Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4607333
 Sitede Aktif: 1
 Ip: 172.70.127.165
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

MIZRAP 2011

Bu Kategoriye Ait Blogları Rss İle Takip Et
Mar`12
26
BAHARDAN HAYATA, TEKKEDEN EDEBİYÂTA
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

BAHARDAN HAYATA, TEKKEDEN EDEBİYÂTA

Dün, daha ilk sayılarından îtibâren zaman zaman kendi şiirlerimizin de yayınlandığı İslâmî Edebiyat adlı derginin yeni sayısı geldi postadan. Bir eski dostla karşılaşmanın heyacanını yaşadım sayfalar arasında dolaşırken. 80’li yıllardan bu yana 3 ayda bir olarak yayınlanan ve İslâm Ülkeleri arası edebiyât iletişimini de amaçlayan derginin, elimizdeki 53. sayısı. Bu sayıda TEKKE EDEBİYATI kapak konusu yapılmış.

Konuyu, İslâmî İlimler Kültür ve Edebiyat Vakfı adına derginin sâhipliği ve genel yayın yönetmenliğini yapan yazar Ali NAR işlemiş. Yazıya, başlık için yaptığı tanımlamayla başlamış:

 “Tekke edebiyatı, yani Tasavvuf zevkiyle söylenmiş şiirlerin merkez teşkil ettiği ve çoğu dini-ahlaki muhtevalı manzumelerdir ki; genel ölçüyle hece vezniyle yazılmış(söylenmiş)tir.”

Girişi çok uzatmadan bol örnek vermeyi tercih etmiş. “Nazarî lâf etmeyelim biz de; örnekler üzerinde konuşalım:” diyerek, Ünlü sôfî şâir Müştak Baba’nın bir şiiriyle başlamış. Anlamına çok nüfuz edemeyip, dergidekini de yer darlığından buraya alamasak da, bir dil zevki olmak üzere veriyoruz:

Reh-i Mevlâ’da her kim aşk ile cismini cân eyler

Gönül mürgû gibi pervâz idüp, tayy-i mekân eyler

 

Gezen Hak, gezdiren Hak, söyleyen Hak, söyleten Hak

Velî ârifleri kendine kendi tercemân eyler

 

Bana ketm-i maânî eyler hazret-i cânân

Yine ketm itmeyüp esrârını kendi âyân eyler

 

Zehî dildâr-ı dâver, yire göğe sığmayan dilber

Benim gönlümde dâim seyr-i gülzâr-ı cinân eyler

 

Bu gönlüm tâ ezel ol Pâdişâhın taht-gâhıdır

Niçün dil-mürdeler ol dil-nişîni lâ-mekân eyler

 

Sehâb-ı cism içinde gizlenüp ol neyyir-i a’zam

Yine her zerreden yüz gösterüp hüsnün nihân eyler

 

Kemâl-i hikmetin sûretde tahrîr eyleyen Müştâk

Velî ma’nâda hep kendi yazar kendi beyân eyler

Yazar, Müştak Baba’nın iki şiirini daha, kısa açıklamalarıyle verdikten sonra, “Şimdi esas mecaz deryâsına düşen Nüzhet Dede ile Niyâzî-yi Mısrî’den mısralar alalım:” deyip Tekke Edebiyâtı ve Tasavvuf’a âit çeşitli mecaz, mazmun ve kavramlara da açıklık getirerek birer şiir ve açıklamalarına da yer vermiş.

Dergideki ilk yazı bir mülâkât. İslâmî ilim, kültür, hukuk ve edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı, aynı zamanda adı geçen vakıf ve derginin öncülerinden, bizim de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden TÜRK MEDENİYET TÂRİHİ Hocamız Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK’le yapılmış. Sonra da, Dr. Câhit ÖNEY ve Muzaffer DOĞAN’la da röportajlar yapılmış. Her üçü de çok uzun değiller ama kısa kısa güzel, çarpıcı, ilginç değerlendirmeler var.

Bu arada ayrıca, geçtiğimiz aylarda bir ameliyat geçirdiğini öğrendiğimiz, İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde Tayyip ERDOĞAN’a danışmanlık ta yaptığını bildiğimiz muhterem Osman Bey hocamıza buradan geçmiş olsun diyor, âcil şifâlar diliyoruz.

Bu sayıda, İslâmî Edebiyat tanımına giren yazarların en önde gidenlerinden olarak kabul edilen M. Âkif ERSOY ve adaşı, ünlü şâir M. Âkif İNAN’a da kısa bir değinme yapılıp, hayırla yâd edilerek, güzel bir vefâ örneği sergilenmiş.

