|
|

BU AKŞAM YILDIZLARDAYIZ!
Evet, bu akşam, doğduğunda babası tarafından Mehmet’in yanında Yıldız ismi göbek adı olarak verildiği için telmîhen Yıldız Hoca diye anılan, Türk Dili ve Edebiyâtına, uluslar arası düzeyde açılım getirip katkılarda bulunduğundan dolayı takdir ve ün kazanmış bulunan merhum Prof. Dr. Mehmet ÇAVUŞOĞLU’yu, doğumunun 75. yılında, hizmeti, eserleri ve hâtıralarıyla anmak üzere bir araya geliyoruz.
Proğramın konuşmacısı, şeref misâfiri, aynı zamanda merhumun talebesi olan, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyâtı Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muhammed Nur DOĞAN. O da, Muhammedî nûrla münevver bir Doğan yıldızı olmalı. Kitaplarına, araştırma konularına ve sitelerdeki değerlendirmelere bakıldığında insanın içine böyle bir his doğuyor.
Kendisiyle geçen hafta telefonda tanıştık. Sesi çok yakın geldi. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi. İnsan gibi bir insan olmalı. Çünkü tellerden ulaşan seslerde muhabbet, samîmiyet ve ünsiyet tınıları vardı. Çok değil, inşâllâh akşama hep birlikte yakından tanıyacağız, tanışacağız, dinleyeceğiz, anlayacağız.
Hocamızla irtibat sağlamamıza vesîle olan arkadaşımız Cafer Vayni’ye buradan teşekkür ediyorum. Hemşehrimiz İLESAM İstanbul Şûbe Başkanı. Orada, 3 profesörün katıldığı bir, Mehmet ÇAVUŞOĞLU’yu Anma Paneli yaptılar. Biz aynısının burada tekrarına tâlip olduk. Ancak, durumu bu zaman dilimi için münâsip olan yalnızca Doğan hocamız oldu. Bizi kırmayıp buralara kadar teşrif buyuruyor oldukları için kendilerine şimdiden müteşekkiriz. Sağolsunlar.
İsterseniz, hocamızı daha iyi anlamak ve dinlemek adına önceden bir ön hazırlık olması için şimdiden kendisi hakkında biraz bilgi sâhibi olmağa çalışalım:
YILDIZ HOCA’NIN “DOĞAN” YILDIZI
1951’de Erzurum’da dünyaya geldi. İlkokulu burada bitirdikten sonra 1962 yılında ailesi ile birlikte İstanbul’a yerleşti. Orta öğrenimini Küçükçekmece Ortaokulu, lise öğrenimini de Bakırköy Lisesi’nde tamamladı. Ardından İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne kaydoldu. 1979 yılında buradan mezun oldu.
1983 yılında aynı fakültenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalına araştırma görevlisi oldu. 1987 yılında doktor, 1991 yılında doçent ünvanını aldı.
2.10.1997 tarihinde İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalında profesörlük kadrosuna atandı. Halen bu görevini sürdürmektedir.
İlmî çalışmalarını daha çok Klâsik Türk Edebiyatının metinler şerhi, Klâsik Türk Edebiyatı metinlerinde soyut unsurlar ve Divan Şiirinin poetikası sahalarında yoğunlaştıran ve gerek yurt içi ve gerekse yurt dışında düzenlenen kongre, seminer, kollogyum, konferans ve sempozyumlara katılarak bu alanlarda bildiriler sunan Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan’ın çeşitli bilimsel dergilerde neşredilmiş çok sayıda makalesi bulunmaktadır.
Aynı zamanda şair olan Muhammet Nur Doğan, şiirlerini Pınar, Hisar ve Türk Edebiyatı gibi dergilerde yayımlamıştır. İstanbul Eminönü Belediyesi’nde dört yıl boyunca kültür dalında başkan danışmanlığı görevinde de bulunan Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan evli ve iki çocuk babasıdır.
