıyor, cumâmızın hayırlı, mübârek olmasını, gönüllerimizin inancımızın verdiği sevgi, sevinç ve neşveyle dolmasını diliyor, hepinize saygılar sunuyorum ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

13.05.2010


Mar`12
26
ORDU, KRİTİK BİR NOKTADA MI?
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

ORDU, KRİTİK BİR NOKTADA MI?

Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı(ÇEKÜL) Başkanı Prof. Dr. Metin SÖZEN, Vali Orhan DÜZGÜN’ün dâveti üzerine geldiği Ordu’da çeşitli incelemelerde bulunduktan sonra, geçtiğimiz Cumartesi gün de TESK OTEL’de ORDU, TÂRİHÎ ve TABİÎ ZENGİNLİKLERİNİ NASIL KORUYABİLİR? konulu çok faydalı bir konferans verdi.

Kürsüye ilk gelen Belediye Başkanımız Sn. Seyit TORUN Bey; “Târihî değerlerimizin kıymeti keşke daha önceden algılanabilseydi! Şehir, yaşayanlarıyla bir yere gelebilir. Geçmişiyle berâber yaşamak isteyenler sâhip çıkarlarsa çok iyi olacak. Çünkü, varlıklarımız gitgide kayboluyor. Acele etmek gerekir!” diyerek, işadamlarını çevre ve târih başlığı altında kendilerine destek olmaya çağırdı.

Vâlimiz Orhan DÜZGÜN de;  “Târihî varlıklar, yıkılıp plâza yapılması gereken yerler değil, korunması gereken yerlerdir. 10 binâmız restorasyona hak kazandı. Sivil mîmârî örneklere sâhip çıkılmalıdır” cümleleriyle özetlenebilecek  açıklamaların ardından misâfir konuşmacıyı mikrofona dâvet etti.

Gerçekleştirdiği ve öncülük ettiği çalışmalarla ülkemiz için bir değer konumuna yükselmiş, Cumhurbaşkanımız Mh. Abdullâh GÜL’ü ziyâretlerinde, yeni anayasanın ilk maddesinin, Türkiye bir kültür ülkesidir şeklinde düzenlenmesini teklif ederek târih, doğa ve kültürün önemine çarpıcı bir vurgu yapmış olan Sn. Prof. Metin SÖZEN’in sözlerinden, tespit edebildiklerimizi, ayrıntıya girmeden, –bölük-pörçük de olsa- buraya almakla yetineceğiz:

“Çok mutlu ve umutlu bir üç gün geçirdim Ordu’da.”

Vâli Orhan DÜZGÜN Beyle çok öncelerden tanışıyoruz. Çok yerde karşılaştık.

O bakanlık elemanı olarak, ben de bu ve benzeri gezilerdeydim. Şimdi de burada.

Vâli Bey’den başka, Belediye Başkanımız da bizlere eşlik ettiler çoğu defâ. Kabakdağı,

Ilıca, Fatsa, Bolaman gibi yerlere uğradık. Gözlemlerde bulunduk.Tesbitler yaptık.

Şehirde, Nüfus Müdürlüğü binasını gördük. Daha sonra sırasıyla tarihi Saray Hamamı, Paşaoğlu Etnoğrafya Müzesi, Sağralar Konağı, Sıtkıcan Caddesi ile Menekşe ve Furtun Sokak’taki tescilli binaları inceledik.

Boztepe’ye de çıktık ama, Ordu’ya bakamadık! Çünkü SİS vardı!

Sis en büyük varlığınız. Sizler de sis gibisiniz; kapalı ama, aynı zamanda gizemli.

“İNSAN YAŞADIĞI YERE BENZER!” diyor Edip AKBAYRAM dostumuz.

Yaşadığı doğa, insanı etkiler. Onun karakterine bürünür.

Karadenizli müthiş bir topluluk. Şunu dünyâda başarabilen nâdir halklardan birisiniz:

Bu yamaçlarda, böylesine dağınık bir vaziyette doğayla mücâdele herkesin kârı değil.

Doğayla iç içe, yalnız başınıza, dikine yaşama örneğisiniz. Ancak sizler, üstünüze gelince, altında uyuyorsunuz! Ağacınız çok. Ahşap işçiliğinde  teksiniz. Ancak, farkında değilsiniz.