Unutulan Divan Şâirlerimiz: KEMAL EDİP KÜRKÇÜOĞLU ve OSMAN ŞEMS EFENDİ. Kültür ve Edebiyâtımızın, tanımamızda ve okumamızda büyük faydalar olan bu iki önemli şahsiyeti, şiirlerinden örneklerle okuyuculara anlatılmış. Yine, hemen devamındaki yazıda da Yavuz Bülent Bâkiler ve şiirinden örneklere yer verilmiş. İlerleyen sayfalarda da TAŞRALI EŞREF, Firdevs Yüksel’in kalemiyle huzûra getirilmiş.

Necip Fâzıl’ın ÇOCUK şiiri ve Arapçası yanında, gezi, şiir, hikâye, makâle, deneme ve piyes türünde tahlil ve yazılarla muhtevâ çeşitlendirilmiş. Gezi yazısında, Kütüphâne Müdürlüğü Emeklisi Ülkü ÖNAL, BATUM izlenimlerini anlatmış. Dergi en son, MANİ, HOYRAT örnekleri ve MISRA-İ BERCESTE’lerle kapatılmış.

Dergiler, adı üstünde çeşitli türleri derlemeleriyle rengârenk bir bahçe hüviyeti arz ediyorlar. Dolayısıyle insanı bir ufuk yolculuğuna çıkarıyorlar. İlerleyen günlerde belki, bazı yazılardan bölümler ya da hepimizi ilgilendiren kültürel haber ve değerlendirmeleri sizlerle paylaşırız. Ama, bizim için bu yeterli olmaz derseniz, işte telefon: 02125343264. Veyâ, dergi adıyla internette de araştırma yapabilirsiniz.

Evet sevgili okurlar; bugün de, baharın getirdiği duygularla birlikte değişik bir gezi yapıp şöyle bir dolaşalım istedik. İnşâllâh iyi etmişizdir diyor, hepinize şiir tadında güzel günler, edebli edebiyat ve hayatlar, bereketli ömürler dileğiyle, sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm…


ORDU HAYAT GAZETESİ

04.03.2011


Mar`12
26
YEMEN İLLERİNDE, BİR GARİP ALİ DAYI..
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

YEMEN İLLERİNDE, BİR

GARİP ALİ DAYI…

Biliyorsunuz sevgili okurlar; tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi, Güney Arabistan’da, Yemen’de de değişim rüzgârları esiyor. İnşâllâh, Osmanlı’nın gidişiyle tüm İslâm Dünyâsı üzerine çöreklenen gurbet bulutları sıla yağmurlarına dönüşecek, coğrafyamız baştanbaşa, çöller dâhil olmak üzere yepyeni bir bahara uyanacak.

Gelen haberlere göre, Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in koltuğu tehlikede. 30 yıllık firavun iktidarı, artan gösteriler yüzünden en zor günlerini yaşıyor sizin anlayacağınız. İsyân ateşi gün be gün daha da gelişiyor. Bu ülke, yılın ilk haftalarında Cumhurbaşkanımız Abdullâh GÜL’ün ziyâretiyle ve duygusal anların ekranlara yansımasıyla gündeme gelmişti. Halk olaylarının tırmanması dolayısıyle de ilk sıralara doğru yükseliyor.

Her neyse. Bugün bizim asıl konumuz, dün size kendisinden söz edip tanıtmaya çalıştığımız GARİP ALİ DAYI’nın anlattıkları. Belki biraz abartılı bulunabilir. Ancak, o sıcak, o çöl, o ıssızlık, o derin belirsizlik, ürkütücü atmosfer. Bir fırtına çıktığında, biraz hareketsiz kalsanız, etrafınızda biriken kumlar üzerinizi örtüp tepe altı oluveriyorsunuz. Çöllerin gerçeği bu.

Sevgili okurlar. O meçhûllere yolculuk, bugünün konforlu imkânları ve barış şartlarıyle bile insanın göze alabileceği cinsten gözükmüyor. Artık, zemin üstüne bile asansörle çıkan insanlar olduk. Hava azıcık ısınsa sıcağa, biraz soğusa soğuğa dayanamıyoruz. Biraz da böyle bir nesil olarak bakalım o günlere dâir anlatılanlara.

