|
|
BAŞBAKAN, ANAYASA, BABAYASA, ORDU!
Sayın Başbakanımız dün Ordu’ya geldi. Onca yorgunluğa, strese ve yöremizin, -bana göre kendisinin ve ilimiz adına gösterdiği gayret ve hizmetlerin hatırını pek de hoş tutmamasına rağmen, geniş yürekliliğinin bir tezâhürü olarak, güzel şehrimizi ziyâret halkasına katarak şerefyâb etti. Aramızda dolaştı. Tebessümlerini esirgemedi. İftarda, terâvihde, çadırda, meydanda, yollarda bizlerle oldu. Bu bizim için oldukça sevindirici.
Biz Ordulular, normal ve efendice bir uslûbun ötesinde, verilen sözlere de rağmen, hâlâ o nezâketsiz HAVAALANINIZI YAPMAYANA OY VERMEYİN dolaylı dayatmasını sürdürmekte değil miyiz? Kaldı ki, havaalanının temeli atılandan bu yana, kendi partileri de dâhil, hükümet olmayan parti yok. Onlara da mı oy vermeyecekler, ağızlarına bakmayacaklar acabâ? Yoksa, bu Başbakan, millî-mânevî değerlere bağlı, her şeyden önce İmam-Hatipli, üstüne üstlük bir de hanımı örtülü diye mi böyle, farklı, hoyrat bir tutum sergileniyor?
Şunu kâbul etmemiz gerekiyor: Ordumuz il geneli olarak sağduyulu olsa da, kent merkezimizde sol duyu hâkim. Sağcıyım diyenlerin hatırı sayılır bir bölümünün yaşantısı da soldakilerden farklı değil. Binâenaleyh, Tayyip Bey ve partisini kendi hayat görüşlerinin dışında bir yerlerde olarak değerlendirdikleri ve onun varlığını kendi eyyâmcı hayat tarzlarına ters gördükleri için, onu karalamak adına her şeye sarılıyorlar. Aksi takdirde, AkParti’nin hizmet performansını takdir etmemek objektif bir akılın kârı değil.
Ordu’ya yapılan hizmetleri insaf gözü olanlar görüyor. Görmek istemeyenlere ne yapabilirsiniz ki? Yurdunu, milletini, memleketini, en çok sevdiğine inananların hiç birinden daha az sevdiğine katiyetle ihtimâl vermediğimiz sayın başbakanımızın başarısına duâcıyız. Rabbim selâmet versin. Vatan-millet-sakarya vuvuzelasıyla, işi gürültüye getirmek, kargaşa çıkarmak isteyenlere fırsat vermesin.
Onun 22 Ağustos’ta Ordu’ya geleceği açıklandığından bu yana, ziyâretin eksenine bile, İLK SİVİL ANAYASA ve dolayısıyla bu bağlamda REFERANDUM gibi hayâtî bir sebep varken, fındık konusu yakıştırıldı. Başbakan fındık için geliyordu, daha doğrusu gelmeliydi! Mutlakâ bir müjde verecekti, vermeliydi. Yoksa EVET alamazdı. Aksi takdirde, dallardan sandıklara ÇUVALLAR DOLUSU red akardı. RED, batı diliyle KIRMIZI DEMEKTİ. Tayyip Mayyip tanımaz, kırmızı kart gösterirdi. Ordu bu! Yapar mı yapardı! Örnekleri de yok değildi. Orduyla şaka olmazdı!
Sizin anlayacağınız, fındığa para vermezse Anayasanın ne önemi vardı? Fındık ta fındık. Memleketin başka meselesi yok. Başbakanın, Karadenizli, bilhassa Ordulu’dan başka vatandaşı, memleketin de fındıktan başka ürünü yok! Bir Başbakan fındığa, şimdiye kadar ve hâlâ verdiklerinin ötesinde ve çok çok üstünde, daha da havalardan fiyat veriyorsa Başbakandır. Aksi takdirde ne işe yarar? Yoksa, O’nun, değil anayasasından babayasasından bile n’olur, ne hayır gelir? Fındığı bilmeyen hiçbir şey bilmiyor demektir!
