|
|

EYMÜR’DEN NEWYORK’A BİR ÖĞRETMEN HİKÂYESİ…
Bu gün Öğretmenler Günü. Çalışan ya da emekli tüm öğretmen ve eğitimcilerimizin, bu heyecan verici, anlamlı günlerini kutluyorum. Hem kendileri, hem öğrencileri, yakın çevreleri, hem de ülkemiz ve de hepimiz için daha iyiye ve güzelliklere ulaşmaya vesîle olsun inşâllâh…
Sevgili okurlar; ben de bugün sizlere, bulunulan ve çağı gereği, hemen hemen tüm bölge ülkelerinin yaşadığı benzer şartların getirdiği her türlü olumsuzluklarla mücâdele adına vecdle yürüttüğü yarım asırlık görevini acı-tatlı hâtıralarla bezediği bir sürecin sonunda, aynı mesleği paylaştığı eşiyle birlikte emekliliğin tadını çıkarırken, ibret dolu günlerin hikâyesini bizlerle paylaşma erdem ve gayretini gösterek, geleceğe ayna tutan heyecanlı bir Cumhûriyet Öğretmeni ve hayâtını anlattığı otobiyografi kitabından söz edeceğim.
Yazar 1932 Ordu-Ulubey-Eymür doğumlu. Köylümüz ve de babamın da ilkokul öğretmeni olması hasebiyle yabancımız değil. Öteden beri hep adını duyarız. Sülâleleri DERVİŞOĞULLARI olduğu için “Dervişin Abdullâh” veyâ, köy ilkokulunda görev de yaptığından kısaca “Abdullâh Hoca” derler. Ancak, bizim yetiştiğimiz yıllar îtibârıyle, kendisi yurt içi ya da yurt dışı olarak, hep uzaklarda bulunduğundan, daha yakına kadar tanışma fırsatımız olmamıştı.
Bir ara, Millî Eğitim Eski Bakanlarından Mustafa ÜSTÜNDAĞ’la arkadaş olduğu konuşulmuştu. Kısaca tanıştığımız yılların sonrasında, Rize-Çayeli’ye bir fakülteye dekan olarak gittiğini duyduk. Bunlar, kitapta detaylı bir şekilde anlatılıyor. Sonra da emekli olduğu konuşuldu. Derken, kitap yazdığını, kitabının Ordu’da bir kitabevinde bulunduğunu öğrendik. Gittik, ama kitap kalmamıştı.
Geçen yaz babam-annem, kardeşlerim hep beraber, birlikte çay içmek nasîp oldu. Kitapta söz ettiği Âdil YÜCE Beyler de vardı âilece. Ancak, yanlarında olmadığı için kitabı görmek yine nasîp olmadı. Cumhûriyet Mahallesi’ndeki evlerine uğrarsam alabileceğimi söylediler. O da bir türlü denk düşmedi.
Hâtıra kitaplarına özel ilgim yanında, aynı zamanda köyümüzle ilgili bir şeyler karalamaya çalışan birisi olarak kitabı oldukça merak ediyordum. Kardeşlerime de söz etmiştim. Onlardan birisinde varmış. Sezen kardeşim de aynı zamanda öğretmen ve kendileriyle daha yakın irtibat hâlinde.
Her neyse, BİR ÖĞRETMEN VARMIŞ ORALARDA adlı kitabı, bu bayramın sonrası günü eve geldiğimin akşamında, yine hocaya âit, yine hâtıra ve yorumlarla zenginleştirdiği şiir kitabı, adı bile çok tatlı ve sevimli ÇAKIL TAŞLARI kitabıyle birlikte çalışma masamın üzerinde görünce çok sevindim. Hemen o akşam okumaya başladım. 320 sayfalık kitabı bitirmeme az kaldı. Kitap sürükleyici bir dille ve açık kâlplilikle yazılmış. Okurken, en az yazarı ve yaşayanı kadar heyecanlanıyorsunuz.
O zamanın şartları, algılarıyla bugünküleri kıyasladığınızda, nerelerden nerelere gelindiğini daha iyi ayrımsayabiliyorsunuz. Okulların ilk kuruluş ve yapılış yıllarının yoksul ve yoksun şartlarıyle bugünü karşılaştırma imkânı buluyorsunuz. En iyisi sizi, Abdullah DEMİRTAŞ’ın (Prof.Dr.) kitabın arka kapağına da aldığı birkaç paragrafla baş başa bırakayım sizleri:
“Ülkemiz çok büyük yoksulluklardan ve zorluklardan geçerek bugünlere gelmiştir. sosyal, ekonomik, sağlık, ulaşım, kentleşme ve en çok da eğitim alanındaki gelişmeleri kitapta görmeniz mümkün olabilir”
Kitabımla, yarım yüz yıllık bir zaman dilimindeki eğitim ve Türkiye panoramasını, yaşadıklarımla birlikte sizlerin belleklerine aktaracağımı düşünüyorum. Bu kitap sadece elli yıllık yaşantımın özeti olmaktan çok, Türk milli eğitiminin tarihinden kısa bir kesit sayılabilir. Ayrıca ülkemizin yakın tarihi için de önemli bir kaynaktır.”
