Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4608368
 Sitede Aktif: 1
 Ip: 172.69.59.128
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

Son Eklenen Bloglar

Mar`12
26
SONBAHAR KÖYÜNDE BİR HAFTA SONU
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

SONBAHAR KÖYÜNDE BİR HAFTA SONU

Cumartesi gün,  Casar Flaischlen’in şiir diliyle GÜNEŞİN OLSUN GÖNLÜNDE dedik sizlere. Sardı bizi. Güneş güzel şey sonuçta. Kelimesi bile ısıtıyor, aydınlatıyor insanı. Bu hafta sonu bunu yaşama fırsatı bulduk. Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

Daha Perşembe günden, havaların güzel olacağı belli gibiydi.  Güneşi görünce düştük yollara. Bizim gibi daha niceleri vardı köy yollarına dökülen. Allâh’a şükür; hepimizin köyleri güzel. Evimiz-ocağımız, tarlamız-takanımız, bağımız-bahçemiz bolluk-bereket. Onların bizlerden istediği, yalnızca ve yalnızca biraz hareket.

Cumartesi annem ve çocuklarla köyün yolunu tuttuk sizin anlayacağınız. Her taraf iyiden iyiye tenhâlaşmaya yüz tutmuş gibi. Tek-tük bahçelerde, ev yanlarında bir şeylerle meşgul olup çalışanlar var. Karşı komşumuz Lütfi Ağabey gibi ev çevresinde, yol,  duvar, beton gibi güzelleştirme çalışmaları yapanlar var. Bakıyorsunuz kimileri bahçeleme yapıyor; kimisi dalları cıbırtıp odun hâline getiriyor. Çocuklar çaplıyor. Kimi sırtında, kimi omzunda yol kenarına taşıyor. Nitekim, akşam dönerken bunların bir kamyona yüklendiğine şâhit olacağız.

Neyse, giderken Dedeli’yi geçip de Çavuşoğlu sapağına geldiğimizde yep yeni manzaralarla karşılaşıyoruz. Bir olağanüstülük var. Artık eski izleri çiğnemiyoruz. Yapıldı-yapılacak, yok ertelenecek derken, oradan Çatalkaya’ya geçip Dereyolu güzergâhından Akdeniz’e uzanacak yolun yapım çabaları tüm hızıyla başlamış. Daha önce tespit mâhiyetinde, ağaç, taş, çort, çalı-çırpı temizleme, kıyı-köşe belirleme türünden ön hazırlık mâhiyetinde  olan çalışmalar ciddiyete binmiş. Sağ, sol iş makineleriyle dolu.  Silindir de bir yandan eziyor. Mevcut yolun kâh sağına kâh soluna geçerek kıvrıla-döne gidiyoruz.

Ezberler bozulmuş; harmanlar yol olmuş, yollar harman. Yol bittiğinde ne önceki kıvrımlar, ne de şimdiki zikzaklardan eser kalacak. Rabbim görmeyi nasîp etsin. Melet’e kadar kısa zamanda geçeceğini umduğumuz yolun güzergâhı, alacağı şekil ve çevrenin arz edeceği yeni manzarayı oldukça merak ediyoruz doğrusu.

Köye varınca ilk işimiz şöyle çevreyi bir kolaçan etmek oldu. Yusuf Kerem, daha evin kapısını açmadan dükkân katın açılmasını istiyor. Çünkü onun orada iş makineleri(!) var. Yazdan yarım kalan işleri olmalı! Onun projeleri Tayyip’ten daha fazla! Evin yanındaki boğazda, köyün yol ve beton çalışmalarından artan kum-çakıl yığını var. Bizim delikanlı yazın onun içerisine tünel bile yaptı komşu çocuklarla berâber. İşi-gücü orada oynamak. Köye gelmeye can atmasının sebebi de bu diyebiliriz rahatlıkla.