Diğer ürünleri es geçerek ve onlara verilenin çok üstünde olarak fındığa, bir hemşeri olarak torpil geçmeyen Başbakan’ın anayasasından bize ne?! Böyle başbakanı, değil hemşerimiz, kim olursa olsun BABA yasalarına havâle ediyoruz. Onun hakkından AK olmayan BABALAR gelsin. Tanrımıza hamd’olsun. Milletimiz var olsun. ULUSAL ULUS çok yaşasın. Âmin.
Değerli okurlar. Memleket için gece-gündüz çalışan, bizler gibi, milletin içinden biri, kapalı kapılar ardından gelmeyen, değerlerimizle barışık, çalışkan bir başbakanımız var. Ben inanıyorum ki, fındık için de elinden geleni yaptı, yapıyor. Başbakan ve bu hükûmet için, fındık adına bir şey yapmadığını söylemek ancak politik karşıtlık ya da art niyetle yorumlanabilir. Bunun ayrıntılarını diğer köşe arkadaşlarımız yazdılar. Ben de oraya girmeyeyim. Ama biz, gerçekten çok hazırcı bir millet olduk. Fındığın para etmesi için, çok daha fazlasının, başkalarının haklarından alınarak bizlere verilmesini istiyoruz. Tıpkı kömür verilir, un verilir, şeker verilir gibi!
Sanki, biz vatandaşlara düşen hiç görev yok. Sanki bizler, üretici, sanâyici, tüccâr ya da sivil kuruluşlar olarak bize düşeni lâyıkıyla yapıyor, ürünümüze gereğince sâhip çıkıyoruz gibi. Sağlık ve benzeri hizmet alanlarında olduğu gibi, o da ayağa gelmeli der gibiyiz! Her şeyi başbakan yapacak besbelli! Hattâ, mümkünse bir de toplatsa yok mu, işte o zaman biraz işe yaramış olurdu! O zaman, o da belki, bir oy alabilirdi. O kadar da kadir bilmez değillerdi ya. Çok sağolsunlar!
Sevgili okurlar. Fındık konusunu daha çok yazacağız. Merâmımızı detaylandıracağız. Mâlum, fındık yuvarlak. Her tarafa yuvarlanabildiği gibi, her türlü de yorumlanabiliyor. Biz sâdece insaf peşindeyiz. Akl-ı selimin gerektirdiklerini dillendirmeye çalışıyoruz. Ki, gerek kendimize, gerek hizmet edenlere, gerekse memlekete karşı haksızlık etmiş olmayalım.
Ordumuza hoş geldiniz Muhterem Başbakanımız. Şerefler verdiniz.
Her hâlükârda, “DURMAK YOK, YOLA DEVAM!” diyorsunuz.
Biz de, EVET diyoruz. Bu aydınlık yolda durmak yok; olmamalı…
Rabbim mahcûp etmesin; yolunuz ve bahtınız açık olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
22.08.2010 |
|
|
FINDIKTA HAYRET MAKÂMI
Mâlum, mevsim dolayısıyla her kes gibi, doğal olarak bizler de köylerdeyiz. Fındığın, içimize işlemiş bulunan o doyulmaz câzibesi herkesi köyüne-köşküne çekti; yakınlardan, uzaklardan. Gâye, sâdece “Fındık dalda kalmasın!” değil. Fiyâtlarla ilgili gelen haberler de yapılacak işler açısından bir önem arz etmiyor. Şu an her birerlerimiz bağlarda-bahçelerde, kaşlarda-bayırlarda uğraşıyoruz. Fındık bizim bir gerçeğimiz. Ne derseniz deyiniz, neye sayarsanız sayınız; onu yaşamak durumundayız!
Hayâtı taşıdığımız sürece, onu da taşıyacağız. Çünkü o da, bizim ve yöre insanımız için şu veyâ bu şekilde bir hayât mesâbesinde. Bir nîmet her şeyden önce. Yüce Mevlâ her topluma, her yöreye ayrı nîmetler ihsan etmiş ki meşgûl olup faydalansınlar, fert ve toplum olarak geçimlerini sağlasınlar. Bir kul, bir insan, bir vatandaş olarak, ilgilenmek, nîmete iltifat etmek ve de sebeplenmek boynumuzun borcu.