“Anı ve anımsamalarımı içeren bu otobiyografimi, belli zamanlarda öğrencilerimden gelen sorulara cevap vermek, görüşlerimi onlarla paylaşmak ve emekli olduğum günlerde kendimi meşgul etmek için kaleme aldım.”
Abdullah Hoca, bu ifâdelerinde de görüldüğü gibi oldukça mütevâzı bir dil ve de akıcı bir uslûp kullanmış. Biz yaptığı işin ve sergilediği sabrın büyüklüğüne inanıyor ve kendisine hem bir meslektaşı, hem köylüsü ve hem de hemşehrisi olarak çok teşekkür ediyoruz.
Kitap, 2006 İstanbul basımlı. İletişim adresi olarak sâdece www.profdemirtas.net ve [email protected] adresleri verilmiş. Piyasada yoksa, olmalı. Hattâ, yayın olarak bir şekilde Ordu’ya transfer edilip, hemşehrilerimizin ilgilerine sunulmalı. Tanışma vesîleleri ve imza günleri tertip edilerek kamuya mâl olması sağlanmalı. Çok istifâde edilecek bir kitap.
Biz de, elbette bu kadarla kalmayacağız. Zaman zaman çeşitli vesîlelerle bu güzel kitaba atıfta bulunacağız. Her anlamda değerlendirmeye çalışacağız. Başta, köyümüzle ilgili konularda referans olarak alacağız.
Sözü bağlarken, yazar hocamıza, “ellerine sağlık!” diyor, eserinin meslektaşlarına örneklik teşkil etmesini diliyor, eşi Nadire Hanım yengemizle birlikte sağlık, âfiyet üzre hayırlı uzun ömürler yaşamasını temennî ediyoruz.
En yakın zamanda görüşmek dileğiyle selâm, sevgi ve saygılar ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
23.11.2010 |
|
|
“YAŞAMAK GÜZEL ŞEY DOĞRUSU” Bu bayram ve yaşadığımız güzellikler vesîlesiyle bir defâ daha gördük ve de duyumsadık ki, yaşamak güzel şey. Bizim ülkemizde, bölgemizde ve yöremizde, ve de bizim insanlarımızla olunca daha da güzel. Bayramlar da, bize bunu duyurmaya çalışıyor zâten. Heyecan ve estetiğini kaybederek tekdüzeleşen hayâtımıza bir tâzelik ve canlılık getiriyor bayramlar. Bizi belki aynı atmosfer içerisinde, lâkin bambaşka âlemlere götürüyor, apayrı iklimler yaşatıyor aynı zamanda! Öyle değil mi? İşte, idrâk ettiğimiz şu son bayrama bakınız. Havalar da, yazdan kalma günler türündendi. Hem, sıcağı da alınmış zamanlardı. Terleme, bunalma da yok. Gez gezebildiğin, yürü yürüyebildiğin kadar. Ayın başından beri ısrarla sürdürdü elverişliliğini havalar. Güzel bir bayram yaşattı. İnsanlar bayramlarını doya doya yaptılar. Yeni giysi ve papuçlarının tadına vardılar. Ziyâretlerin, gezilerin; her şeyin. Bayramın son günü cumâya tevâfuk etti. O da bayram içerisinde bir bayramdı. Bayram dolayısıyla uzaklardan gelenlerin tekrardan buluşması, görüşmesi, sohbetleşmesi oldu bu bayram. Bu akışı fırsat bilerek, bayram ve ertesini sünnet, nişan ve düğün gibi merâsimlerle nakışlandıran âilelerimiz de vardı. Mutluluklara mutluluklar kattılar. Sanki, bayramlarımız bitmesin; Kurban, Cumâ derken, Cumartesi, Pazar da devam etsin, hayat boyu, hattâ sonsuza kadar ulaşsın der gibiydiler. Yüce Mevlâ, bu ve benzeri vesîlelerle dâvet edip, insanları bir araya getirerek buluşturan kardeşlerimize, gönüllerinin murâdını hayırlısıyla versin inşâllâh. Rabbimiz bayramları ikram ediyor. Sevinçleri, coşkuları, mutlulukları. Bayram yapacak rûhu, lütufları fark