GARİP ALİ DAYI’NIN YEMEN’İ

LÜLEBURGAZ KÖPRÜSÜ kitabının yazarı Tayyar TAHİROĞLU, gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını bizlere naklederek büyük bir hizmet yapmış. Bakınız biz, tâ buralarda istifâde ediyoruz. Kendisi kitabında Garip Ali Dayı’nın Yemen günleriyle ilgili anlattıklarını şöyle naklediyor:

“Yemen’de ordu dağılmış, her kes kendi başına buyruk, kuzeye doğru çekilir (kaçar)ken günlerce aç, susuz, yalın ayak, başıkabak, Arabistan çöllerinde perişan, uçsuz-bucaksız kızgın çölleri geçmeğe çalışırlarmış. Kimin ne yaptığı, kimin nereye gittiği veya gideceği belli olmazmış. Bir taraftan İngilizler, bir taraftan Bedevîler, ve en fecîsi de Arabistan çöllerindeki açlık, susuzlukla mücâdele, bu can pazarında en mühim rolü oynarmış.”

FIŞKI ÇORBA, YILAN KIZARTMA!..

“Günlerce ve hattâ haftalarca açlık, susuzluk sonucu çıldıranların yanında at fışkılarından ayırabildikleri şişmiş arpa tanelerini fışkıdan ayırıp, yıkayıp kaynatarak çorba yapıp içtiklerini ve bazen de ölmüş bir at veya katır kulak ve kokallarından kuzgunların dahî yiyemediklerini kesip yediklerini tiksine tiksine anlatmaları, aynı anları bize de anlatırken yaşatmaları bâzen bizi bile üzüntü ve düşüncelere sevk ederdi.

Bazen çölde uyurken yakalayıp öldürebildikleri büyükçe bir yılanı nasıl öldürüp, kaynatıp çorba yaptıklarını ve bazen de kızartıp yediklerini, küçücük bir yılanın, bir kaplumbağanın sekiz-on kişiye yetmeyip yerken kavga bile ettiklerini ballandıra ballandıra anlatmaları bizi de hem tiksindirir ve hem de korkuturdu. Onların diri ve taze bir yılan yiyebilmeleri, kendilerine bayram sevinci yaşattığını bu gün bile, zevkle dinlemeye hem hazır ve hem de düşünmekteyim.

Haftalarca aç, susuz ve yorgunluktan sonra yollarının bir Bedevî köyüne rastlamasını ve o bedevî köyünde beş kişinin 5 sarı liraya bir öğlen yemeği yiyip akşamları da Bedevîlerin onları kesmemeleri için yollarına devam etmek zorunda kaldıklarını, ancak 5 sarı liraya mukâbil bedevînin kilerine darı ektiklerini, yâni 5 sarı liralık yiyecek yerine 50 sarı liralık yemek yediklerini, bedevînin de pişman olup feryadı figan ettiğini tatlı tatlı anlatması, o günü yaşamışçasına bizi heyecanlandırmaktaydı. Olayı kendisi unutmadığı gibi, bizim dahî unutamayacağımız bir biçimde anlatması en büyük anılarımız arasında yer almıştır.”

SEFERBERLİK HÂTIRALARI

Bizim çevremizin büyükleri de büyük ihtimâlle benzer olayları yaşadılar. Kalanlar oralarda kaldı, gelenler de elbetteki bir şeyler anlattılar. Onlar yazılmış olsaydı, şimdi onları okuyor olmamız onlara da, onlardan gelen nesillere de bakışlarımızı farklılaştırır, belki de bizleri daha güçlü kaynaştıran vesîleler olabilirdi.

En azından, o insanlara bakışımız bir Yemen türküsü tadı oluştururdu. O seferberlik günlerinden kırıntılar bile olsaydı, sonraki nesiller onları geliştirirdi. Yok muydu? Elbette vardı ama, gidenler dönmedi; dönenlerin de hâtırası intikâl etmedi.

Ecdâdımız oralarda neler gördü, neler yaşadı kim bilir? Keşke yaşayanlar dönebilseydi. Dönenler anlatsaydı. Dinleyenler de yazsaydı. Bizler de bugün ibretle okusaydık. Onlara rahmet okusaydık. Gıyaplarında her zaman okuyoruz ammâ, bizzat anlatılanların oluşturduğu duygusal ortam duâlara daha bir rûhâniyet katabilirdi. Yine de bu anlamda anlatılanlar varsa şu anda bile kaleme alınabilir. Alınmalı da. Bu da büyük bir kültürel hizmet olur.