Fındık mevsimini yaşarken, bir hasat ameliyesinin ötesinde, tabiatla birlikte, çocukluğumuz ve geçmişimizle de karşı karşıya geliyoruz. Bâzen de, bilhassâ dinlenme aralarında, bahçelerdeki çimenlere oturduğumuzda, ya da şöyle ufak bir serinlik turuna çıktığımızda çoğu şeyi sanki ilk defâ görüyormuşçasına keşif durumları yaşıyoruz. Çarşı-pazarın hay-huyundan ve beton dünyânın donukluğundan uzaklaşınca duyargalarımız daha bir hassaslaşıyor âdetâ.
Bu anlamda, fındığa gelmek ya da gitmek, bir nevî kendimize gelmek-gitmek gibi bir şey oluveriyor! Çünkü, ne de olsa çiğnenen toprak. İşin aslı o. Fasıl ne olursa olsun, geliş oradan, gidiş oraya. Sonuçta hem ten, hem de ruh genlerimizde toprak var. Fındık bahçelerinde böylesi duygular sökün ediyor, daha bir kendimize dönüyor, toprakla bütünleşiyoruz sanki.
SERİNLİKTEN DERİNLİĞE…
Şöyle, dinlenmek ya da serinlemek için bir gölgeye oturduğunuzda ister istemez bir şeylere dikkât kesiliyorsunuz. Şimdilerde, Ramazan dolayısıyla, yemek için oturulması da söz konusu olmadığından, arılar, sinekler, örümcekler gibi çeşit çeşit böcekler, kıskıç dediğimiz şeyler, kertenkeleler, seyrek de olsa sincaplar, her yerde, her taşın altında karşımıza çıkan karıncalar; daha neler, neler dikkâtimizi çekip çeşitli noktalara yoğunlaştırıyor…
Bir arıya ister-istemez bakıyorsunuz. Vız vız ederek delici bir sesle geliyor ve bundan dolayı niyetinden şüpheleniyorsunuz çünkü. Ama, derdinin siz olmadığını, sarısından, morundan, kırmızısından çeşit çeşit çiçekleri, atlamadan, sırayla bir bir ziyâret edişinden anlıyorsunuz. Rızkı peşinde düştüğü bu yoldaki coşkulu seyrini ibretle izliyorsunuz.
Hele, çevrenizde bir armut ağacı varsa, vızıltılar bir kovan yanındaymışsınız gibi artıyor. Bir de bakıyorsunuz, kendiliğinden yere düşüp parçalanmış ballı bir armut üzerine 15-20 tânesi birden üşüşmüş arıların. Arı gibi(!) çalışıyorlar. Görevleri neyse onun peşindeler…
NEDEN, MOR-BEYAZ?
Aman YâRabbi! Börtü-böcek bir yana, ne kadar da çok ot, çimen, dal, yaprak, ağaç bitki var! Renk renk bir sürü çiçek! Morlar ağırlıkta. Acabâ, her coğrafyada bu böyle mi? Bu renk çiçekler buralarda çok da, OrduSpor rengimiz bundan dolayı mı MOR-BEYAZ?! Kim bilir, belki de en başta orman güllerinden alınmıştır bu renk?! Belki menekşelerden, belki de mor ağırlıklı floranın genel şavkımasından!
Sizin anlayacağınız, şâir gibi, bizler de ilk defâ bakıyoruz sanki, yıllar yılı yaşadığımız kıyılara-köşelere. İlk defâ görür gibiyiz altında hayâtımızın acı-tatlı günlerinin geçtiği ağaçları, tırmandığımız gövdelerini, sallandığımız dallarını. Sıradan yaşadığımız, üzerine basıp geçtiğimiz yeşillikleri şöyle odaklanarak incelediğimizde, mercekle yakın plâna aldığımızda, her şeyin nasıl ayrı bir dünyâ ve ayrı birer olağanüstülük taşıdığını fehmedebiliyor, şuur altından, idrâk boyutuna çıkarabiliyorsunuz.