edecek iz’ânı, her türlü maddî imkânları, doyumsuz manzaralı mekânları, dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi, saygıyı, vefâyı ikrâm ediyor. Duygu veriyor, düşünce veriyor, yaprak veriyor, toprak veriyor, yerde, gökte sayısız nîmetler ihsan ediyor. Nîmetleriyle bayram ediyoruz. Uçsuz-bucaksız dünyâ, üstüne üstlük bir de, sınırsız mâl-i hülyâ. İnsanın gördüğü rüyâların, kurduğu hayâllerin haddi-hudûdu yok. Git gidebildiğin, dal dalabildiğin kadar. Hepsi senin için, her şey senin hizmetinde ve de paşa gönlünün emrine âmâde… Çünkü, akıl sâdece sende. Ve işte bundan dolayı, yeryüzünün hâlifesisin. Onu güzelleştirmek te, çirkinleştirmek te senin irâdenle ilintili. Yaşamak güzel şey doğrusu. Ve, hayâtı güzelleştirmek te senin elinde ve de sorumluluğunda. Şâirin dediği gibi yâni: YAŞAMAK GÜZEL ŞEY
Yaşamak güzel şey doğrusu Üstelik hava da güzelse Hele gücün kuvvetin yerindeyse Elin ekmek tutmuşsa bir de Hele tertemizse gönlün Hele kar gibiyse alnın Yani kendinden korkmuyorsan Kimseden korkmuyorsan dünyada Dostuna güveniyorsan İyi günler bekliyorsan hele İyi günlere inanıyorsan Üstelik hava da güzelse Yaşamak güzel şey Çok güzel şey doğrusu.
Melih Cevdet ANDAY
Evet, yaşamak, bayram, seyran; her şey güzel doğrusu da, bu vesîlelerle yaptığımız ziyâretlerde de gördük ki, her şey bundan ibâret değil. Bayramın coşkusunu yaşayamayan insanlar da var. Çünkü, hayât varsa ölüm de var, sevinç varsa keder de var. Dolayısıyla her şey bizim için.
Burada İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin bir sözü bize doğrudan ışık tutuyor:
“Düşün ki, ömrün bitmiş; fakat sen yalvarmış-yakarmışsın, sana bir gün daha verilmiş… İşte şimdi sen öyle bir günde bulunuyorsun. Öyle bir günde ne yapacaksan, her gün aynı gayretle o işe sarıl; öyle çalış, öyle ibâdet et, öyle yaşa!”
Uzun bir tâtilin sonunda, her anlamda dinlenmiş ve tâzelenmiş olarak kaldığımız yerden bismillâh deyip tekrar başlıyoruz. Bayramdan aldığımız pozitif enerji ve coşkuyu tüm hayatımıza yansıtabilirsek, her türlü hayâtımız güzelleşecektir. Bayramdan aldığımız tadı sürdürmek, sevdiklerimiz ve bütün hayâtımızla birlikte sonsuza taşımak adına buna ihtiyâcımız var. Eğer buraya gelebilmiş, bunu görebilmişsek bayram gâyesine ulaşmıştır. Aksi takdirde, yapılan sıradan bir tâtilden öteye geçemeyecektir.
Kendimiz için, çevremiz için, beldemiz ve ülkemiz, hattâ insanlık için yapacağımız çok şeyler var. Ne kadar gayretimiz olursa, sonuçta o kadar bayramımız olur. Mutluluklar, paylaşılan insan sayısıyla orantılıdır.
Hadi o zaman, insanımız-hayvanımız, canımız-cânânımız, eşimiz-dostumuz,
ilimiz-yöremiz ve de örfümüz-töremiz için, Allâh aşkına bir şeyler yapmaya…
Bu duygu ve düşüncelerle, “YAŞAMAK GÜZEL ŞEY” diyoruz; ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
22.11.2010
|
|
|

ORDU’DA DERGİ NEDEN YOK?
Çünkü, "işin ucunda para yok!" diye mi başlayalım söze bilemiyorum?! Ama, sâdece para değil sebep belki de! Öyle ya! O zaman, olayın adını yanlış koyma durumunda kalabiliriz. En iyisi durumu biraz irdelemek. Bakalım sözün sonu nereye varacak?