Tam burada, Sıtkı ÇEBİ merhûmun ORDULU GÂZİLER adlı hacimli kitaplık çapta dosyası geldi aklıma. Bana onu okumak nasîp oldu. İlk derlendiği zamanlar bir yerel gazetede tefrika da edilmiş. Ancak, hâlâ kitaplaşabilmiş değil. İşte, yine demeden geçemeyeceğim; “Ordu, işte  böyle bir yer!” diye. Kimse, böylesine değerli bir kitaba sâhip çıkmadı. Yayınlamak isteyenler de muvaffak olamadı. İnşâllâh bir gün yayınlanır diye temennî ediyoruz.

Ve son söz olarak diyoruz ki; Rabbimiz, bizleri muhteşem ecdâdımızın şefaatlerine nâil eylesin. Çilekeş, cefâkâr ve de hak dâvâsına vefâkârlıkları dolayısıyle Hak Teâlâ Hazretleri kendilerinden râzı olsun. Cümlesinin mekânlarını cennet eylesin. Hep birlikte bizleri, Efendimizin LİVÂUL’HAMD sancağı altında buluştursun inşâllâh.

Bu duygu ve düşüncelerle cumâ bayramınızı tebrik ediyor, bizler, tüm İslâm Âlemi ve insanlık için hayırlı gelişmelere vesîle olması dileğiyle içten sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm….

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

03.03.2011


Mar`12
26
ALİ DAYI’NIN BİR GARİP HİKÂYESİ
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

Biliyorsunuz, 13 Ocak’ta LÜLEBURGAZ RÜYÂSI, YEMEN HÜLYÂSI diye bir yazı yazmış, okumakta olduğum LÜLEBURGAZ KÖPRÜSÜ adlı bir kitap ekseninde ele aldığım konuyu, “Söz, değerli dostlar. Eğer bir gariplik daha olmazsa, birgün, Lüleburgaz Köprüsü’nde Garip Ali Dayı’yla buluşup Yemen’e doğru seyahat edeceğiz inşâllâh ves’selâm…” şeklinde bağlamıştık. Gâlibâ bu gün o gün olacak.

Garip Ali Dayı’nın hikâyesiyle başlayalım da, sıra Yemen’e gelirse oralara doğru da şöyle bir geçeriz. Çünkü, ünsüz kahramanımızın hikâyesi de ilginç. Garip Ali Dayı diyenler boşuna dememiş. Hem de ne gariplik!

Yazar Tayyar TAHİROĞLU, “Bir çocuğun tüyler ürperten yaşantısı” alt başlığı verdiği kitabında, çocukluk günlerinde yaşadıklarını, köyünü ve o günün ilginç kişiliklerini içtenlikle anlatıyor. İşte o günlerin atmosferini ve gerçeklerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyan  esrârengiz bir kişilik öyküsü:

GARİP ALİ DAYI

“Kadınlar arasında olduğu gibi, erkekler arasında da, anlatım tekniğine sahip bir Ali Dayımız vardı. Bu Ali Dayı, bizim köyün çocuğu değilmiş. Balkan Harbi’nde Galiçya’da savaşmış. İstiklâl Harbi’nde de Yemen’de tutulduğu için İstiklâl Savaşı’na bizzat iştirak edememiş. Onun için de “İSTİKLÂL” madalyası yoktu. Gerçekten de, elbiselerini soyunduğu zaman bizlere birkaç tane kurşun ve şarapnel yarası olduğunu söylediği yaralarını gösterebiliyordu. Biz de, bilmediğimiz hâlde, bunlara inanır ve inanmak zorundaydık. Kendisi 15’li olduğu halde, her nasılsa ölümden kurtulup sağ kalabilmiş. Çünkü, bunları anlatırken bazen gözleri nemlenir ve bazen da ağlardı. Harp sonrasında da bizim köy civarında tutulmuş ve de delikanlılık çağında burada kalmış. Yerini yurdunu kimse bilmezdi. Kuzeyli, yâni Balkanlı olduğu söylenir fakat, kendisi de nereli olduğunu bir türlü söylemez veya söyleyemezdi. Bu bimemezlik veya söyleyememezlik altında bir takım gizlerin olduğu da muhakkaktı.

O zamanlar, herkes kendi başının çâresine bakmak zorunda olduğundan, genellikle kendini kurtarabilmek için, Harp suçu işlemiş olabileceğini ancak düşünüp çıkarabiliyorduk. Bu harp suçu ya büyük cinayetler ya soygun veya hırsızlıklar veya da askerlikten kaçmak gibi eylemler olabilirdi.