Bir-kaç incir vardı ağaçta; mevsim gereği, soğuklar dolayısıyle büzülmüşler. Âdetâ kuru incir hâline gelmişler. Domartlak, yâni yeni doğan gibi yeşil olarak kalmış, olgunlaşamadan soğuklarla tanışmış olanlar da var. Yine de istense reçel yapılabilir. Fakat sayı olarak yetersiz. Çünkü, artık kuru-yaş, ne varsa dökülmüş. Diğer ağaçlarda zâten hiç kalmamış. Artık bu dönemin incir sayfaları tamâmen kapanmış vaziyette. Rabbim tekrarını görmeyi nasîp etsin diyoruz.

Önce, bal armut vardı; ona uğradık. Biz bildik bileli bir ulu ağaç. Gövdesinde yosunlar yemyeşil bir halı mîsâli. Ayrıca, dalları arasında bol tufeylî yeşillikler var. Fakat dalda çok az meyve kalmış. Bir-iki denedik, baktık çıkmak da zor. Zâten çıktığımıza değmez deyip, yerden doğru elimizdeki çarpıyla uzanabildiğimiz kadarıyle bir-kaç tâne düşürerek evin öbür yüzündeki elma ağaçlarına gittik.

Tam zamânı, olmuş olmalı ki, ufak bir silkelemeyle patır patır döküldüler. Topladık, ama bir yandan da komşulara âit bir inek ve iki danasıyla mücâdele ettik. Biz elma toplarken elmalara saldırıyorlar. Kovuyoruz, bir-kaç dakîka geçmeden yine geliyorlar. Yedikleri bir şey değil; mâlum elma boğazlarını tıkarsa ölebiliyorlar. Onu önlemek adına bayağı uğraştık.

Akşama yakın evin yanına geldik. Ordu’ya döneceğiz. Geçen yazımızda mısır tarlalarından söz etmiştik. Gözlem yapmak adına, görmek istedik. Harmandan baktım; hiç tarla göremedim. Bizim, o çocukluğumuzdan beri meşhur Kanaların Avlusu dediğimiz tarladan da eser yoktu. Tamâmen fındık dikilmiş. Evin çevresinde bir dönüm kadar bir yerde var gibiydi sanki ama, onu da akşama yakın saatler olduğu için net seçemedik. Sanki yeni biçilmişdi de, mısırlar yerde yatıyor gibi bir hâl vardı. Çıtıman falan göremedik.

Oradan yola indim. Şayıp, Cevizlik, Fındıklı, Aydınlar; o taraflara doğru baktım. Bir tâne bile tarla çarpmadı gözüme. Akşama yakın saatler. Hava berrak. Ancak, soba dumanları olsa gerek ağaç boyu olmak üzere köylerin üstüne doğru hafiften abanmış. Net seçilemiyor ama, yine de fındık bahçelerinin artık mısır tarlalarına hak tanımadığı âşikâre belli oluyor.

Şehre dönüyoruz. Bir tarla görmek adına biraz daha etrafa dikkât ediyorum gelirken. Bir-iki evin önünde, eskiden pancarlık dediğimiz, etrafı fıraklılarla çevrili küçük sebze bahçeleri türünden, ufak bir çevrik büyüklüğünde küçücük tarlalarla karşılaştık. Kimi henüz hiç biçilmemiş, biçilen yerlerde de çıtıman falan yapılmadan götürülmüş. Sizin anlayacağınız, eski çamlar bardak olmuş.

Pazar gün de hanım köyde, Yaraşlı’daydık çocuklarla. Meyveler, sebzeler, nar, biber, katıkara üzüm, hamsi, yoğurt, süt, salıncak. Sohbet, muhabbet, çay. Derken, hamsi, balık arabaları tâ köylere kadar geliyor. Sudan ucuz. Bu sıra 1 liraya kadar düştü kilosu. Et pahalanınca hamsi giriyor devreye. Rabbimizin nîmetleri, lütufları bol. Köylerde bile telefon etsen, her şey ayağına geliyor. Fiyat çarşıdakiyle aynı. Daha ne olsun. Bundan gerisi can sağlığı. Bütün çevre köylerimiz üç aşağı-beş yukarı böyle. Değil mi dostlar?