Sâhili korumalısınız. Dağdan denize zenginsiniz. DAĞ, DENİZ, KARADENİZ!

Önce kültürü korumadıkça hedefi belirleyemezsiniz. Bu gün toprağa olan ihtiyâç apaçık!

Çünkü, artık anladık ki; KÖYLER YAŞAMALIDIR! Silkelenme başlamalı.

Topraktan kopan insan şehrin varoşlarında kaybolmaya mahkumdur.

Köylerde bile kültürel çabalar yaygınlaştı. Çok güzel. Dönüşüm açık ve sevindirici.

Gayretlerimizle ülkeyi bu gün böyle bir kültürel noktaya taşıdık. Bu dönem ara dönem.

Biz ülke olarak uygarlıklar ve de düşünceler geçidindeyiz.

Bizde neler olmaz; kıyımızda-köşelerimizde neler bulunmaz?

Şurası da bir gerçek ki; Türk toplumu sarsılmadan uyanmıyor ve de kalkınmıyor.

Batum’dan Sinop’a kritik bir noktadayız. Ordu bu anlamda, uçurumun kenarında.

50’lerden beri geliyorum buralara. Meselâ 71’de geldim gözlemci olarak.

O zamanlardan bu yana inanılmaz derecede çirkinleşme olmuş. Genel  hava bozulmuş.

3-5 sene sonra mevcut ta kaybedilebilir. Bu işi çabuklaştırın. Mevcudu koruyun. Çünkü;

Kale düşerse kent düşer;

Çarşı düşerse bereket düşer;

Mahalle düşerse cemiyet düşer!

Bu gün Ordu niye böyle? Neler yapabiliriz? 3-5 eve el koyamıyorsak bu iş olmaz.

Geleceği iyi plânlamalı ve elimizi çabuk tutmalıyız! Ordu’nun her şeyi var.

Projeye ihtiyaç var; tanıtıma gerek yok. Tanıtım aslâ propaganda değildir.

Tanıtım kimlik ve somut mîrastır. Meselâ, Mesûdiyeliler bir araya geliyorlar.

Hiçbir şey yapmasalar da birliktelik önemli. Bu işlerin içerisinde Üniversite de olmalı.

Şu anda Ordu’nun gönüllülük ve dayanışmaya ihtiyâcı var. Tanıtım kendiliğinden gelir.

Dayanışmayan ve hâtıralarını tâzelemeyen toplumlar devamlılığını koruyamaz.

Herkes olmalı, katkıda bulunmalı. Biz ÇEKÜL olarak bunlara öncülük yapıyoruz.

Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma Vakfı’yız. Zaman acımasız; geçip gidiyor.

Biz size her anlamda yardıma hazırız. Siz üzerinize düşeni yapın. Gerisi gelir…

Bir daha Ordu’ya geldiğimde çok mesâfe alınmış olduğunu görmek isterim!”

            Kaynaşmış, kenetlenmiş bir millet olarak kalmak istiyorsak SÖZEN Hoca’ya kulak vermemiz gerekiyor. Sözün özü, istikbâl göklerdedir ama, oraya yükselmek, sıçrama yapmak için, ayağımızın bastığı yerin, yâni köklerin sağlam olması gerekiyor.

Sözen Hoca’ya, şehrimizde gerçekleştirdiği kültür yolculuğu, yaptığı uyarılar ve getirdiği açılımlardan dolayı  teşekkür ediyoruz. Bizim de özel önem atfettiğimiz, sık sık değindiğimiz bu ve benzeri konulardaki düşüncelerimizi, sizlerle paylaşmaya, buradan da alacağımız ipuçlarıyla yeni yorum ve tekliflerimizi sunmaya devâm edeceğiz inşâllâh, ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

11.05.2010


Mar`12
26
AYIŞIĞINDA FEYİZ ve NOSTÂLJİ
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

AYIŞIĞI’NDA FEYİZ ve NOSTÂLJİ

Cumâ gün akşam, oraya vardığımda sanki zaman tüneline girer gibi oldum. Kaç yıl olmuş ben buraya gelmeyeli? Neredeyse unutmuşum buraları. Hayâtımızdan çıkmış. Bu akşam dâvet üzere geldiğimde, o hep buralarda karşılaşa geldiğimiz, tüm mahallelerimizden, civâr il ve ilçelerden, çeşitli yer ve türden can dostlarını görünce, o eski manzaralar, tadlar ve heyecanlar canlandı gözümde.