Eserleri: Lâle Devri Şairlerinden İshak ve Es’ad Divanlarından Seçmeler,
Fatih Divanı ve Şerhi, Leylâ ve Mecnûn, Mecnun ve Leylâ Dilinden Şiirler, Şeyhülislâm İshak ve Divanı,Şeyhülislâm Es’ad ve Divanı, Eski Şiirin Bahçesinde, Şeyhülislâm İshak Divanından Seçmeler, İslamı Kuran’dan Okumak Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’an Meali -Sadeleştirme ve Notlar,
Fuzulî’nin Poetikası, Baki, Fuzulî, (Hayatı, Şahsiyeti ve Şiirlerinden Seçmeler), Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk – Metin, Nesre Çeviri, Notlar ve Açıklamalar,
Makâle ve tebliğleri de oldukça yekûn teşkil eden hocamız gerçekten dinlemeğe değer. Kitap yazmak dile kolay. Yazılanı okumak bile her babayiğidin kârı değil. Bu kadar esere, bunca çalışmaya şapka çıkarılır; hattâ sevinçten göğe fırlatılır! Değil mi aziz dostlar?! O zaman bu akşam, en azından bir değerli misâfirle tanışmak için, onun ilmine hürmeten tiyatro binâsına şöyle bir uğrayacağız hiç olmazsa. Bir şey almasak ta, görmek bile hiç ilgilenmemekten iyidir.
İnşâllâh yakınlarımızla, dostlarımızla ve bilhassâ yegâne ümîdimiz gençlerimizle berâber bu bilgi şölenine, muhabbet çağlayanına, üzerine rahmet inen cinsten iklîme katılmağa çalışalım. Ayağımıza gelmiş bir fırsattır. Böylesine bir birikimden istifâde etmemek ve edememek diye bir şey mümkün değildir.
O hâlde, geçmişi yâd, günümüzü şâd, geleceğimizi inşâd ve de aydınlık yarınlar adına bu günün yıldızlı, münevver insanlarla dolu akşamını değerlendirelim inşâllâh. hocamıza hep birlikte hoş geldiniz diyelim ve azâmî derecede katılım ve kültürel kazanım sağlamağa çalışalım inşâllâh.
Rabbimiz cümlemizi, şeytanı işlerine karıştırmayıp kovanlardan,
Gönlüne dâim, Muhammedî nur doğanlardan eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
14.01.2011 |
|
|
ORİŞAD, DİLŞÂD EYLEDİ…
ORİŞAD’ın dâvetiyle ilimize gelen AYNA programlarının yapımcı ve sunucusu, günümüzün Evliyâ Çelebisi meşhur Saim ORHAN, Ordu Kültür Sarayı’nda bizlerle buluştu. Biz kendisiyle, daha gündüz, geçen Pazar günü buzlanma kaynaklı bir şarampol olayı yaşayan Nâmık ALTAŞ Bey’e geçmiş olsuna gittiğimizde karşılaştık. Ekibiyle berâber tanıştık. Kısa bir hasbihâl ettik.
Dil ve Edebiyat Derneğimizin hafta sonu konferansıyla ilgili telâşeli koşuşturmalar ve ziyâretlerin sonrasında akşam, misâfirimizi dinlemek üzere OKSM’ye doğru yöneldik. Yeni Kültür Sarayı’nın o muhteşem salonu tamâmen dolmuştu. Böyle etkinlikler, konuşanlardan bir şeyler almanın yanında, bir çok tanıdığı bir arada görebilmenin avantajını da sağlıyor insana.
Önce başkan Avni YILMAZ, kısa bir selâmlama ve teşekkür konuşması yaptı. Sonra, ORİŞAD’ı anlatan bir tanıtım filmi izledik. Bölük-pörçük tâkip ettiğimiz faaliyetlerini bir demet olarak görme imkânı bulduk. Hepsi de yöremiz ve insanları için hayırlı çabalar. Rabbim mahcup etmesin.
Sonra, uzaklardan bir bir çocuklar çıktı mikrofona; hem de çok uzaklardan. 10-15 bin km. ötelerden; Malezya’dan. Ordu’ya kadar gelmişler. Bizlere sevgilerini, saygılarını sunuyorlar. Ülkelerinin kucak dolusu selâmlarını iletiyorlar.
“İYİ AKŞAMLAR, SİZLERİ ÇOK SEVİYORUZ!”