Aşağıdaki şiiri okuyunca, şâirimizin de benzeri duyguları yaşadığını göreceksiniz. İşte, hepimizin duygularına tercümân olacak o mısralar:
HAYRET
İlk defa bakıyorum, Rabbim, her şeye. Yeryüzünü yeniden görür gibiyim: Bakıyorum renkler var: Mavi, yeşil, mor, Gökyüzünde bulutlar uçup gidiyor. Yollarda insanları, kuşu, köpeği, Öğreniyorum, yeni baştan sevmeyi. Şu âlem, ayân ettiğin bize, Ağaç, dal, yaprak, meğer her şey mucize! Anlıyorum her işte meramını, Sevmeyi, ölmeyi, ömrün devamını. Anlıyorum, şu kuş neden yuva yapıyor. Anlıyorum, Allahım, kalbim niçin çarpıyor.
Ziyâ Osman Sabâ
Çok sevimli, arı-duru, ezberlenesi bir şiir. Şâirine rahmetler diliyoruz.
Bizi, gayrette hayrete, hayrette gayrete getirdi. Rûhu şâd olsun.
Yüreklerimiz, Hakk’a sevgiyle, halka saygıyla dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
20.08.2010 |
|
|
İRÂDE AYI, SABIR MEVSİMİ
Rabbimize şükürler olsun, iyilik ve güzellikler harmanı olan bir Ramazan ayına daha hep birlikte kavuştuk. Maddî hasat mevsimiyle, mânevî hasat mevsimini bir arada idrâk ediyoruz. İkisi de sabır istiyor. Aslında, her şey sabır işi ama, alışılmışın dışında olarak ve 30-40 yıl arası yıllarda bir yaz mevsimlerine dönerek iş yoğunluğu, sıcak ve uzun günlerle birlikte gelen Ramazan daha bir sabır istiyor.
Hani, atalarımız ne demiş: SABIR ACIDIR AMA MEYVESİ TATLIDIR.
Dolayısıyla, gerçek irâde sâhiplerinin kendilerini ispat etme günlerindeyiz.
Diyeceksiniz ki ZOR! Önemli olan da zoru başarabilmek değil mi?
Yüce Rabbimiz neden sık sık sabra vurgu yapıyor olabilir? Elbette öneminden dolayı.
“Ey îmân edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allâh’tan yardım dileyin.
Şüphe yok ki, Allâh sabredenlerle berâberdir.”Bakara 153
Tefsirlerde, buradaki sabrı iki şey üzerinden açıklarlar; TAAT ve BELÂ. Sabır sâdece belâlara karşı değildir. İbâdetler de sabır ister. İşte bugün başladığımız oruç bunun tâ kendisidir. İrâdesine güvenip tutanlara Allâh (CC) kolaylığını ve sevâbını verecektir.
Tabiî ki bol tarafından. Nitekim, NÎMETLER KÜLFETLERE GÖREDİR denilmiştir.
Öyleyse, bu ayda, âyet ve hadislerde belirtilen, gerçek anlamda bir mâzereti olmayan mü’minlerin, oruç tutmaması söz konusu olamaz. Çünkü, bu ay ORUÇ ayıdır. Emirler açıktır. Bahânelere sarılmakla kişi kendini bile kandıramaz. İşte âyetler:
“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, Kur’ân-ı Kerîm o ayda indirilmiştir. (O Kur’an ki) insanlara hidâyet rehberidir. O’nda, doğru yolun ve Hak ile bâtılı ayırt eden hükümlerin nice açık delilleri vardır. Öyleyse, sizden kim, Ramazan hilâlini görür, (bu aya erişir)se oruç tutsun.” Bakara 185
“Ey îmân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Tâ ki, (oruç tutarak) kötülüklerden sakınasınız.” Bakara 183
Yaşımız îtibârıyle bizlere, yaz mevsimi oruçları tutmak nasîp olmuştu. Yaşımız 15-18 arasıydı. O zamanlar fındık işleri daha da ağırdı. Büyük bir bölümü insan gücüyle oluyordu. Birçok işi de bizzat kendimiz yapıyorduk. Çuvallar 70-80 kg. arasında oluyordu ve çoğunlukla sırtta taşınıyordu. Uzak taşımalar atla yapılıordu. O zamanlarda denilenlere îtiraz da edemiyordunuz. Söylenenleri yapma istersen.