Akşam Nizâmeddin Mahallesi’ne aşağı inerken Yûsuf, hiç konu yokken, her iki köyde yaptıklarını bir bir sayıp, ikisine de vurgu yaparak; “Gelecek hafta sonu yine gidelim!” diyor. Çocuk bence haklı sevgili dostlar. Bizler ve çocuklarımız köylerimize gitmeliyiz. Köyü, toprağı olanlar bunun değerinin farkında olmalı, onu çalışarak, piknik yaparak, ilgilenerek vs. her yönüyle bereketlendirmenin her anlamda iyi olacağını unutmamalı.

Rabbimiz cümleye en başta din-îman selâmeti ve sıhhat-âfiyetler lûtfetsin…

Âşık Veysel’in deyişiyle, sâdık yârimizle her anlamda dost eylesin ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

07.11.2010


Mar`12
26
GÜNEŞİN OLSUN GÖNLÜNDE
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

GÜNEŞİN OLSUN GÖNLÜNDE

Bu hafta sonu havalar güneşli olacağa ve de güzel bir sonbahar manzarası arz edeceğe benziyor. Allâh’a şükür yollarımız da gitgide daha da bir güzelleşiyor.Yolculuğun seyrine doyulmuyor.  Bir çoklarımız büyük ihtimâlle  bu durumu fırsat bilip, çelik-çocuk köy, hattâ bir kısmımız yayla yollarını tutacaklar. Ocağı ziyâret edip, evi-barkı, kapıyı-bacayı gözden ve gerekli gördükleri noktada elden geçirecekler. Varsa, yazdan kalan işlerini tamamlamaya çalışacaklar yâni.

Fındığın üzerinden neredeyse 2 ay geçti. İncirler de vedâyı çekmişler artık. Cevizler de büyük ölçüde öyle. Elmalar, armutlar, hurmalar, töngeller ise çoğunluk îtibâriyle hâlâ dallarda. Mısır ekenlerin işleri de bitmiş değil. Köyü olanın, illâki işleri olur. Yeter ki bir şeyler yapmaya çalışılsın. Toprak bereket, doğru; ama, ona ulaşmak, en güzeliyle değerlendirmek için, hareket gerekir.

Meyveler şu anda kendilerini tâ uzaklardan belli ediyorlar. Yapraklar arasından nazar ederek; sanki “biz buradayız” diyorlar. Ama, soğuktan mı sıcaktan mı bilinmez; nar gibi kızaran yüzleriyle, damlarda, odalarda yer alacakları, soğuk rüzgârlardan kurtulacakları günleri sabırsızlıkla bekliyor gibiler. Bugün nispeten sıcak olduğuna bakmayın. Biraz sonra soğuk düşer, ayaz uç verir. Yapraklar zâten yolu tutmuşlar. Bir bir uçuyorlar; geride kalanları hiç düşünmeden. Onları, her gün biraz daha yalnızlığın, -gitgide daha da çıplaklaşan- kollarına terk ederek.

Aslında, bizler de, -farkında olalım ya da olmayalım- gitgide dökülmüyor muyuz? Yaza da gitsek, kışa da, hattâ bahara da, sonuçta varacağımız yer belli. Her doğan, daha ilk sâniyede ölüme doğru gün saymaya başlıyor. Belki de ölenler gerçek anlamda, artık kronometrenin bir anlam ifâde etmediği gerçek bir hayâta doğuyorlar. Asıl doğum ölümle başlıyor belki de. Beklisi fazla. İşin gerçeği bu.

Tam burada, sizleri, geçen hafta kısaca söz ettiğim TRT ÇOCUK DERGİSİ’nin ilk sayısında yer verilen güzel bir şiirle baş başa bırakıyoruz. Mevsimler gelir geçer, havalar açar-yağar, ömürler daralır-genişler. Önemli oan içimizdeki ışıktır. Ve o ışığın nasıl bir ışık olduğudur. Eğer o bir gerçek ışıksa, sönmeyecek bir güneşse; aslâ üşümez ve de karanlıkta kalmazsınız. Rabbimiz cümleye nasîp etsin.