Çocuklardan her biri, her mikrofona gelişte “iyi akşamlar, sizleri çok seviyoruz!” dediler. Biz de onları seviyoruz. Her şeyden önce din bağımız bunu gerektiriyor zâten. Ama, Asyasına, Afrikasına, Osmanlı’nın çekilmek durumunda kaldığı yerlere hemen birileri gitmiş. Okulunu kurmuş. Dilini öğretmiş. Sonra da din gelmiş peşinden.
Şimdi, uzaklarda bir ülke ne yapsın?! Nereden mal alacak, her anlamda alışveriş yapacak, iletişim kuracak? Kimi tanıyorsa, kimin dilini bilip de derdini anlatabilecekse ona gidiyor. Ona gidecek elbette. Siz kime gidersiniz? Şurada Ordu’da bile alışverişinizi çoğu defâ, aynı dili konuştuğunuz hâlde öncelikle tanıdığınız, huyunu-suyunu bildiğiniz yere gidiyorsunuz. İşte dünyâdaki ülkelerin de durumu bu.
KÂRLILIK MI, FEDÂKÂRLIK MI?
Nitekim, işte Türk okulları bunun için dünyânın her yerinde. Gönül coğrafyamız geniş ve sevgi dolu. 200’e yakın ülkeden 150’ye yakınında varız şu an îtibârıyle. Her birinde 3’er, 5’er bin öğrenci yetişmiş. Hepsi birer gönül elçisi.
Oralarda bulunuşumuz, ne Osmanlı’da ne de şimdi, bir sömürü düşüncesinden kaynaklanmıyor. Bizim kardeşlerimizle, her kes görüşürken, neden biz uzaktan bakalım ki?! Ya da, dinimizden olmasa da, dilimizi konuşmasa da, bir insan olarak onlarla iletişim kurmamızın onlara da, bize de zararı ne?
Almak, satmak ve de kâr mı? Evet, kâr! Diyelim ki öyle olsun! Peki, bu kârı bizim etmemizin ne o insanlara, ne de bize zararı var mı? Yok! Zarar olsa olsa sömürgenlere olur. Onların pastasında dilim eksilir. Ama, bizimle alışveriş edenler, en azından daha insaflı bir alıcı ya da satıcıyla iş yapmış olur. Bundan da daha doğal bir şey olamaz. Meseleyi hep de bir kültür ihrâcı boyutunda görmemek gerekir.
ANADOLU CİVANMERTLERİ…
Program da bunu anlatıyordu zâten. Özellikle Anadolu insanının farkına vurgu yapılıyordu. Gerçekten, Anadolu insanının sıcaklığı, samîmiyeti, bâkir asâleti çok farklı. Bu Anadolu insanına, Anadolumuzun da çok ihtiyâcı var.
Osmanlı’dan sonra yetim kalan sâdece sınır dışında kalan coğrafya olmadı. Bizim büyüklerimiz az mı öksüzlük yaşadılar? Oraya girmeğe hiç gelmez. Çünkü, o hikâyeler hiç bitmez. Avni Anıl’ın Hicâz makâmındaki meşhur şarkısında seslendirdiği gibi;
Dilşad olacak diye kaç yıl avuttu felek Saçıma karlar yağmış boşuna yaz beklemek Ne bülbül dile geldi ne de açtı bir çiçek Saçıma karlar yağmış boşuna yaz beklemek
Güfte, belki de o günlerin havalarından etkilenmiş olabileceğinden, oldukça ümitsiz mısrâlardan oluşuyor ama, Allâh’a şükürler olsun, Anadolu insanının sessiz gayret ve duâlarıyle artık çiçeğimiz de oldu, gülümüz de! Rabbim kem nazarlardan ve şeytânî azarlardan korusun… Âmin!
AH O YEMENDİR; GÜLÜ ÇEMENDİR!
Gül dedik aklımıza Cumhurbaşkanımız ve Yemen geldi. Yemen deyince de, hepimizin bir yanı cızz eder. Türküleri ağlatır. Hikâyeleri dinletir. Saim ORHAN da, Yemen’de Türklerin çok sevildiğini, bir hâtıra olmak üzere, şu anki Yemen Millî Eğitim Bakanlığı binâsının bir Osmanlı eseri olduğunu söyledi.