Mâlum, dergiler, kitapla gazete arası, formatı îtibârıyle çeşitli yazı ve kültürel niteliği olan mataryelleri bünyesinde barındırabilen, saklanması, biriktirilmesi, ciltlenmesi, taşınması, okunmasının kolaylığı dolayısıyle çeşnisi, içeriği ve albenisiyle matbuatta ayrı bir yeri olan yayın türleridir. Gazeteler günlüktür, dergiler en azından haftalık, genelde aylıktır. Etkisi ve kalıcılığı da buna göre değerlendirilebilir.
GAZETE GANÎ, DERGİ HANİ?
Başta şunu belirtmek gerekir ki, Ordumuz, şehir olarak yayını bol bir yer. Bununla övünsek mi, bilemiyorum? Çünkü, her şeyimizde mevcut dağınıklık burada da kendini gösteriyor. Bizden daha büyük şehirlerde bu kadar gazete yok meselâ. Daha az ama, daha kaliteli, daha profesyonel ve de tirajlı. Bizim ilçemiz olup da dergi çıkaranlar da var. Kimi batsa kimi çıksa da, hiç dergisiz kalmıyorlar. Fatsa buna bir örnek. Ünye zâten, neredeyse bölgede bir tane, bu anlamda. Fatsa’da Çınar ve Kertenkele Edebiyat Dergileri, Ünye’de Sükût, Canik ve Uzak dergileri ilk aklımıza gelenler.
Ordu’dan bir dergi adı geliyor mu aklınıza? Belki bir-kaç isim söylersiniz gelip-geçen ve bir zaman sonra kaçanlardan. Ama, onlar bizim konumuzun dışında. Onlara, para koku ve kaygısından dolayı dergiden çok sergi ya da vergi demek daha doğru olur. Dergi deyince akla bir MEKTEP geliyor. Yayın ilke, seviye, haysiyet ve ciddiyeti olan bir yayın geliyor. Eğitici, öğretici, yetiştirici. Kültür, sanat, edebiyât ekseninde derleyici, toparlayıcı. Yazarları, okuyucuları ve oluşturduğu ilgi hâlesiyle bulunduğu yerde bir ihtiyâca cevap veren bir dergi.
Bir Ordu Ensar vardı bir zamanlar. O da belirli bir dönem, 5 sayı kadar çıktı ve dönemin elverişsizliği, ilgisizlik ve alâkasızlık sebebiyle aradan çekildi. bizim hayâl ettiğimizden daha çok amatör bir bülten hüviyetinde de olsa, yine de, keşke devam edebilseydi; bu gün olaylar, yazılar, şiirler ve fotoğraflarıyla zengin bir arşiv oluşmuş olurdu.
Evet, ne diyorduk; şehrimizdeki yayınlardan dem vuruyorduk. Gazetelerimizin kuru bir kalabalıktan ibâret olduğunu anlayınız ki, o kadar gazeteden bir dergi bile çıkmıyor bugün. Bu kadar gazete ve onların yazarları bir dergi ortaya koyamıyorsa, bu ne anlama gelir ve neyi gösterir?
Neyi gösterecek, gazeteleri besleyen kültürel alt yapının zayıflığını ya da devletin dergilere ihâle vs. îlânları vermediğini! Hele böyle bir şey denensin; ortalık hemen dergiyle dolar ki, aman böyle bir şey olmasın! Biz para için dergi istemiyoruz. Kültür için, sanat için, edebiyât için istiyoruz. Bunlarla, madde zâten yan yana durmaz. Durur gibi olsa da şiiriyeti olmaz.
DERGİ BURCU, BOYUN BORCU...
Evet, bu anlamda, toprağımıza ve onun kültürüne hitap eden bir dergi hepimizin boynunun borcu. Şehir ve evlâtlarının sâhip olduğu birikimlerinin zekâtı. Şimdi, böyle bir şeyin gerçekleştirilmesi istense; aslında çok basit. Bir firma, zâten vermekte olduğu reklâm giderine sayarak bir derginin yayınlanmasını pekâlâ sağlayabilir. 100 kişi çalıştırıyordu, 101 kâbul etsin. Sonuçta o firmaya kazanç olarak bir şekilde döner bu. Kendi personeli ve çevresi için de bir eğitim, kültür hizmeti olur aynı zamanda. En güzeli, edebiyâtçıların kendi imkânlarıyla yayınlamaları, ama olmuyor işte. Biz, hiç olmazsa böyle olabilir, reklâmlarla destek olunabilir diyoruz.