TRT ÇOCUK’un 1. sayısında yer alan şiirin şâiri 1864 Almanya Stuttgart doğumlu Casar Flaischlen. Kendisini meşhur eden bu şiiri 1898’de yazmış.  Şâirin, nazi faşizminden kaçarken bir evin çatısında yazdığı da söylenen bu şiiri, ülkemizin müzik topluluklarından grup kızılırmak bestelemiştir:

Güneşin Olsun Gönlünde

güneşin olsun gönlünde
kar bile yağsa, ya da fırtına olsa
gök bulutlarla ve dünya kavgayla dolsa
güneşin olsun gönlünde
o zaman gelsin ne gelirse
doldurur ışıklarla en karanlık gününü

bir şarkın olsun dudaklarında
sevinçli ezgilerle
seni günlük tasalar bunalıma boğsa bile
bir şarkın olsun dudaklarında
o zaman gelsin ne gelirse
yardım eder savuşturmaya en yalnız gününü

başkaları için de bir diyeceğin olsun
tasada ve bunalımda
ve kendi ruhunu şenlendirecek her şeyi
söyle onlara da, bir şarkın olsun dudaklarında

yitirme sakın yürekliliğini
güneşin olsun gönlünde
ve her şey iyi olacak...

 

Sevgili okurlar. Şiir, gördüğünüz gibi güzel. Sizlerin de beğenmiş olduğunuzu umarım.

Sizlere, âile, akrabâ, dost ve arkadaşlarınızla berâber güzel bir hafta sonu geçirmeniz,

hem içinizi, hem dışınızı her hâlükârda, her mevsimde, ısıtıp aydınlatan güneşinizin

hiç eksik olmaması dileğiyle hepinize, selâm sevgi ve saygılar sunarım.ves’selâm….

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

05.11.2010


Mar`12
26
YASAK GÜNLERDEN BİR HACC HİKÂYESİ
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

“Kâbe Arab’ın Olsun; Bize Çankaya Yeter!”li

 YASAK GÜNLERDEN BİR HACC HİKÂYESİ

Mâlum, Hacc mevsimindeyiz. Milyonlarca Müslüman şu anda kutsal topraklarda.

Yolcuların son kâfileleri de önümüzdeki hafta içerisinde mübârek sefere çıkmış olacaklar. Rabbimiz yollarını açık, haclarını da ziyâdesiyle kabul etsin. Bizler de duygu, düşünce ve duâlarla onlara katılmaya, yüreklerimizi bütünleştirmeye çalışalım inşâllâh.

Güzel bir âdet olarak yöremizde hem gitmeden, hem de gidip döndükten sonra ziyâretler yapılıyor. Bugünün, neredeyse konforlu bir seyahat noktasına gelen yolculuklarıyla eskilerini kıyaslamak adına bu gün sizlerle, zor zaman dilimlerinden ibretli bir Hacc Seferi örneğini paylaşacağız.

Konuyu, Değerli Araştırmacı-Yazar Vehbi VAKKASOĞLU’nun ÂİLEDE SEVGİ SOHBETLERİ isimli kitabından iktibas ediyoruz. Her âileyi aydınlatmasını temennî ettiğim bu güzel kitabı Orta Câmi yanındaki DİYÂNET KİTABEVİ’nden almıştım. Daha sonra bir-kaç kişinin daha edinmesine vesîle olduğum bu feyizli kitabı sizlere de hararetle tavsiye ederek, hepimize güzel bir kıyas imkânı verecek, yaşanmış ibretlik olayın nakline geçiyoruz:

ÇANKAYA-KÂBE ARASI

Bizim ülkemizde yıllar yılı Hac yasaklanmıştı. Hacc’a gidiş resmen engellenmişti ama, gönüllerdeki Kâbe aşkı söndürülememişti. O günlerde; “Kâbe Arab’ın olsun; Çankaya bize yeter!” diye çılgınlaşan şâirler vardı.

Hâlbuki Kâbe, bu milletin kıblesiydi, mukaddeslerinin sembolüydü. Gözlerden silinse de gönüllerden asla silinemezdi. Böyle olduğu içindir ki, resmen yasaklanmış olan Hac ve Umre, fiilen önlenememişti. Bastırılması münkün olmayan Kâbe aşkıyla harekete geçenler, mayınlı sahalarda canlarını tehlikeye atarak Beytullâh’a yürümüşlerdi. Yayan yapıldak, binbir tehlikeyi göze alarak, bazen sınırlarda kaçakçılık yapanlardan yararlanarak, bazen vicdanının sesini dinleyen jandarmaların insafına sığınarak gitmişler, bazen de mayın kurbanı olarak Kâbe yolunda ölmüşlerdi. Adeta, “Varamasam da yolunda ölürüm ya!” diyen karınca gibi düşünüyorlardı.