Sevgili okurlar. Akşamki konuşma tamâmen, dil konusunun önemine AYNA tutuyordu aslına bakarsanız. Biz de, işte tam burada diyoruz ki; yarın akşam, çiçeği burnunda Dil ve Edebiyat Derneği’mizin OBKT salonunda konferansı var.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.M.Nur DOĞAN, hocası merhum Prof.Dr. Mehmed Çavuşoğlu’yu doğumunun 75. yılı münâsebetiyle düzenlenen programda anlatacak. Hem dilimiz, hem ilimiz, hem de kültürümüz adına yakınlarımızla birlikte katılmamızda fayda olabileceğini söylemek istiyorum. İnşâllâh, yarın oradayız.
Cumâlarımız mübârek, işlerimiz bal-börek, gönüllerimizi şâd edenlerimiz âbâd olsun.
Kentimiz semt semt birer câmiyle, câmilerimiz de cemaatle dolsun ves’selâm!
ORDU HAYAT GAZETESİ
13.01.2011 |
|
|
LÜLEBURGAZ RÜYÂSI, YEMEN HÜLYÂSI…
Arasıra Halk Kütüphânesi’ne uğrarım. Başta Davut Özdemir Âbi olmak üzere tanıdığımız arkadaşlar var. En azından dostluk hatırı, bir çay içeyim derim. Lâkin, o kadar kitap arasında rahat oturmak ne mümkün. Dâvut Bey sohbet etmek ister. Biz yerimizde duramayız. Kitapların içinde dolaşmak bile ayrı bir zevk.
Her neyse. Sonuçta adı kütüphâne. Her gidişte bir kitap beni al der. Tıpkı, çocuk yuvasına gittiğinizde, annesiz-babasız çocukların kolunuza bacağınıza yapışıp ta sizde yakınlık ve ilgi aradığı gibi.
Bu yazın son gidişimde Lüleburgaz Köprüsü diye bir kitap takıldı gözüme. Mâlum, zaman zaman söz ettiğimiz gibi, görevimizin ilk yılları orada geçti. 6 yıla yakın kalmanın yanında, fırsat buldukça ziyâret ettiğim şirin bir yer Lüleburgaz. Gerçi şimdi ele-avuca sığmaz iri bir kent olmuş. Ama, yine de adı bile güzel. Bana şiir gibi geliyor.
Sonra, târihî bir yer. Mâzîye olan ilgim orada pekişti diyebilirim. Şu kadarını söyleyeyim ki, Sokullu Mehmet Paşa Câmii’nin yıkık-dökük basamaklarını çıkarak sayısız ezanlar okudum ufuklara doğru. Kadı Ali Câmii’ne çok uğramadıysam da yanındaki, Taş Köprü de denen, genel îtibârıyle Lüleburgaz Köprüsü olarak geçen, asıl adı Sokullu Mehmet Paşa olan köprüden çok geçtik. Edirne taraflarına, Edirne Bayırı denen şehitlik ve mesîre yerine, ya da oradan Avrupa’ya geçecek olan insanların başka şansı yoktu çünkü.
Bir de, ilk göz ağrısı; kolay değil. Zîrâ, orası benim, görevde çocukluk yıllarım. Çocukluğumuz, hepimizin nasıl saklı masal bahçesiyse, benim için de o günler hayâtımın en heyecanlı günleriydi diyebilirim. Askerliğimi de oradayken yapmıştım.
Tevâfuka bakınız ki, bu gece rüyâmda oralardaydım. Demek ki, bu yazıyı yazacaktım! Güyâ yolculuktayız âilece. Nasıl olduysa Trakya taraflarındaymışız. Yolda durduğumuz bir noktada dostlar beni tanıyıp yanıma geliyorlar. Lüleburgaz’daki rahmetli ev sâhibimden konuşuyoruz falan. Sabah, hayırdır inşâllâh derken, kahvaltıda aklıma Cumhurbaşkanımız Abdullâh GÜL’ün Yemen Seyahati bağlamında yaşadığı duygulu anlardan hareketle Garip Ali Dayı’yı anlatayım bugünkü yazımda dedim. Taa kitabı okurken, burayı okuyucularımla paylaşırım diye kurgulamıştım. İşte günü geldi sevgili okurlar.