Rahmetli Sıtkı ÇEBİ, Câvit KALPAKLIOĞLU Ağabeyler, gönüllü kuruluşlar olarak burada RAMAZAN aylarına mahsus olmak üzere, zamânın Belediyesi ile birlikte düzenlediğimiz KİTAP ve KÜLTÜR fuarlarına dâvet edip birikimlerinden istifâde ettiğimiz efsâne vâlilerimizden Recep YAZICIOĞLU merhumlar ve benzer sîmâlar geldi aklıma. Onların ve de varlıklarıyla bu salona renk ve tad katan cümle katılımcı ve izleyicilerden âhirete intikâl etmiş bulunanların mekânları cennet, kalanların da ömürleri bereketli olsun… Âmin…

10 yıl aralıksız süren o dostluk, kardeşlik, kaynaşma, sohbet, konferans, kitap ve kültür ortam ve iklîminin ardından, şimdi anlıyorum ki yaklaşık bir 10 yıl daha geçmiş.

Zamânında, fuar tertip heyeti olarak dâvet edip buralarda tanıştığımız bir çok yetişmiş insan ve de değerlerimiz gibi bizler de artık mâzide kalmış, onların peşine takılıp târih olmuşuz bu arada. Uzun bir gurbet hayâtından sonra sılaya dönmüş, birdenbire, çocukluk ve gençlik yıllarının hâtıralarıyla yüzyüze gelmiş birisi olarak değerlendirdim kendimi. Yıllar da ne çabuk geçmiş meğer…

Bu akşam, benzer duyguları kendisinin de yaşadığına inandığım Osman ÇELİK Hocamızın da öncülüğüyle, ilk başlarda, zamânın Halk Eğitim Salonu’nda başlayıp AYIŞIĞI’nda süregelen o güzelim dostluk, muhabbet, kaynaşma, kültür, edebiyat ve sanat günleri, Ordu  cemiyet hayâtının özel sayfaları arasındaki müstesnâ yerini almış gözüküyor. Bugün, bu akşam bunu çok daha rahat olarak görüyor ve söylüyorum.

Artık, bu aradaki boşlukta Üniversitesi de kurulan şehrimizin, çok daha kapsamlı böylesi organizasyonları behemahal gerçekleştirmesi bir zarûrettir. Ordu, Üniversiteli olmanın alâmet, gerek ve îcâplarını yerine getirmelidir. Sağduyu, yattığı uykudan uyanmalıdır. İnisiyatifi ele almalıdır. O, konferanstan önce izlettirilen animasyonlardan birinde işâret edildiği türden, şeytanın adımlarına uyanlar, atını alıp Üsküdar’ın yolunu çoktan tuttu! Bahâneler arkasına sipere yatmak kimseyi bir yere götürmez ve de sorumluluktan aslâ kurtarmaz.

Bu toplumun yetişmiş insanları, onun evlâtlarına borcunu birikim ve gayretleriyle ödemelidir. Bu güzel vatanın çok çeşitli bölgelerinden kendisine emânet olarak gelecek gençlere, onların maddî-mânevî ihtiyâçlarına hitap edecek ve  enerjilerini, öncelikle kendilerinin, âilelerinin, millet ve memleketin hayrına olacak bir gönül aktivasyonuna dönüştürecek bir müsâit ortam hazırlanmalıdır.

Yine Osman ÇELİK Hocamız’ın OSGED’i organizasyonuyla bu akşam icrâ edilen programı da bu anlamda bir örnek ve öncü faaliyet olarak değerlendirmekte hiç de beis görmüyorum. Burada da sanki mutlu bir tevâfuk söz konusu. Bu mütevâzı faaliyet, meselenin hem besmelesi, hem de özüydü. OKU diyen KUR’AN’la başlıyor ve onun ilkelerini anlatıyordu. Ve de, Yûnusça bir yaklaşımla, okumanın olmazsa olmazı olarak kendini bilmek, Rabbini bilmek ve bunun da olmazsa olmazı olarak KUR’ÂN’ı işâret ediyordu!