Sonuçta, en çok susuzluk zorluyordu insanı. İftarda ilk işimiz suya koşmak oluyordu. İç babam iç; mîdemiz, o zamanlar musluklara takarak balonvârî şişirdiğimiz plâstik çocuk emzikleri gibi oluyordu.
O zamanlar geldi geçti. Bugünlere geldik. Şimdi örfler ve gelenekler zayıfladı. Herkes, deyim yerindeyse, kibarlaştı. İnsanlar iyice nâzikleşti. Doktorlar ve din görevlileri yufkalaştı. İşi ciddîye alanlar konuşamaz oldu. Çünkü, sanki böylelerine dolaylı bir baskı var gibi. Hemen, ya radikal, ya hoşgörüsüz ya da kötüleme anlamında ŞERİATÇI falan şeklinde yaftalamalar oluyor. Aslında bunların hiç biri de samîmî bir dindar için anormâl şeyler değil. Bilâkis, hassâsiyetler elzem. Hangi gerçek müslümana dînini yaşamayı ciddîye alması yakışmaz ki?
Çevremizde, komşularla berâber misâfir olarak bulunan 100 civârında fındık işçisi var. Hepsi de doğulu. Konuşmalarından ve hazırlıklarından anlaşıldığı kadarıyla hepsi de oruç tutacaklar. Ama geleneksel, ama yöresel; dinlerine bağlılar ve irâdelerine sâhipler. Zâten, namazlarını da kılıyorlar çoğu. Benim merak ettiğim, acabâ ev sâhibi bizlere mi daha zor gelecek bu oruç, yoksa akşama kadar dallar ve çuvallarla, yamaçlar ve bayırlarla boğuşan bu çoğu çocuk yaştak insanlara mı?
Yazımızı, olaylara sevgi gözüyle bakan Mevlânâ’nın sözleriyle bağlayalım:
“Oruç, özlem çekenlerin gönüllerini, canlarını öyle tâzeleştirir ki, zavallı balığı bile su o kadar tâzeleştirmez.
İslâmın binâsı şu beş direk üstüne kurulmuştur: Kelime-i Şehâdet, Zekât, Hac, Oruç, Namaz. allâh’a yemin ederim ki, bu direklerin en kuvvetlisi, EN BÜYÜĞÜ ORUÇTUR!
Nefsinle savaşa girişince; ‘Ben orucu öyle ucuza satmam!’ diye kendini yere at, ellerini çırp, ayaklarını vur, diret!
Oruç ayına girdiğin zaman, o aya kavuştuğun için Hakk’a şükrederek, sevinerek, neşeli olarak gir! Çünkü, Ramazan’ın gelişinden üzülenlere, gamlılara oruç haramdır. Onlar, oruca lâyık değillerdir!”
Rabbimiz bizleri hep birlikte ve her anlamda oruç tutanlardan, onun derinlik ve serinliğine erenlerden, bu KUR’AN ayını, gerçek bir bayram idrâkiyle değerlendirip, mânevî harmanını bereketlerle sonuçlandıranlardan eylesin ves’selâm….
ORDU HAYAT GAZETESİ
10.08.2010 |
|
|
FINDIKTAN REFERANDUMA
Fındık mevsimi artık eskisi gibi normâl gündemiyle gelip buyurmuyor bahçelerimize, tarlalarımıza, evlerimize-ocaklarımıza, balkonlarımıza, harmanlarımıza. Bu sene sanki, Ramazan öncesi atmosferin getirdiği hızlı temponun, insanlar üzerinde bir baskısı var gibi. Fındık mevsimi, her zamanki şen-şakrak havasını estirmemekte ısrarlı sanki. Şarkılar, türküler, maniler gelmiyor akıllara. Coşkular şavkımıyor karşı yamaçlara. Sessiz-sedâsız, derinden bir mevsim yaşıyoruz. Herkes içine kapanmış âdetâ.