Geldi gelmesine ya, biz giriş yapalım derken finişe yaklaştık. Her neyse, bitmezse bir başka gün devam ederiz. Sonuçta bir şeyler yapar, bir şekilde anlaşırız değil mi? Görüyorsunuz ya sevgili dostlar, Lüleburgaz deyince dilimizin ve de dizimizin bağı çözülüyor…
Lüleburgaz Köprüsü, “Bir çocuğun tüyler ürperten yaşantısı” alt başlığı ile yayınlanmış. Yazarı Tayyar Tahiroğlu. Kitapta basım bilgileri olarak, Birinci baskı, İzmir, 29 Mayıs 1984 notları yer alıyor. Biz oradan 1985 yazında ayrıldık. Böyle bir kitap hatırlamıyorum. Hattâ, kitabı kütüphaneden aldığım günlerde Lüleburgaz’da görev yapan hem de oralı ve de edebiyatçı bir arkadaşa da sordum. Böyle böyle bir kitap var. gözümden kaçmış dedim. O da böyle bir kitabı bilmiyor. Muhtemeldir ki yazar İzmir’de yaşıyor ve kitaplar bölge dışına çıkmıyor.
Kitap zâten kişisel yayın. Üzerinde herhangi bir yayınevi adı yok. Adres olarak da yazar, Göktur Sitesi, Farabi Sk. No:10, Özdere/İzmir yazmış. Ayrıca “Bu kitap, 22 Ekim 1968 günü uçuş esnasında Şehid olan, Hava Pilot Üsteğmen (1962-10) Mustafa ÖZDİLEK’in ruhuna ithaf edilmiştir.” diye bir ithaf notu var. Altında da üniformalı bir fotoğraf. Herhâlde şehîde âit olmalı. Rûhu şâd olsun.
Sevgili okurlar. Kitap, edebî değeri olan bir kitap değil ama kendisini okutuyor. Yazar, hayâtını olduğu gibi anlattığı için, yaşadığı dönemlere âit gerçekçi ipuçları, doğal sahneler ve orijinâl anekdotlar içeriyor. Bâzı kişiler, edebî olmayan yazılara kıymet vermemeyi bir ayrıcalık ve farklı statü gereği olarak görüyorlar. Ama, çoğu insanın onların kitaplarında bulamayacağı tatlar böyle kitaplarda bulunabiliyor. Keşke bizim büyüklerimiz de, kitap boyutunda olmasa da az-çok bir şeyler yazmış olsalardı.
Hiç olmasa, şimdikiler yazsa, yine de kazançtır. Bakınız, Lüleburgaz’la ilgili bilgileri teyid için internete, “Lüleburgaz Köprüsü” yazdığımda, elimdeki kitaba âit bilgiler de düştü ekrana benim için bir sürpriz olarak. 2. baskı yapıldı mı bilmiyoruz ama, bu 1.baskı nadir kitaplar listesine düşmüş ve yanlış değilse oldukça uygun bir fiyata satışa sunulmuş. Yer olarak da, “Anka kitabevi- Sahaf” denilmiş. İlgilenenler bakabilir.
Aslında kitabı bile anlatamadım daha doğru dürüst. Garip Ali Dayı burada da garip kaldı gördüğünüz gibi. Kader işte, neylersiniz. Dünyâ, zâten gariplikler dünyâsı. Çözdüğünü sananlar ayrı garip, çözmeğe çalışanlar ayrı. Vel’hâsıl; ince uzun bir yolda, gidiyoruz gündüz gece; şâirin dediği gibi.
Söz, değerli dostlar! Eğer bir gariplik daha olmazsa, birgün, Lüleburgaz Köprüsü’nde Garip Ali Dayı’yla buluşup Yemen’e doğru seyahat edeceğiz inşâllâh ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
12.01.2011 |
|
|
SİYÂSETTE NÂFİLE ŞEYLER!
En faal, en hareketli ve de hep gündemde kalmayı beceren, dillerden hiç düşmeyen, her hâlükârda gözdeliğini muhâfaza eden vekilimiz Enver Yılmaz, dünkü gazetelere düşen beyanatında; ilginç ve çarpıcı bir dille “Siyâsetçiler için üç aylar başlamıştır!” diyor.