Her ne olmuş olursa olsun hiç kimseyi ilgilendirmediği için, O’nun geçmişi hakkında hiç kimse yorum dahî yapmazdı. Ama, biz O’na harp hatıralarını anlattırmaya muvaffak olduğumuz zaman O, büyük bir iç geçirir, ısrarlarımıza dayanamaz hem ağlar, hem de buruk anılarını anlatmaya başlardı.

Her neyse, Ali Dayı gençlik yıllarında gelip kaldığı köyümüzde varsıl, fakat tembel bir âileye iç güveyi girer.

Ben kendisini tanımadığım zamanlarda uzunca boyu, omuzları öne çökük az kamburumsu, kısa kesilmiş kara sakallarıyle babacan bir hali vardı.

Aile, tembellikten yoksul olduğu için, kendisine ya kır bekçiliği, ya sığır çobanlığı       -Sığırtmaç- veya bostan bekçiliği gibi görevler verilir ve geçimleri sağlanırdı.

Yaz günleri bostan bekçiliğinden ve yazın yoğun çalışma döneminden fırsat bulunamazdı ama, kış geceleri uzun ve boş kalındığından, biz de onun bize bol bol masal anlatabileceği ortamı yaratmaya çalışırdık.

Cebinde parası olan, onun yaşında ve daha yaşlılar kahvelere çıkar, kendi aralarında iş konuşmaları, sohbetler ve ya altmışaltı, pişpirik gibi oyunlar oynayabildikleri halde, onun bir çay içecek parası bile bulunmadığından, kahvelere dahî çıkamazdı. Fakat, Tanrı her yarattığı kulunu nasıl besler ve aç öldürmezse biz de, onun günlük nafakasını âdetâ üstlenir, kimimiz mısır, arpa, buğday, fasulye, mercimek, kimimiz de tütün temin ederdik.

Fakat onun için de en makbule geçeni bu yiyecekler yerine tütün olurdu. Günlük bir tabaka tütüne, ona istediğimiz masal veya hikâyeyi bazen geç vakitlere kadar anlattırdığımız çok olurdu.

O bizim köyde kimsesiz, bîkes olduğu için kendisine GARİP ALİ denmiş. Bizler de bu deyimi GARİP ALİ DAYI’ya çevirmişiz. O da bunu kabullenmiş ve bu sıfatı da kendisine yakışırdı.

Ali Dayı, pek güzel bir anlatım yeteneğine sahipti. Bazen biz O’nun günlük ihtiyaçlarını unutur, götürmezdik. O da o akşam bize hikâye ve masal anlatmazdı. Ev de sanki bir matem havasına dönüşürdü. Bazen da o kadar hülyâlara dalardık ki, nerede olduğumuzu dahi unuturduk. O ise, arada sırada –Sigara kağıdı bulamadığı için- tütününü gazete kağıdına veya bizim defterlerimizden koparıp verdiğimiz defter kağıdına sarar, o acı gazete veya defter kağıtlarının dumanından boğulur sıkışırdı!”

Garip Ali Dayı neler mi anlatırdı? O da gördüğünüz gibi, yine bir başka yazıya kaldı. İnşâllâh diyor, siz sayın okurlarımıza sevgiler ve saygılar sunuyoruz ves’selâm..

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

02.03.2011


Mar`12
26
ÖLÜMLER, KALIMLAR, EVLİLİKLER...
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

 

ÖLÜMLER, KALIMLAR, EVLİLİKLER...

Hayâtın en gerçek gerçeği ölüm. Bu sıra da ardı ardına ölümler yaşadık. Pazar günü, özellikle eğitim câmiasının yakından tanıdığı emekli öğretmenlerden Nevzat KANDEMİR’i uğurladık ebediyete. Aynı gün Erbakan Hoca’nın vefat haberi geldi. Olay mâlumunuz. Bütün dünyâ ona ve merâsimine odaklandı âdetâ.

Hocamız, milyonlarla bizzat uğurlanırken, uzaklardaki milyarların gönlü de onun yanındaydı. Tüm ümmetin şahâdeti; “İyi biliriz, Hakkımız helâl olsun!” şeklindeydi. Böylesine ve bu çapta şahâdet herkese nasîp olmaz. Bizler de buradan iyiliğine şahâdet ediyor, siyâset ve ilim adamlığı yanında gönül enginliği vechesiyle bizlerin de hayır kervanına dehâletini umuyoruz.