Ama, iş çevrelerinin hesap mantığı çok daha somut verilere dayandığı için, biz edebiyâtçıların da hesaba-kitaba, matematiğe pek kafası çalışmadığından, karşı tarafı tatmin edici bir şey söyleyemiyoruz. Belki, çok istesek söyleriz de; netîcede edebiyâtçıyız! Edebiyât duygu işi. Duygusalız, daha da açığı alınganız yâni! Karşıdan, sizce çok önemli bir konuya ciddî bir îtiraz gelince bacaklarınızın bağı çözülüyor ve tabiî içinizden birşeyler kopuveriyor; her şey dökülüyor. Orada kalakalıyorsunuz. Karşı cevâba mecâl kalmıyor.
DERNEK ile DERGİ ARASINDA
Geçen günlerde, öğrencim de olan varlıklı bir gence sohbet arasında bu konuyu açtım. Cevâbı gönlümü de okşadı. Şu anlamda, yâni meselenin farkında ama, insanlar, kendisi kendince oluşturduğu bir mantık ya da iş disiplini gereği, olaya bilerek olumlu bakmıyor. Bizim anlatamamamız diye bir şey yok yâni. Cevap şu:
- Hocam bak, siz yıllarca bu işler için uğraşıyorsunuz. Kimseyi iknâ edebildiniz mi? Hayır! O zaman, ya vaz geçeceksiniz, ya da tek başınıza yapacaksınız!
Ya biz güven veremedik, ya da onlar bu işin bir ihtiyâç olduğunu düşünmüyorlar. Kültürü, edebiyâtı bir hizmet kolu olarak görmüyorlar. Çünkü, biliyoruz ki onlar büyük işlere imza atıyorlar, yardımlar gerçekleştiriyorlar. Yardım fonlarını kurumsallaştırmak adına dernek kurmuşlar. Hattâ, yardım talep edenlerin durumunu araştırmak ve yardımları hakîkâten muhtaç olanlara, sistematik bir şekilde tevzî ettirmek için maaşlı eleman tutmuşlar. Dergi benzeri kültürel çabaları, en azından şimdilik lüzumsuz görmeseler mutlak ilgilenirlerdi. Belki de, bu hizmeti de başkaları desteklesin istiyorlar, bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey var, bu hizmet kolunda ve de yolunda bir yere gelemiyoruz!
DERGİ ŞART MI?
Zaman zaman fikirler olgunlaşıyor; lâkin dergi bir türlü olmuyor. Ham meyve olarak kalıyor dalda. Olgunlaşamadan çürüyor. Nasıl iş bu böyle? Bu kadar iş adamlarımız var, zenginlerimiz, vekillerimiz, bakanlarımız, entellektüellerimiz, partilerimiz, avukatlarımız, mühendislerimiz, öğretmenlerimiz, yazarlarımız, gazetecilerimiz; neler, neler!... Lâkin, hâlâ, tüm bu birikimlerin muhassalası niteliğinde bir meyve yok ortada? Bu da Ordu’ya has bir durum. Ordu farkı, sizin anlayacağınız! İmkânı olan bir-kaç kişi, bu anlamda bir niyet ve irâde koysa ortaya, bu iş olur mu, olmaz mı? Söyleyenler söylesin!
Belki denilecek ki; peki şart mı dergi çıkarmak? Değer mi bu kadar söze?
Öyle ya! Ne yalan söyleyeyim, gâlibâ onlar da haklı gibiler ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
22.11.2010 |
|
|
| BAYRAMDAN SEYRANA...
Yüce Rabbimizin lütuflarına sonsuz şükürler olsun. Madden-mânen, sosyâl, kültürel olarak her anlamda dolu dolu bir bayram daha yaşadık elhâmdülillâh. Havalar da güzeldi. Yollar, izler, köyler-köşkler. Ziyâretler, kapılar-bacalar. Yapraklar, çiçekler, meyveler, sebzeler. Her yön hareket, her yanda bereket. Manzaralar rengârenk, heryerde düzen, her yerde âhenk. Daha Arefe gününden tatlı bir heyecan başladı. Önce toprağın altındakiler ziyâret edildi. İlk bayramlaşma onlarla yapıldı. Toprağın üstündeki günleri hatırlandı. Bizlerin de onların yanına gideceği düşünüldü. Ders alındı ya da alınmadı, ama görevler büyük ölçüde yapıldı. Kur'an okuyan bizzat okudu. Kimisi başkalarına okuttu. Kimi mezarları temizlemekle, üzerindeki otları yolmakla, mermerleri yıkamakla yetindi. Ama, sonuçta herkes bir şeyler yaptı. Ölmüşlerini unutmadı. Rabbimiz cümlemizin geçmişlerine rahmet eylesin. Bizlere de, onların hâllerinden ibret almayı, oraya geçerken îmânla gitmeyi, cennetle, cemâlle müşerref olmayı nasîp eylesin.