Anlaşıldı sayın seyirciler! Ne zamandır olan-bitenlere bir anlam vermekte zorlanıyorduk. Demek ki bundan dolayı nâfile işler peşinde koşulmağa başlanmış son zamanlarda. Öyle ya; üç aylar, nâfilelerin daha çok devreye girdiği aylar. Siyâsî anlamda da, bürokraside, partide, orada, burada bir takım sürpriz gelişmeler bunun için oluyor olmalı.
Sürpriz diyorum; çünkü, eğer, görevden alınan bu adamlar yetersizse, ya da uyumsuzsa, bu son anda mı anlaşıldı? Şimdiye kadar herkesi uyutmuşlar mıydı? Hem de, mâşâllâh hepsi de birbirinden okumuş, akıllı, zekî, tecrübeli vekillerimizi?! Bu hadlerine olamazdı! Öyle değilse, ne oldu da böyle birden bire ortalık toz-duman manzarası arz etmeğe başladı?!
Ak Parti’de UĞUR PROBLEMİ YOK!
Allâh’a şükür; Uğur konusunda bir problem söz konusu değil! AkParti’de Uğur’lar tükenmez! Gümüş gider, Çelenk gelir; bir bakarsın, öteki gelecek derken beriki kalır ve de netîcede sonuç hep uğurlu olur! Böylece, siyâset kendini kurtarır da, ya bürokrasi?!
İşin açıkçası, yapılanları yadırgamıyoruz. Hem haddimize de değil. Karar büyüklerimizindir. Bir tasarruftur, takdirdir. Öyle uygun görülmüş. Böyle gerekiyordur. Büyükler niçin büyüktür; küçüklerin küçük hatâlarını bir şekilde terbiye yoluna koymak için?! Her şey açıklanıp söylenmez. Elbette bir sebeb-i hikmeti vardır. Tamam da, niye şimdi?
Aslına bakarsanız AkParti iktidarı, hiç de umulduğu gibi bir değişiklik yapamadı. Yaptıkları da göstermelik oldu. Çünkü, misyonu noktasında seçici ve şuurlu davranmadığı için, ortaya çıkan sonuç hiç de iç açıcı olmadı. Değişiklikler yapılmakla kaldı. Hizmet performansı ve kalitesi aranmadı. En azından Ordu için bu böyle. Hattâ, tamâmen böyle.
SİYÂSETTE İDEÂL OLUR MU?
Göreve getirilenlerde ne gibi özellikler olsun istendi bilmiyorum ama, öncelikle ideâlizm aranmalıydı. Hizmet şuur ve performansı gözetilmeliydi. Gelenlerin çoğu gidenleri de arattı. İstisnâlar hâriç, genelde makamlarında büyük ümit ve hayâllerle tebrik edilen niceleri koltuğun rehâvetine kapıldılar. Görevlerini, elbette yapıyorlar. Biz rutin ötesini konuşuyoruz. Bir de tabiî, temelde anlı-şanlı, mecliste kâhir çoğunluğu bulunan AkParti iktidarı bürokrasisini!
Şu son değişiklikleri, vekillerimizin hangisi yapıyor bilemiyoruz. Merak ta etmiyoruz. Enver Bey; görevden alınanlar için, “Ben almadım!” diyor. Öbürü, ben vermedim, haberim yok vs. Bunlar önemli değil. Eğer gerekli idiyse, bir tarama ve tâkip hep yapılmalı, yetersiz olana, millet, memleket, hizmet ve adâlet adına “kusura bakma arkadaş!” denilebilmeliydi. Bu şimdiye kadar yapılmadı.
MİNDER ÇÜRÜTENLER
Öyleleri var ki, keyfî oturuyor intibâı veriyor. Nasıl olsa, kimse bana bir şey yapamaz edâsında. Yıllardır böyle. Hani ne derler, sanki “inadıya” oturuyor. Bir şey yapmadığını, yapamadıklarını onlar da biliyor. Mevcut şartlara ayak uyduramadıklarının bal gibi farkındalar. Kendileri de, başkaları da, herkes! Eğer değişiklikse, Allâh rızâsı için olaya biraz da buradan bakın. Derseniz ki, saygıda kusur etmiyorlar; peki millete, adâlete, emânete saygı ne olacak?