İstanbul’da bunlar olurken, biz de burada bir yengemizi ebediyete uğurladık. Münevver Yenge. Kendisi eli açık, gönlü geniş, yüzü güleç, alnı ak, özü pak gerçek bir Anadolu annesi. Zarif, nâzik, engin gönüllü bir örnek hanımefendi. Dünyâsını kendi çabalarıyla şekillendirmiş, âilesinden aldığı görgü ve asâleti ömür boyu temsil edip yansıtmış ganî gönüllü, sevgi ve fedâkârlık deryâsı, tebessüm gülü bir annemizdi.

Şunu da söylemek gerekir ki; bu yaşında, gelinlik eşyaları, oyası,nakışları, işlemeleri hâlâ duran kendine özgü bir dünyâsı da mevcuttu yengemizin. Artık, örnekleri olması muhâl gibi gelen özgün bir sanatkâr yönü de vardı bu anlamda. Şimdi her şey hazır işi. Ama, eskiden her şey için göz nûru dökülüyordu. Bizzat emek veriliyordu. Onun için sanki daha sağlamdı yuvalar. Ufak bahânelerle yıkılan cinsten değildi bunun için belki de. Nitekim, cenâze boyunca 70 yıllık eşi İsmail Amca da, 90 yaşına rağmen kendisini duâlarla uğurlamağa gelmişti. Rabbim inşâllâh, Erbakan Hocamızın Nermin Hanım için temennî ettiği gibi, onları da cennette buluştursun inşâllâh...

Bu arada Ordu’ya, KAYIP ARANIYOR başlığı altında, 16 yaşında bir yavrumuzun yürek burkan durumu damgasını vurdu. Fotoğraftaki kızımız sanki tanıdık gibiydi. Tanıdık olmasa da, sonuçta bu, bu toplumun çocuğuydu. Aynı şey kimin başına gelemezdi ki, böyle bir dünyâda yaşadıktan sonra?!

Kayıp îlanı vereceğiz diye bir-iki genç gelmişti gazeteye. Biz, hüviyet îlanı ya da benzeri bir şey zannettik. İlgili servise gönderdik. Meğer bu îlân, Merve ÖZTÜRK kızımızla ilgiliymiş. Îlan gazetemizde yer aldığı gün yavrumuzun cesedi de bulunmuştu. Ne acı değil mi? Otopsi için adlî tıpa gönderildiği yazıyordu. Sonuçta da intihar raporu geldi.

Ne olursa olsun, o yaşta bir yüreği ölüme uçuran şey ne olabilirdi? Fakat, insanın içini burkan şey, bu olayın altında bir âile dramının yatması. Anne-baba yıllardır ayrıymışlar. Merve kızımız hayattan bıkmış olmalı. Bu, âileden başlayıp tüm toplumu ablukaya alan sevgisizlik, merhametsizlik ortamında neler yaşadı, ne iç burkuntuları geçirdi yavrumuz kim bilir?! Hayâli bile korkunç!

Kardeşini son defâ okula bıraktıktan sonra, daha görüşemeyebiliriz diyerek âdetâ vedâlaşmış. Daha görüşemeyecek mi sizce? Görüşecek, elbette görüşecek ve hesap sorulacak. Kimden; tabiî ki sebep olanlardan. Belki de, huzurlu bir toplumu inşâ edemeyen, kendi zevk ü safâsının dışında hiçbir şeyi dert edinmeyen, kişisel arzu, istek ve hırsları için her şeyi hiçe sayan insanlara bu Merve kızımız ve benzerlerinin durumu mutlakâ sorulacak.

Kayıp îlânı duvarlarda yer aldığı günlerde çeşitli senaryolar dolaşıyordu ortalıkta. Hemen akla gelen organ mafyasıydı. O konuşuldukça insanın dünyâsı kararıyordu. Bu iğrençlik ve acımasızlığı insan yüreği kabul etmiyordu. Bereket öyle bir şey değildi. Ama olmaması bir şeyi değiştirmiyor ki. Örnekleri nasıl olsa var ki, hemen akla gelebiliyor. Allâh(cc) cümle yavrularımızı korusun.

Ama, mevcut durum da hoş değil ki. N’olacak bu âilelerin hâli? Daha doğrusu, hiçten yere, hiçbir aklî, mantıkî, insânî ve de islâmî mesnedi olmadan evlilikleri bozup çocukları, gitgide daha da yozlaşan şu toplumun insafına terk eden sözüm ona anne-babaların?