Bayram sabahı, her zaman yapmaya çalıştığımız gibi köyümüze gittik. Çocuklar da yanımızdaydı. Küçükler ilk defâ bayram namazına gitmenin heyecan ve farklılığını yaşadılar. Kendilerini de adam sırasına kattılar. Toplu bayramlaşmanın ardından kahvaltı. Sonra öğleden sonra Ordu'da, Belediye Ayışığı Salonu'nda yapılan protokol bayramlaşması. Ordumuz da artık küçük değil. Her gün basında göregeldiğimiz insanlarla yüzyüze gelme şansımız günbegün daha bir azalıyor. O anlamda bu protokol geleneği çok iyi. Ankara'dan, İzmir'den, İstanbul'dan, hattâ Avrupa'dan bu yanasını bir araya getiriyor.
Mezar üstlerinde, câmilerde, cumâlarda olan da bu. Şu veyâ bu şekilde, eften ya da püften sebeplerle tartışanlar, atışanlar-tutuşanlar, bayramın sıcak iklîminde soludukları aynı havanın etkisiyle, tüm olan-bitenleri unutur hâle geliyorlar. Sanki hiçbir şey olmamış gibi! Bayramın özelliği ve de güzelliği de burada zâten. Demek ki, bayram sevinç, bayram mutluluk, bayram kaynaşma, bayram kucaklaşmadır. Birlik-berâberlik, dirlik-düzenliktir. Demek ki, topyekun bayram yaşamak istiyorsak, hattâ sonsuzda bunu sürdürmek istiyorsak kardeşler olarak kucaklaşmak zorundayız!
FÂDIL ŞARLAN ZİYÂRETİ
Bayramın ilk günü, gazeteci Yâsin ÇANAKÇI arkadaşımız ve babamla berâber Fâdıl ŞARLAN Bey amcamızı ziyâret etmek nasîp oldu. Bayramlaştık, elini öptük, duâsını aldık. Sohbetine doyum olmamakla berâber, daha fazla yormamak adına, ilerde daha detaylı görüşmek sözü alarak ayrıldık. Bize, kısaca çalışma odasını açtı. Genel anlamda bir bilgi verdi. Orada, azımsanması mümkün olmayan bir kültürel mîras var. Gerçi, daha çok meraklısını ilgilendiriyor. Daha çok mûsikî üzerine eski kayıtlar çok. Raflar, muhâfaza altına alınmış teyip ve video kasetleriyle dolu. Plâklar karton kaplar içinde. Ben dergi zannettim ilk etapta. Çünkü, dik duran ve birbirine bitişik hâlleriyle öyle bir izlenim uyandırmışlardı.
Bilmem, şimdi onları seslendirecek âletler var mı. Çünkü artık her şey dijitâl. Video cihazı, plâk, gramafon hak getire!? Olsa bile, çalışırlar mı? Biraz müşkil şu saat îtibârıyle. Bir de, o eserleri anlayıp çözümleyebilecek, irdeleyecek birikimli kişiler var mı? Birikim yetmez, merak ta gerekli. Hayırlısı, yâ nasîp… İnşâllâh, bir vesîle ve imkân olur da, hiç olmazsa bir envanter çalışması çıkar ortaya.
Bayramın 3. günü köylere doğru açıldık. Komşu, dost, akrabâ ziyâret ettik. 15 kadar yere uğramışız. Bayramlaşma görevini yapmanın ötesinde, bayağı bilgi ve izlenimle döndük. Bizim topraklarımız her anlamda bereketli. Konuştuk, dertleştik, duâlaştık, helâlleştik. Fotoğraflar çektik. Teyp kaydı yaptık. İnşâllâh, ilerde yeri ve zamânı geldikçe paylaşacağız. Eskilerden anlatılanlar yanında, yenilerden espriler, hikmetli rüyâlar; neler, neler…
“ARTIK ŞEHRE İN!”
Ama, gel gör ki, dün son gün telefonla aradığım, Ankara'da yaşayan Ahmet KILIÇ Ağabey, "seni tâkip ediyorum, meselelerden kaçıyorsun, hep köylerde dolaşıyorsun, artık şehre in!" diyor. Siyâsetin yozlaştığına vurgu yaparak, artık ayrık otlarına yer verilmemesi gerektiğini söylemeye çalışıyor. Benim de, yazı konularında daha seçici olmamı ve önemli meselelere net olarak parmak basmamı tavsiye ediyor.