Özellikle bu dönem, ayrıca bir de, referandum öncesine denk geldiği için, bir-kaç yıldır tartışma konusu yapılan doğulu işçiler meselesi iyice siyâsî polemik malzemesi hâline getirildi. Bunun getirdiği bir kekrelik de var gibi ortalıkta. Duygular ve düşünceler ipotek altında olmalı. Bir sıkıntı olduğu ap-açık.
Ancak, Ordu Vâliliğimizin mevsime özel olan, bu konudaki çabaları gâyet olumlu. Doğulu Fındık işçileriyle ilgili öteden beri yapılan açıklamalar oldukça sağduyuluydu. Hazırlanan geçici yerleşim birimleri de çok beğenildi. Sosyâl imkânlar îtibârıyle de çok yeterli görüldü. Ordu insanının geleneksel misâfirperverliği ile örtüşen bir tavırdı ayrıca bu. Sayın vâlimize, bir Ordulu olarak da bu anlamda ayrıca teşekkür ediyoruz.
Bizler de bu tavrı örnek alarak, bu insanlara, her şeyden önce bir insan, bir misâfir, bir kardeş olarak, bize yakışan tavrı göstermeliyiz. Bu memleket ne kadar bizimse, o kadar da onların. Bu, bin yıldır böyleydi, şimdi de böyle ve hep böyle olacak. Başımıza belâ edilen bu konuyu açıklamak için de olsa “BİZLER, ONLAR!” diye bir ayırım yapmak insanın vicdanına ağır geliyor doğrusu. Onlara yapılacak bir kötülüğün tüm ülkeye, ve hattâ tüm İslâm Âlemi’ne ve insanlığa yapılmış olacağını, bunun olumsuz sonuçlarıyla bu dünyâda olmasa da âhirette mutlakâ karşılaşacağımızı unutmayalım.
Bu anlamda, dün yaptığım ufak bir gezi ve bir nevî yoklama, gerek iş sâhipleri, gerekse misâfir işçilerle sohbetlerimiz sonrasında vardığımız kanaat, genelde bir problem olmamasına rağmen, özelde, bu misâfir insanlara karşı yer yer hiç umulmadık çıkışlar ve beklenmedik sataşmalar yapıldığı şeklindeydi.
Gerek işçilerden, gerekse hemşehrilerimizden konuştuğumuz insanlar bu tavırdan son derece rahatsızlar. Hem de, halkımız son derece sağduyulu ve de çok sağlıklı tahliller yapabiliyorlar.
“Bu referandumda EVET demesi gerekenlerin başında
MHP ve BDP gelmeliydi aslında!” diyorlar.
Zâten, işin çilesini çekmiş gerçek ülkcülerin evet’çi olduğunu vurguluyorlar. Adı BARIŞ ve DEMOKRASİ olan BDP’nin, bu tavrıyla, savunduğunu söyledikleri doğu halkından, Barış ve Demokrasi’den daha çok, darbelerden ve askerî anayasadan, dolayısıyla ERGENEKON olarak adlandırılan derin yapılanmadan yana olduğu açıkça ortaya çıkmış oluyor diyorlar.
PKK, BDP, CHP ve ne yazık ki MHP de aynı yerde;
red safındalar yâni. DOĞRUSU ÇOK İLGİNÇ!
GÖRENEDİR GÖRENE; KÖRE NEDİR, KÖRE NE?
Siyâsî taassup, ya da, görüntüde halktan, esasta tam tersi bir yerlerde, kapalı kapılar arkasında duran insanlar, gruplar ve her türlü sosyâl oluşumların hırsları sebebiyle zaman zaman ülke genelinde bâzı yerleşim birimlerinde meydana gelen gerginlikler, buralarda, taşra köy ve kasabalarında yaşanan tiranlıklar, Osmanlı’ya yaptıklarıyla yetinmeyen gizil güçlerin sinsi siyâsetlerinin dışarıya yansıyan tezâhürleridir.
Hesaplar tutacak mı? Bence, RED CEPHESİ’nin hesabı tutmayacak.