Böylesi gerekçeleri olmadan, bir de şu saatte, bu işleri kim yaparsa yapsın, almaları-vermeleri kim gerçekleştirirse gerçekleştirsin hizmet için yaptığını, milletin ve de devletin menfaatini gözettiğini söyleyemez. Söylese de inandıramaz. Ne demişler; “HER ŞEY ZAMÂNINDA!”
SİYÂSETİN PROBLEMİ NE?
Sevgili okurlar! İnsanı üzen asıl şey, ülke adına yapılıyor gibi gözüken tasarrufların adâletinden emin olamamamız. İlgililerimizin bizde bu duyguyu uyandıracak bir gelenek ortaya koyamamaları. Kendi güç gösterileri için siyâsetin, insanların haysiyetiyle oynamaları. Getirdiklerini hizmet için, götürdüklerini daha iyisi için yaptıklarını bir bilebilsek gam yemeyeceğiz. Bu noktada bir güven bunalımı var. Ordu siyâsetinin en büyük problemi bu. Maalesef, bunun sağı-solu, hattâ ortayolu bile yok. Bir karambol gidiyor.
SUÇUN HEPSİ TEPSİDE Mİ?
Hep te siyâsîleri suçluyor gibi de yapmayalım. Onları biz sevdik, seçtik ve yakınmak durumunda olduğumuz gerçekleri ona göre hep birlikte yaşıyoruz. Mâlum, Efendimiz; “Neye lâyıksanız öyle idâre olunursunuz!” buyuruyorlar. Demek ki, lâyığımız bu! Bir de, “Kişi sevdiği ile berâberdir!” düsturunu açıklıyorlar. Duâ edelim de idârecilerimiz iyi olsunlar. Yoksa, aldıkları sorumlulukları kendi keyiflerine göre çarçur eder de ötedeki işleri de zora sokarlarsa, bizler de onlarla berâber olacağımıza göre yandığımız gündür! O zaman da, burada, orada, ötede; bütün işler nâfileleşir Allâh korusun!
En iyisi, güzeli ve de yolların en kestirmesi, kimsenin kimseyi küstürmesi değil;
siyâsetin şu üç aylarında, başta kendilerimiz olmak üzere tüm seçkinlerimizin,
iyiliğine-güzelliğine; hidâyet, adâlet ve istikâmetine duâcı olmamızdır ves’selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
11.01.2011 |
|
|

10 OCAK'tan 12 EYLÜL'e YÜRÜYENLER...
Dün, bizim gibi basın mensubu geçinenler için iyi bir gündü. Doğrusu ben basın mensubu muyum, değil miyim bilmiyorum! Dolmuşlarda da indirim var. Belgesi olanlar gösterip 1 TL ödüyorlar. Bunun için "Basın!" demek yeterli. Ama, meselâ ben, biraz da belgem olmadığı için öyle bir şeyi denemiş değilim. Burası çok da önemli değil de, biz bir gazeteci miyiz, yazar mıyız, yalnızca bir şirket ortağı mıyız? Gerçekten net bir bilgim yok! Basın iş kolundan sigorta da ödemiyoruz. Gerçi, hemen hemen her gün yazı yazıyoruz. Haber yapıyoruz. İşimiz, gece-gündüz gazete. Ayrıca, millet bize gazeteci muamelesi yapıyor. Haber soruyor.Sen bilirsin, gazetecisin diyor; soruyor da soruyor sizin anlayacağınız! Amma velâkin, biz bu işin neresindeyiz?
Sizce neresindeyiz? Bir yerlerindeyiz işte, neye sayarsanız sayınız. Adımıza dâvetiyeler geliyor; biz de bozuntuya ve de tozuntuya vermeden gidiyoruz! Dün, Halkın Sesi Partisi'nin kahvaltı dâvetine gittiğimiz gibi. Çok da iyi oldu. Basın olarak bir araya gelmiş olduk. Ordu'da bu damar zayıf. Herkes kendisi çalıp oynuyor. Kimse birbirini tanımıyor. Ortak organizeler yok. Mustafa Kemâl Bey'e teşekkür ediyoruz. Bizleri güzel ağırladılar. Kaynaştırdılar. Güzel, esprili ve de verimli bir berâberlik oldu.
ÇAYSIZ KAHVALTI FOTOĞRAFI CÂİZ MİDİR?