Protokolde karşılaştığımız Şenol PAZAR Bey de, ilgiyle okunmasına karşılık yazılarımızın biraz uzun olduğunu söylüyor.
Her iki tespite de katılıyorum. Farkındayım. Özellikle yazıların uzunluğu konusunu, başta annem olmak üzere, söylemeyen yok gibi. Uyarılara teşekkürler. Elbette ki, dikkâte alacağım ve de uymaya çalışacağım. Eleştiriye her zaman açığız ve de düşünce ve yorumlara müteşekkiriz. Hattâ, bunların olmaması bizim için daha rahatsız edici, eğer rahatsızlık verilebileceği düşünülüyorsa.
Artık bayram geçti. Bundan sonrası seyran! Hem de ne seyran! Herkes işine-gücüne dönecek. Biz de ister-istemez şehre ineceğiz! Bundan sonra, mevsim gereği, konular kendiliğinden gelecek. Siyâset kızışacak. Yeni partiler var. Yeni seçim, yeni dönem, yeni adaylar ve yep yeni gelişmeler, sürprizler… Sözün özü, artık "Eski hâl muhâl!" Kültürel çalışmalar bağlamında da yeni gelişmeler söz konusu. Kış ta gelip oturunca, köy muhabbetleri kendiliğinden yaza kadar ertelenme durumuyla karşı-karşıya kalacak.
Böylesi, her şeyiyle güzel, daha nice bayramları hep birlikte idrâk etmek, millet, memleket ve İslâm Âlemi olarak her anlamda sevgi-saygı ve kardeşlik eksenli sonsuz mutluluklara ulaşmak dilek, arzu ve temennîsiyle ves'selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
19.11.2010 |
|
|
| PLÂTFORMUN DİLİ, PANELİN YANKISI…
Cumâ günü akşamı TESK OTEL’de, hepimizin yakından tanıdığı, her biri birer gönül, fikir, misyon ve aksiyon adamı olan yazarlarımız Hüseyin GÜLERCE ve Ahmet TAŞGETİREN’in katıldığı REFERANDUM SONRASI TÜRKİYE başlıklı panel Orduluların yoğun ilgisine mazhar oldu. Bulancak, Ünye, Gölköy hinterlândından da azımsanmayacak bir katılım söz konusuydu.
Bu ilgi, muhâfazakâr çevrelerde, AkParti iktidarıyle gelen rehâvetin artık çok gerilerde kalma zamânının çoktan gelmiş olması gerektiği husûsunun altının kalın bir tonla çizilmek istendiğinin ifâdesiydi. Paneli organize eden ORDU SİVİL DÜŞÜNCE PLÂTFORMU’nun amacı da bu tespit üzerinden okunabilirdi rahatlıkla. Artık bir şeyler yapma zamânı. Bir nevî “zafer sarhoşluğu” olarak niteleyebileceğimiz, bu normâlin ötesine geçen mahmurluğa bir son verilmeli. Yüzler yeniden duru, berrak yayla sularıyla yıkanmalı, gözler açılmalı, ruhlar uyanmalı. Anadolu, belde belde, il il, bölge bölge canlanmalı, yeniden ayağa kalkmalı.
Herkes koşup gelmişti; sanki kâlbinin derinliklerinde bu duygular dolaşıyormuşçasına. Sanki uzun bir sessizliğin ardından şöyle diri bir ses duymak, derin bir nefes almak, bir heyecan dalgası yakalamak ister gibi. Salon, dinleyici bir salondu. Ayakta ya da oturan herkes anlatılanlara odaklanmıştı; ve sonuna kadar da bu dikkât devam etti.
Her kesim ve kısımdan insanlar vardı. Çünkü, bu plâtform herkesin plâtformuydu. Şu an 25 civârında kişinin öncülük ettiği oluşumda toplumumuzun her meslek ve meşrebine hitâp eden insanlar var. Katılmak isteyenlere açık ve her geçen gün yeni renkleriyle gelişerek daha da zenginleşecek gibi gözüküyor.
Panel sonrası yapılan değerlendirme toplantısı, her şeyin düşünülüp dikkâte alındığını, panel ve konferansların yapılacakların sâdece bir bölümünü teşkil ettiğini, bunun oylumlu, derinlikli, sistemli ve de uzun soluklu bir yürüyüş olduğunu gösteriyor. Zâten, panelden önce sunucunun okuduğu ve plâtform adına Süleyman ATABEYOĞLU Bey’in dillendirdiği cümlelerden, bu hareketin dolu, nitelikli ve oturmuş bir manifestoya sâhip olduğu da anlaşılıyor.