Gerçi, kurulurken gözetilmeyen hassâsiyet, kurulduktan sonra sonra gözetilse ne olacak ki? Hiçbir şey. Ancak zorlama olur ki, o da huzurun hazırını da bozar. Onun için evlilik öncesinde taraflar kendilerinden çok çocukların hesabını yapmalılar. Âile yuvasını onu gözeterek kurmalılar.

Neyse, konumuz evlilik değil. Ölümler bu gün. Ama ölümlerin güzel olması da evlilikle çok alâkalı. Bakınız, Münevver Yüksel Yengemizin cenâze namazını kıldıran ve nasihat eden Mehmet ÇELENK Hocamız, konuşmasının sonunda neler söyledi:

“Yolda gelirken karşı köyden arkadaşlar vardı. Bu yengemizden söz ediyorlar. Buralara çalışmaya geldikleri zaman bu yengemiz dermiş ki, sakın bu taraflara geldiğinizde yemek falan getirmeyin. Biz ne güne duruyoruz? dermiş. Merhûmenin beyi İsmail YÜKSEL de biz Şuayip’te GACAROĞLU Hoca’nın medresesinde okurken orada muhtarlık yapıyordu. Bize çok yardımı oldu. O zor günlerde bizi çok himâye etti. Kol kanat gerdi.

Aziz cemaat. İşte böyle: iyilerin iyiliği söylenir; kötülerin de kötülüğü. Allâh (CC) bizleri iyilikleri söylenenlerden eylesin inşâllâh!”

Bu güzel, özlü sözlerin üstüne fazlasına ne hâcet!

Ölenlere rahmet, kalanlara her şeyden önce ibret,

sonra da sıhhat, âfiyet ve de selâmetler ves’selâm…


 

ORDU HAYAT GAZETESİ

01.03.2011


Mar`12
26
YILDIZLARA SAYDIK SENİ..
MIZRAP 2011

Yorumlar(0)

YILDIZLARA SAYDIK SENİ…

Sevgili okurlar; tevâfuka bakınız ki, Şubat serîsinin son yazısını kaleme almak üzereyken gelen telefonların mâhiyeti tâziye olup Muhterem Hocamız, Profesör Dr. Necmeddin ERBAKAN’ın vefatıyla ilgiliydi. Bu noktada bizi ilk arayan Ahmet ÇAKIR Ağabey oldu. Kendisine buradan çok teşekkür ediyorum. Millet olarak ve hattâ, tüm İslâm Âlemi olarak hepimiz tek yürek şeklinde, bir büyüğümüzün vefatı bağlamında aynı duyguları yaşamak durumunda olmalıyız.

Çünkü, sizler de takdir edersiniz ki, Necmeddin ERBAKAN ismi, tüm Müslümanların ortak paydası bir isimdi. İlk anda aklımıza geliveren Saîd-i Nursî, Mehmet Âkif, Süleyman Hilmi, Muhammed İkbâl, Aliya İzzetbegoviç, Turgut Özal, Mâlik bin Nebî, Ziyâül’Hak, Adnan Menderes, Zâhid Kotku, Necip Fâzıl, Es’ad Erbilî, Fethullâh Gülen vs. gibi yüzlerce isim arasında en önlerde sayılabilecek, kâlbi tüm ümmet için çarpan öncü değerlerdendi. Mekânı cennet olsun.

Kendisi 28 Şubat mağdurlarının sembol ismiydi. Onun yıldönümünde vefat etti. Bu gün İslâm Dünyâsının yaşadığı uyanış dalgasında onun da sebep payı olduğu inkâr edilemez. Belki sonucu göremedi ama, bu anlamda gözü açık gittiği söylenemez.

Abarttığımızı düşünenler olabilecektir. Ama, bizlerin insanların değerini hayatta takdir etmeyip, sonradan anlamak gibi özelliklerimiz var. Hocamızın da, Bir Abdülhamid Han misâli, ölümünden sonra daha sağlıklı değerlendirilerek, iyi anlaşılacağına inanıyorum.

Ben de bu arada niyetimden dönmeyeyim. Şubat yazılarının son halkasında sizlerle paylaşmak istediğim bir şiir vardı. Bu gün onu alacağız buraya.

Hocamız, 28 Şubat’ın mağdur isimlerinin sembolüydü. O günün ceberutlarının onun başbakanlığını nasıl gasp ettiklerine, millet irâdesinin rağmına ne dolaplar, hattâ entrikalar çevirdiklerine hepimiz şâhidiz.