Bu anlamda bir plâtform oluşturulmuştu, adı da KAB. Açılımı; Kur’an’ın Anlamıyla Buluşma. Kur’anla buluşma, anlamı ve mesajıyla da buluşmakla gâyesine ulaşabiliyordu ancak. Bunu yapmadıktan, Kur’ân’ın bütününü içselleştirmedikten sonra inancın, insan olmanın, Müslüman olduğunu düşünmekle yetinmenin, çok çok bile olsa okumanın-yazmanın ne anlamı olabilirdi?! Okulların, yurtların, evlerin, apartmanların, şehirlerin, köylerin vs. vs.?!

Sözün özü, KAB’a girmeyen iKAB’dan, yâni cezâdan kurtulamaz. Rabbim, bizleri ve nesillerimizi böylesi vahim ve de sonsuz hüsrân anlamına gelen nasîpsizliklerden korusun… Cümlemizi, muhterem konuşmacının tren yolunun birbirini tamamlayan ve biri olmadan diğerinin anlam ifâde etmediği iki raya benzettiği KİTAP-SÜNNET dâiresinde bir hayâta muvaffak kılsın. Âmin…

Gördüğünüz gibi, asıl konuya giremeden yine yolun sonuna geldik. Konuşmacının, Kur’ân’a adanmış, onunla dopdolu hayâtına ve verdiği mesajlara değinemedik. 80’e yaklaşan yaşıyla buraya kadar gelmiş olmakla, vücud dili, duruşu, jest ve mimikleriyle hâlis, muhlis bir Anadolu insanı ve yüreğiyle başlı başına bir örnekti.

Yazımızı bağlarken, yeniden başlayan AYIŞIĞI yolculuğumuzun doğa hârikası güzel şehrimiz ve sâkinleri için her anlamda hayırlara, yeni yeni maddî, mânevî, kültürel  özellik, güzellik ve de bereketlere vesîle olmasını temennî ediyoruz ves’selâm...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

09.05.2010


Mar`12
26
HEM YÂRSIN, HEM DİYÂR..
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

HEM YÂRSIN, HEM DİYÂR…

Anneciğim, sen çok başkasın; senin yerin dolmaz. Kimse senin gibi olmaz, olamaz.

Hani derler ya; bütün dünyânın kadınları gelse bir anne etmez diye! Aynen öyle…

Ve işte tam da bunun için, ANA GİBİ YÂR OLMAZ denilmiştir, sevgili anneciğim.

BAĞDAT GİBİ DİYÂR. Ama, bizim Bağdat’ımız da ancak senin olduğun yerdir.

Sen bunları bilirsin ya da bilmezsin ama; anne olmayı herkesten çok daha iyi bilirsin.

Belki okumayı da çok sökemezsin; ama anneliği senden özge bilen, beceren yok.

O da yetiyor sana; çünkü, CENNET ANNELERİN AYAKLARI ALTINDADIR!...

Kim bilir ne zorluklarla doğurdun bizi, ne çileler çektin o imkânsızlık günlerinde…

Feryat figân arşı tuttu, her kes işinde gücünde; yaylada, değirmende, çok uzaklarda.

Çarşıda-pazarda alışverişte, koyun-kuzu, at-eşek, odun-köz-çalı peşinde ormanlarda.

Kimseler yoktu civârında, telefon da yoktu, araba da. Olsa n’olacak, doktor nerede?

Tam sekiz çocuk ve hepsi ayrı bir süreç. Biri bitiyor öbürü başlıyor; yeniden başa!

Bir koşmaca, koşturmaca gidiyor durmamacasına. Özellikle senin için anneciğim…

Durmak ne, gece ne, sabah ne, akşam ne? Her şey sana bakıyor, herkes seni bekliyor!

Büyükler var, küçükler var; yaşlılar, bebeler var. beli bükrü nineler var, dedeler var.

Kimi içerde, kimileri dışarıda; inek-dana ahırda, tarlada imece var. Öğle vakti yaklaştı.

Sen neydin öyle be anne? Nasıl geliyordun onca yükün, onca sorumluluğun üstesinden?

Sâhi sen kaç canlıydın? Misâfirlere sen hizmet ederdin, her yerlere sen giderdin!

Çocuklar lâf dinlemiyor. Su sâdece çeşmelerde. O da uzaklarda. O da su var da akıyorsa.