Bu cephenin öndeki aktörlerinin aksine, doğulusu-batılısı, güneylisi-kuzeylisi, siyahı-beyazı, sarışını-kumralı, milletin ezici çoğunluğu işin farkında.
Önümüzde Ramazan var. Sonra, 3 gün BAYRAM. 4. gün 12 EYLÜL. Bu 12 EYLÜL, o bildiğiniz darbe 12 EYLÜL’ünün sonu olacak. Ülkemizde, milletin sesini daha gür çıktığı yepyeni bir dönem başlayacak.
Rabbimiz, kardeşçe yaşamamızın önünde, bilerek ya da bilmeyerek engel teşkil etmek isteyenlere fırsat vermesin. Milletin-memleketin, dînin-diyânetin selâmeti için çalışanların yardımcısı olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
08.08.2010 |
|
|
BATMAN’DAN ÇIKTIM YOLA,
TOSLADIM BİR ULU-SAL’A
Doğu’dan, Güneydoğu’dan, Urfa, Adıyaman, Mardin, Batman vs.diyârlarından geldiler. Minibüslerle. Çelik-çocuk, kız-kızan vıkıç vıkıç. Saatlerce. Öğlede bindiler, akşam oldu, gece geçti, güneş doğdu; hâlâ gidiyorlar. Bacakları uyuştu, kolları koptu, gözleri batıştı. Havasızlık bunalttı bir yandan, o daracık minibüse çift kapasiteyle doluşunca. Ekmek parası için düştüler yollara. Tek tek hesaplayınca bir yekûn teşkil etmese de, bir âileden bir-kaç kişi olunca bir yaralarına merhem olacak meblağa ulaşabiliyordu elde edecekleri para.
Çoğu zaman hiç de elverişli yerler olamayabiliyor konakladıkları yerler üstelik. Çadırlarda kalanlar da var. Belki de bunlar, ev altlarında, samanlıklarda, damları akan serendilerde, rutûbetli ardiyelerde kalanlardan daha şanslılar. Ama, sonuçta göçebe milletiz. Genlerimizde konar göçerlik var. Çadır da bunun simgesi konumunda. Bunun şunu-bunu, o ırkı, bu ırkı yok. Bu coğrafyanın insanı hep aynı millet. Târihi aynı olduğu gibi, geleceği de aynı olacak.
İşte Rabbimiz, bu günlerde bize bunu daha bir güzel öğretiyor. Ya doğulu kardeşlerimiz olmasaydı ne yapacaktık bugün? Onların bizim için, bizim onlar için birer kopmaz, koparılamaz parça olduğunu, birbirerlerimiz için birer nîmet olduğumuzu bir kez daha anlamış olmalıyız.
Ama, gel görkî, ne zaman millet lâfı telâffuz edilmez, yerine ulus denen sözüm ona sözcük bir yerlerden bulup-buluşturularak idrâkimize monte edilmeye çalışıldı. Bu uyduruk kavram her şeyimizi, birbirimize bakışımızı, toplumsal nakışımızı, yavaş yavaş değiştirip dönüştürdü. İşte bu gün, bu kelîme, harcımızı dinamitleyen gürûhun sembol ifâdesi oldu.
Ulusal kavramına tutunanların toplumda estirmek istediği havaya bir iki örnek arz edeyim isterseniz:
“ÇEK ARABANI, HEM BİR DE BATMANLI’SIN?”
Doğudan gelen iki minibüs, yolcularını köylere kadar götürerek yerlerine teslim edip yüklerini boşalttıktan sonra şehre dönüyorlar. Orada, iş sâhipleriyle görüşmek için arabalarını park ediyorlar. Daha yere iner inmez, 52 plâka bir araba bu insanlara çıkışıyor:
Bu ne biçim park böyle? Hem başka yer bulamadınız mı?
Beyefendi sen aklını mı kaçırdın? Bu parkın nesi var? Kamyon bile geçer buradan?
Hayır, ben istemiyorum buraya park etmenizi. Hem bir de Batmanlısınız?