Plâtformun dilini biraz felsefî bulanlar var. Ancak kâlp dili ve merâmı açık. Böyle, az da olsa gizem buluması aslında duygu ve düşüncelere derinlik kazandırıyor. Olaya renk, merak ve tahayyül katıyor. Herkes kendince bir şeyler anlamaya çalışarak kendisi de zihnî çabalarla eylemin bir parçası hâline geliyor. Yeter ki, merâmı anlasın, mesajı alsın ve meseleye inansın. Bu da ilk programda gerçekleşmiştir. Gerisi, plâtformun performansına kalıyor.
Kimlerin emeği var, neler konuşuldu? Emek herkesin. Sonuç hepimizin. Konuşulanlar sır değil. Bu sütunlara da sığar değil. Bir kısmı haberlerde yer alacaktır. Referandum sonrası Türkiye’yi ulusal medyadan zâten izliyoruz ve üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Etkilerini gözlemleyip içten hissedebiliyoruz. Muhterem konuşmacılar da tüm samîmiyet, hâlis niyet ve heyecanla meseleyi canlı canlı anlattılar.
İşte, Referandum sonrası Ordu! Bundan sonraki yazılarımızda yer yer referans olarak alabileceğimiz bu panel referandumun bir hediyesi olmuştur diyebiliriz rahatlıkla. Daha doğrusu, plâtform. Millet, “yürüyelim arkadaşlar!” demiştir, “söz artık bizde!” demiştir. Ordu da buna karşılık vermiştir. Hayırlı olsun!
ÖZTÜRKLER DE ORADAYDI
Bizlere YER SOFRASI’yla nostâljik lezzetler, millet olarak geçmişte ve günümüzde yaşanmış, yaşanan masalsı incelikler ve doğal ya da kültürel zenginliklerden pasajlar ikrâm eden yazarımız Ayten ÖZTÜRK’den söz ediyoruz. O da gelmişti panele. Yanlarında da güzel mi güzel bir çiftle berâber hem de! Bu çiftler, evlilikleri neredeyse 60’a merdiven dayamış ak saçlı, pâk gönüllü çiftler. İçlerindeki güzellik yaşlarındaki oran nispetinde yüzlerine yansımıştı. Rabbim böylesi örneklerin sayılarını ve nûrâniyetlerini çoğaltsın inşâllâh…
İşte eli öpülesiler; onlar ve benzerleri! Kar-kış demeden, soğuk-buz, kaş-bayır demeden böylesi hizmet kokan yerlere gele gele hepimizi ve ülkeyi bir yerlere getirdiler. İğneyle kuyu kazdılar da, bizler suya ulaştık. Rabbim cümlesinden râzı olsun.
Hepsini temsîlen Haccı anne ve babamızın ellerini öpüyorum. Daha bu dünyâda, çelik-çocuk, torun-torba, dost-akrabâ ve tüm sevdikleriyle berâber daha nice mutlu günler görmelerini, bayramlar yaşamalarını niyâz ediyorum. Sabahattin Âbi’ye de ayrıca selâmlarımı sunuyorum.
YUNUS HOCA’YA RAHMET!
Cumartesi günü sabah, vefatını duyar duymaz ODÜ’ye koşma ihtiyâcı duydum. Prof. Dr. Yunus ŞILBIR Bey kendisiyle ünsiyet edilen, insana değer veren, dost yüzlü, sevecen bir insandı. Görev yaptığımız yıllarda, yakın görüşmesek te, Üniversite imtihanları dolayısıyle okulumuza geldiklerinde merhabalaşırdık. İnsan onda kendine yakınlık hissederdi.
Proğramı sunan arkadaşın dediği ve ondan sonra konuşanların da tekrarladığı gibi, biz de aynı temennîlere katılıyor ve gönülden niyâz eyliyoruz:
Allâh ganî ganî rahmet eylesin!
Rûhu şâd, mekânı cennet olsun!
BAYRAM KARTI!
Sevgili okurlar. Son söz olarak cümlenizin bayramını kutluyor,
kurbanı lâyıkıyla anladığımız, maddesi-mânâsıyle, büyüğümüz-küçüğümüz,
çeliğimiz-çocuğumuzla doya doya yaşadığımız bir bayram olması,
milletimiz, memleketimiz, İslâm âlemi ve insanlık için hayırlara vesîle olması;
ve de bayramdan sonra sıhhat, âfiyet ve selâmetler üzre yine buluşmak dileğiyle,
en kalbî selâm sevgi ve saygılar sunuyorum ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
14.11.2010 |
|