28 Şubatta tepelerde esen rüzgârlar, kraldan fazla kralcılar, diğer tâbirle yalakalar mârifetiyle, çok daha şiddetlisiyle taşralarda estiriliyordu. İspiyoncu rolü oynamak en avantajlı konumu kazandırıyordu birilerine. Şirin görünmek, böylelikle onların kirli çöplüklerinde dörünmek adına yapılıyordu bu.

O günlerde, şâhit olduğum bir tartışma beni çok kahırlandırdı. Ziyâret için bulunduğum bir yerde, o okulun öğretmenlerinin verdiği notlarla dışarıdan lise mezunu olup müstahdemlikten memurluk kadrosuna geçen ve zihniyet îtibârıyle o zamanın ulusalcı söylemlerine yakın olduğu anlaşılan birisi, bir sevk yazdırmak için odasına gelen öğretmenle tartışıyor.

Tabiî, öğretmenin özelliği İlâhiyâtçı, o günlerin söylemiyle “dinci!” olmasıydı. Bu memur da esas îtibârıyle sağcıydı ama, farklı bir sağcıydı her hâlde. “Sizin gibileri değil okullara yönetici, öğretmen yapmak, bu ülkeden atmak gerekir. Sizin PKK’dan ne farkınız var?” şeklinde falan konuştu.

Mâlum, YA SEV, YA TERK ET! şeklinde söylemler de var. Bu olanlar benim zoruma gitti. Ülkede yeterince sıkıntı var zâten. Kendimiz de benzer şeyler yaşıyoruz. İşi yatıştırmağa, meseleyi îzâha çalışıyorsunuz ama, adamlar azmış, gözleri dönmüş bir kere.

Her neyse; biz şiire gelelim. Ama, ondan önce, bu protest şiirin, sanki her mağduru kapsayan bir özelliği var gibi. Mâlum, NECM “yıldız” demek. NECM’ED’DÎN de, DÎNİN YILDIZI anlamına geliyor. Belki, 10 yıl önce yazdığım bu şiirde de, “Yıldızlara sayın beni…” mısraı var.

Biz, vefâtı bu aya ve bugüne tevâfuk eden hocamızın, ismi gibi yıldızlardan olduğuna inanıyor, Yüce Rabbimizden kendisine sonsuz rahmet, âilesine ve tüm sevenlerine de sabr-ı cemîller diliyoruz.

İşte, nerede ve nasıl olursa olsun, yapılan tüm haksızlıkları, sergilenen hakâretleri kendimize yapılmış addedip üzerimize alınarak yazdığımız, her şeyden önce bir dönemin atmosfer ve psikolojisine dâir ipuçları veren şiirimiz; umarız beğenirsiniz:

UZAKLAR

Ben gidince uzaklara

Var yerine koyun beni;

Gül sunmayıp taş atanlar

Yiyin yiyin doyun beni…

 

Herkesin bir uzağı var

Bilmez, nerde tuzağı var

Ayağında kızağı var

Yıldızlara sayın beni…

 

Vardı gitti akınına

Şahdamardan yakınına

Kılıcı koydu kınına

Selâm ile yuyun beni…

 

Neler bekler herkesleri

Kavgaların değil yeri

Kalacağız kemik, deri

Kâlbinize yayın beni…

 

Ne denizler ne dağlarda

Çâre kalmaz devâlarda

Unutmayın duâlarda

Sessizlikte duyun beni!...

Demek istiyoruz ki; “Ey, bir güzel sözü, bir güler yüzü bizden esirgeyenler. Biz aynı memleketin çocukları değil miyiz? Bizim suçumuz ne? Alacağınız olsun. Alacağınız da ne, işte bu şiir! Bu da kötülük sayılmaz. Sâdece bir duygusal uyarı, o kadar!” Bu kadarı da çok görülmez inşâllâh…

            Başta, vefâtı da çile sembolü günlerine tevâfuk eden hocamız olmak üzere, birbirimizi, toprağın altında ya da üstündeki cümle ehl-i îmânı da duâdan unutmayalım inşâllâh diyor, cümlenize sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

27.02.2011


Toplam 92 Blog, 19 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 4 5 6 7 8 [9] 10 11 12 13 14 » »»

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7140)
AKROSTİŞ YAZILARI (5512)
FOTOĞRAF-NÂME (5186)
MODA-NÂME (5064)
EYMÜR-NÂME 2 (4928)
EYMÜR-NÂME 1 (4652)
Bedford-nâme (4624)
Nûri KAHRAMAN (4617)
EYMÜR-NÂME 3 (4590)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3949)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...