Olayı anlatanlar, saldırganların tiplerinden zihniyetlerini tahmin etmenin mümkün olduğu boylu-poslu, kısa kol ve pantolonlu, iki-üç kişi olduğunu, minibüsçülerin de bir-kaç kişi çoğalıp, araya oradakilerin de girmesiyle, bağıra-çağıra oradan uzaklaştıklarını ifâde ettiler. Olaya üzüldüklerini, misâfirlere karşı çok ayıp olduğunu belirttiler. Minibüsçülerin,
Batman’da bizim mahallede bir sürü Ordulu var. Biz de onlara böyle mi yapmalıyız? Hem, sizler gelseniz Batman’a biz size böyle mi davranırız? Şeklinde konuştuklarını ve mahcup olduklarını belirttiler. Keşke aracın plâkasını alsaydık dediler.
KARPUZDAKİ “HAYIR!”
Doğu’dan gelen başka işçilerle konuşurken öğrendiğimiz kadarıyle benzer durumlarla karşılaşanlar olmuş. Onlara da bir misâl olarak anlattığım gibi, bu gibilerinin düşmanlığı sâdece doğululara değil. Kendileri gibi düşünmeyen herkese. Olayımız şu: Aynı günlerde, mevsimlik köy alışverişi için manavları dolaşıyoruz. Birinin önüne geldiğimizde bir karpuzun üzerine HAYIR yazısının kazınmış olduğunu gördük. Sorduk. Adam îzah etti. Fiyatla ilgili bir şeymiş. Daha önceki fiyata hayır, şimdi fiyat böyle anlamına geliyormuş. İyi, güzel dedik. Ama, adam, saçı-sakalı, boyu-posuyla dâvâsının adamı olmalı ki;
Öbür anlamda soruyorsanız, ona da HAYIR!
dedi ve bir-iki defâ da vurguladı. Hem de bir yerlerden intikâm alır, ya da bu uğurda savaşmaya hazır bir tarzda. Genç adamın gözü dönmüştü. Hatâ belki de kendisinde olsa da, anlaşılan hükümete öfkeliydi. Kendisini temize çıkarmanın en güzel yolunu, suçu başkasına atmakta bulmuştu. İlk oylamada bunu belli edecekti. Bu sâdece sıcağın etkisi değildi, daha şimdiden, her türlü fedâkârlığa hazır olduğunu belli etmişti. Değil sâdece bizi, bütün müşterisini kaybetse de, umurunda değildi!
Ama, ne adınaydı bu? Batmanlı kardeşlerin yerinde olsanız siz ne yapardınız? Veyâ, siz oraya gidince size böyle bir hareket yapılsa siz ne düşünürdünüz? Bunlar hoş hareketler değil. Buraya ekmek parası için gelmiş bu Tanrı misâfirlerine böyle davranmak erkeklik olmadığı gibi, insanlık hiç değil. Birkaç kendini bilmezin, Ordumuzu bu hareketleriyle yanlış yansıtması da kabul edilebilir değil. allâh ıslâh etsin, ne diyelim!
Sevgili okurlar. Şu mübârek ÜÇ AYLAR ve RAMAZAN mevsiminde, size söylemek istediğim şu ki, siyâsî görüşlerimiz ne olursa olsun, kardeşliğimizi zedelemeyelim. Tüm insanlarımızı bağrımıza basarak, Yunus’lar, Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş’lar gibi sevgi kahramanları yetiştiren bir ANADOLU İNSANI olduğumuzu gösterelim. Kardeşlikle siyâseti karıştırmayalım. Bu millet artık kardeşçe yaşamak istiyor. Yaraları narmaya çalışalım. Onlara özellikle güzel davranarak, bu milletin birliğine, ülkenin dirliğine hizmetin bir parçası olalım. Kardeşliğe zarar verici hareketlere meydan vermeyelim. Her şeyi bir tarafa bırakıp, her şeyden önce Allâh’tan korkalım. Olaylara bu zâviyeden bakalım.
Cumânız mübârek, hasadınız bereketli, kardeşliğiniz muhabbetli olsun.
Allâh’ın rahmeti, mağfireti ve inâyeti üzerinize olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
05.08.2010 |
|