Espri dediğim şöyle: Bizi masaya dâvet ettiler. Kahvaltılıklar önde tabaklarda hazır. Oturduk. Mustafa Özata, hemen deklanşörlere dokunmaya başladı. Heyecanlı. Dedim ki,
- Daha sofra tamam değil. Çay olmadan kahvaltı fotoğrafı çekmek câiz değildir? Kötü mü demişim? Haksız mıyım?
Neyse, çaylar içildi, muhabbetler geçildi. Başkan konuştu. 1o Ocak Çalışan Gazeteciler günümüzü kutladı. Daha iyi günler ve imkânlara kavuşmamıza dâir dileklerini dile getirdi.
10 OCAK NİRE, 12 EYLÜL NİRE?
Bu arada, Yeni Boyut'tan Hasan Özata oradaydı. Mustafa Özata zâten orda. Bir de biz olunca, bir 12 Eylül Üçlüsü oluşturduk. Bu gün buraya Tuncer Engin de gelmiş olsaydı 4 kişi olacaktık; 12 Eylül 1980'de askerî darbenin az ya da çok mağdurları listesine girmiş.
Biz, bir hafta 10 gün içerisinde paçayı sıyırmıştık. O zaman tutuklanma sebebimiz de gazete-kitap-dergi vs. şeylerdi. Bizi, belgesi yok diye gazeteci olarak değerlendirmeme gibi bir gaflete düşme durumunda olanlara duyurulur. Biz doğuştan bu işin içerisindeyiz âdetâ. İşi, köyde de olsak, her gün eve gazete, broşür, bülten, dergi gibi basın cinsinden ne bulursa getirildiği çocukluk günlerine kadar da götürebiliriz. Bilmeyiz, kabul görür mü?
Mustafa Özata iki aya yakın kalmış. Perşembe'ye mi, Fatsa'ya mı ne; nakil edildiklerinden falan söz etti. Hasan Özata da, Erzincan'da yargılananlardanmış. Mustafa Bey, MTTB başkanlığından dolayı ilk günün sabâhında, Hasan Bey de 2. gün, Halkevleri Ordu Şûbe Sekreteri görevi dolayısıyle alınmış. Hasan Özata çektiği çileler ve gördüğü işkencelerden söz etti uzun uzun. Rabbim, ülkemize tekrar öyle çetrefil ortamlar, belirsizlikler ve zor günler göstermesin. Âmin!
1O OCAK UZATILSIN!
Sevgili okurlar! Akşam'a 19.00'da da Ordu Vâliliğimizin dâvetlisi olarak Aktuğ Otel'deyiz. Nasıl, iyi değil mi? Dedim ya bugün, bizim iyi günümüz. Sayın Vâlimize teşekkür ediyoruz. Böyle kaynaştırıcı, tanıştırıcı, muhabbetli sosyâl girişimler dostlukları, arkadaşlıkları, kardeşlikleri pekiştirir. Devlet-Millet kaynaşmasına, dolayısıyla toplum barışına katkı sağlar. Ülkenin birlik ve dirliğini takviye eder. Kısır çekişmeleri kırar. Tanımamaktan kaynaklanan yanlış yakıştırmaların önünü alır. Bâzen, yüzyüze geleceğini düşünmek, insanın uluorta değerlendirmelerine engel teşkil eder. Benzer faaliyetlerin yapılmasından, meselâ, yine Ordu'da ve yakın yörelere de olsa ufak çaplı gezilerden yanayım. Bilmeyiz nasıl karşılanır?!
Son söz olarak, eğer kıyısından köşesinden de olsa bir gazeteci olarak kabul ediliyor da, şu çalışan gazeteciler gününde ufacık bir dilek ve temennî hakkımız varsa, arz-ıhâlimiz şudur ki; 10 OCAK GÜNÜ UZATILSIN!
Elbette öyle şey olmaz. Ama bizlerin her günümüzü iyi, güzel, verimli yapmak elimizde. Günün ne olduğu, ne zamanda olduğumuz o kadar önemli değil. Önemli olan zamanın emânet olduğu ve boşa geçmesinin emâneti zâyî anlamına geldiği şuuruyla yaşamak...
Günlerimiz gün gibi gün olsun; yarınlarımız da sonsuz düğün ves'selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
10.01.2011 |
|