 RÜYÂDAKİ GERÇEK DÂVET

İşte o cefakar insanlardan biri de Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt merhumdu. Alimdi, hatipti, hocaydı ve İstiklâl Harbi gâzisiydi. Mekke  ve Medîne düşman eline geçmesin diye, hayatını ortaya koyarak, MM teşkilatını kurmuş ve İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçırılmasının önemli bir ayağı olmuştu.

Haccın yasaklandığı günlerin birinde bir rüyâ gördü. Hem de ne rüyâ… Osmanlı dedelerimizin rüya demediği rüyalardan biriydi bu… Zira içinde Efendimiz(sav) vardı. Şöyle anlatır:

“Koskocaman bir meydanda on binlerce insan toplanmıştı. İğne atılsa yere düşmeyecek denilen cinsten bir kalabalıktı bu… Yaklaştım ve bu müthiş kalabalığın sebebini sordum; “-Efendimiz(sav) teşrif buyuracak” dediler.

Ben de oradaki herkes gibi, büyük bir heyecanla gözümü gökyüzüne dikip Güzeller Güzeli’ni beklemeye başladım. Biraz sonra, gökyüzünden büyük bir el, nurlar saçarak yeryüzüne doğru uzandı ve gel gel der gibi açılıp kapanmaya başladı. Yanımdaki insanlara, bunun ne demek olduğunu sordum. “Efendimiz(sav) seni çağırıyor” dediler.

Heyecanım son haddine gelmişti. “Geleceğim Yâ Resûlâllâh, geleceğim inşâllâh!” diye seslendim. Sevinç gözyaşlarım sel olmuştu ki, uyanıverdim…

NE YASAKLIK, NE DE YAMAKLIK!

O zor günlerde Efendimiz’e (sav) nasıl gidilirdi? Maddî yollar bütünüyle kapalıydı. İşin içinden çıkamadım. Suriye sınırından kaçakçılarla anlaşıp geçip gitmek te içime sinmedi. Doğruca Ankara’nın yolunu tuttum. Emniyet Genel Müdürü Rıfat Bey, benim Millî Mücâdele günlerinden mesai arkadaşımdı. Ona başvurdum.

“-Hocam, durumu biliyorsun… Normal yollardan Hacca gitmenin imkânı yok” dedi. Mecbur kaldım ve Efendimiz’in davetini Rıfat Bey’e de anlattım. Eski arkadaşım rüyamdan çok etkilenmişti.

NE PAHASINA OLURSA OLSUN!

“-Hocam, merak etme, ne pahasına olursa olsun, seni Efendimiz’e göndereceğim. Ancak, bana biraz zaman ver” dedi. Ben de teşekkür edip beklemeye başladım. Nihayet üç gün sonra bulabildiği çözümü, özür beyan ederek bana bildirdi…

İstanbul’dan İskenderiye’ye giden bir yük gemisine binecektim. Ancak bir yolcu olarak görünmem sakıncalı idi. Bu sebeple de, gemide aşçı yamağı olarak görünecektim. Görevim bulaşık yıkamak olacaktı…

Rıfat Bey’in, utana sıkıla açıkladığı bu çözümü tereddütsüz kabul ettim. Güzeller Güzeli’nin davetine icabet edecektim ya, aşçı yamaklığının sözü mü olurdu. Daha zor ve ağır bir görev de olsa, o yola çıkmaya hazırdım. Çünkü içimin yangını günden güne dayanılmaz bir hâle geliyordu.

Sonunda kararlaştırılan gün geldi. Aşçı yamağı olarak İstanbul’dan bindiğim yük gemisinden, İskenderiye’de hacı adayı olarak indim. Oradan da, bedenen epey zahmetli ve fakat gönülce çok rahmetli bir seferden sonra, Mekke’ye, Kâbe’ye ulaştım. Hac’dan sonra da (Medine’ye geçerek -n.k.-) Efendiler Efendisi’ne kavuştum.”