Çocuklar oyun peşinde, meyve kovuşturma, tarlalarda bostan kütürdetme derdinde…

Sen bir yanda beşik, bir yanda mutfak, bir yanda ahır; hepsi, hepsi sana bakıyor…

Ve hâlâ koşuyorsun, koşturuyorsun, koşuşturuyorsun ve hâlâ hizmet ediyorsun…

Ama senin suçun; bizi böyle sen yetiştirdin. Biz, hep hizmet almaya alıştık. Yâni hazıra!

Gücün yetene, ayakların gidene, bileklerin oynadığı yere kadar da gideceksin ve bizleri,

evet bizleri böylece kabûl edeceksin. Ayrıca nazımızı da çekeceksin. Biz şimdi dertliyiz.

Çocuklara lâf anlatamıyoruz. Kızıyoruz, köpürüyoruz. Sığınağımız yine sensin…

Derdimizi sana döküyoruz. Bizim en büyük ırmağımız sensin. Kimse dert anlamıyor.

Ufacık bir sitemden zihni bulanıyor sevgili anneciğim. Sensin yine üstümüze titreyen.

Bizim çocuklarımıza bile sen bizden daha çok ihtimam gösteriyorsun sevgili anneciğim.

Bizden daha çok titizleniyorsun; bizden daha çok ilgilenmeye ve hizmete davranıyorsun!

Sen öylesine bir annesin işte! Sen nasıl şeysin böyle. Örneğini göremiyorum çevre içinde!

Şimdiki anneler de öyle mi bilmiyorum; ama siz odalar ve avlular dolusu bereketsiniz.

Onlar salonlar, bulvarlar, bahçeler, parklar ve de sâhiller boyu hareket ve mârifet…

Siz en az 3 ya da 5 doğururdunuz kimse görmeden, duymadan, hiç farkına varmadan.

Şimdikiler bir doğuruyorlar, pir doğuruyorlar, memlekete emir ve âmir doğuruyorlar!

Daha ana karnında ceninken çekiliyor fotoğrafları. Dağıtılıyor, gönderiliyor tüm dünyâya.

Örtülüsü açığı göğsünü gere gere dolaşıyor heryerlerde muzaffer komutan edâsıyla…

Ki, elbette önemli şeydir çocuk ve onu doğurmak; en zor iş ve de en mukaddes bir ameliye.

Anneciğim, şimdi çocuk az ama isim çok, böylece sağlanıyor artık âilelerin büyüklüğü…

Şimdi, 1 ya da 2 çocukla ve bunca imkânlarla, herkes sizlerden daha çileli, daha muzdarip!

Sevgili anneciğim. Ne diyeyim, zaman değişiyor. Hepimiz değişiyoruz. Herkes kendi

zamân ve şartlarını yaşıyor ve de herkes kendi bulunduğu şartlarla değerlendiriliyor…

Herkesi kendi şartları bağlıyor daha doğrusu. Her dönemin değeri kendi içinde. KDV’si de.

Sizlerin yükü bizlerden çok daha ağırdı. Bizimkileri de hâlâ omuzlamaya devam ediyorsunuz.

Siz bu gidişle ayağınızın altına serilen yeri çok çok hak ediyorsunuz. Eğer sizler, orayı bulamazsanız, bu gamsız ve de çilesiz gidiş ve lâubâlî yaşayışla bizim bulma şansımız yok.

Ümitsiz değiliz. Çünkü sen gibi bir anneye sâhibiz. Orada, önce Allâh, sonra siz varsınız.

“Allâh’ım, çocuklarımı benden ayırma!” demen bizim için en büyük ümit kaynağı!...

Sana babamla ve çocuklarınla birlikte nice mutlu ve güzel günler diliyorum.

Tüm günlerin ve zamanların kutlu ve de mutlu olsun sevgili anneciğim.

Ver elini öpeyim, hakkını biz hayırsız haylazlarına helâl et ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

07.05.2010


Toplam 228 Blog, 46 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 26 27 28 29 30 [31] 32 33 34 35 36 » »»

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7140)
AKROSTİŞ YAZILARI (5512)
FOTOĞRAF-NÂME (5186)
MODA-NÂME (5064)
EYMÜR-NÂME 2 (4928)
EYMÜR-NÂME 1 (4652)
Bedford-nâme (4624)
Nûri KAHRAMAN (4617)
EYMÜR-NÂME 3 (4590)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3949)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...