Bugünün keyiften tâviz verilmeyen hacları mı güzel, böylesi mi? Elbette ki, en güzeli, sonuçta kabul olunan ve edâ edenini anadan doğruğu gibi tertemiz hâle getiren MEBRUR diye tavsîf buyurulan haccdır.

Cumâlarımız, bayramlarımız, seyirlerimiz-seyranlarımız mübârek; namazlarımız, oruçlarımız, zikirlerimiz, zekâtlarımız, farzlarımız, vâciplerimiz, sünnetlerimiz, nâfilelerimiz; ibâdet adına her ne yapıyorsak, her ne işliyorsak, cümlesi Hacı Cemâl ÖĞÜT'ün şu çileli, meşakkâtli Haccı gibi hareketli, bereketli, aşklı, şevkli ve de mânevî zevkli olsun, hepimizin gönülleri  şu sıralar Kâbe civârında hâleleşen sayısız yanık gönüllerin neşvesiyle dolsun ves'selâm...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

04.11.2010 


Mar`12
26
GÜLİSTANLI HALİL USTA
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

GÜLİSTAN’LI HALİL USTA

Bu gün sizlere kısaca anlatmaya çalışacağımız Halil ARSLAN Amca’nın sempatik, sevecen, duygulu bir kişiliği var. Bilmem, -bu zamana kadar hiç te böyle düşünmemiştim, şimdi yazarken aklıma geldi- DOST anlamına gelen isminin bunda etkisi var mı? öyle ya, bir insana 40 defa deli dersen deli olur derler. Halil diye diye ismi de ister istemez etkilemiş olabilir hâl ve gidişini. Nitekim, kendisi, mevcûdiyetinden memnun olunan, yüzünde rabbiyesir bulunan güleryüzlü bir insan.

Halil Amca, 1930 doğumlu. Gülyalı Alibeyköy Gülistan Mahallesi’nden. Yerleşim âidiyet isimleri olarak güzel çağrışımlı kelimelerin çerçevelediği kahramanımız mîzaç îtibârıyle de pamuk gibi bir insan ama, maîşet yolu olarak seçtiği tüm sanat renkleri demir üzerine. İlk işi sıcak demircilik. Piraziz’de başlayan bu çıraklık döneminden sonra, kendi köyünde demircilik yapmış. Bıçak, tüfek derken işi tabanca yapma derecesine kadar getirmiş. Mâlum tabanca hem sanat olarak, hem de resmiyet açısından zor ve hassas bir iş. Hem çelik önemli, hem de incelik. Yâni tabanca çok daha ince ve dengeli bir sanatkârlık istiyor.

1958’de Ordu’ya gelmiş. Oksijen kaynakçılığına başlamış. 1980’e kadar sanâyide kaportacılık, 90’a kadar da oto kilit ve anahtarcılığı yapmış. Bu defâ, Yenimahalle’de, kendi evinin altında açtığı dükkânda sürdürmüş sanatını 2007’ye kadar. Sonra da, kendi tâbiriyle tekâüde ayrılmış.

Ama, hâlâ çat-pat dost-ahbap işi olarak mesleğini icrâ ediyor. Bulunduğumuz çevrede anahtarcı deyince akla Halil Usta amcamız geliyor. Anahtarını kaybeden, içerde unutan, ev olsun, dükkân olsun, araba olsun ona başvuruyor. Güzel bir şey değil mi? Açılamayan kapıları açabilmek, insanların bir problemini çözmek güzel bir şey olsa gerektir. Sizin anlayacağınız, kendisi hayattan emekli olmuş değil. Elinde değnekle de olsa, koşuyor, koşuşturuyor.

Bunun yanında, öğretmenlikten emekli 2 kız, birisi 9 Eylül üniversitesinde Maden Mühendisliği bölümünde Anabilim dalı başkanı profesör, diğeri de HST İlköğretim Okulu’nda öğretmen olarak görevini sürdüren oğulları olmak üzere toplam 4 çocuk babası.

Geçen yıl, İzmir’de oğlunun yanında bir-kaç ameliyâtı birden olup geldi. Uzun süre yataklarda yattı. Bir ara ziyâretine gittiğimizde bir deri bir kemik vaziyette olup, konuşmakta bile zorlanıyordu. Ama yüzünden yine de insanlık ve ünsiyet akıyordu. Şimdi ayakta çok şükür. Değnekle de olsa, rahatça dolaşabiliyor. Hâlinden memnun. Yüzünde her zaman güller açıyor.

Siyâseten Demokrat Parti çizgisinde. Öteden beri CHP muhâlifi olmak bir şeylere duyarlı olmanın ifâdesi. Kendini bildi-bileli çevresinde ve ülkesinde, hattâ dünyâda olup-bitenlere kayıtsız kalmama hâli anlamına geliyor bu aynı zamanda. Onun için, bizim mağazaya uğradığında önce, bol tebessümlü güzel bir selâm verdikten sonra gazeteleri idik-didik ediyor. Sohbet faslında söze akşam dinlediği bir haber ya da açık oturumdan hareketle, millî-mânevî konulardaki hassâsiyetinin göstergesi olan değerlendirmelerde bulunarak söze başlıyor ve bunu birileriyle paylaşmanın heyecânı her hâlinden belli oluyor.

Geçen günlerde uğradığında yine tatlı sohbetlere daldık. Bir ara eskilerden okuduğu bir gazeteden aklında kalanları nakletti. Sohbet arasında yer verdiği, size de ilginç geleceğini düşündüğüm pasaj şöyle:

LİDERLER ÖLÜNCE NE OLACAK?

            Bir zamanlar HERGÜN diye bir gazete vardı. Gazetenin bir elemanı liderlerle görüşüp sorular sormuş. Aldığı cevapları dizi yazı olarak sayfalarına almış. Dikkâtimi çekmişti; hiç unutmuyorum. Soru şu:

            “Ölümden sonrası için ne düşünüyorsunuz?”

            DEMİREL’in cevâbı:

            “Gidin başımdan! Başka işiniz yok mu?”

            ÖZAL: “Şimdi dünyâda ders çalışıyoruz. Ölünce imtihanı başarırsak ne âlâ!

Buradan daha güzel bir hayâta kavuşacağız. Aksi takdirde işler zor olur!”

Erdal İNÖNÜ: “Ölümden sonra ne olacak ki, hiç! Toprak olup gideceğiz!”

            Naklettiği bir diğer anekdotu da, ismine tevâfuk ettiği için seçiyorum. Mâlum, Halîl, Hz. İbrâhim (AS)in sıfatı. İbrâhim Halîlullâh demiyor muyuz? Halil Amca’nın onunla ilgili naklettiği mesele şu:

Hz. İBRÂHİM ile AZRÂİL

            Azrâil Hz. İbrâhim (AS)’a gelmiş;

            “İbrâhim, görevimi yapmaya geldim!”

            Azrâil’in görevinin ne olduğu mâlum. Bu sürprizi ilk anda;

            “Hiç dost dosta bunu yapar mı, ölümünü ister mi?” sorusuyla karşılamış.

            Bu cevap karşısında ne yapacağını şaşıran Azrâil Rabbine dönmüş:

            “YâRabbi, ne yapmalıyım ben şimdi?”

            “Ona de ki; dost dostun dâvetine icâbet etmez mi?”

            Azrâil durumu anlatınca, Hz. İbrâhim (AS) bu defâ:

            “O ZAMAN HEMEN AL!” diye karşılık vermiş…

Halil Amca, bunu coşku ve tebessümle tatlı tatlı anlattıktan sonra; “Nasıl güzel değil mi?” diye sordu. “Elbette çok güzel!” diye cevaplayıp, kimden duyduğunu sorduk.

“Takvim yaprağından! Ben hep okurum. Hiç sektirmem. Hem de, kaç tâne varsa, hepsini. Sağolsunlar, arkadaşlar, tanışlar çok takvim getiriyorlar. Her biri ayrı güzel!”

Halil Amca, daha nicelerini anlatıyor, kimi takvim yapraklarını okumamız için bize veriyor. Biz de onaylıyor, yeni bir takvim mevsimi eşiğinde Halil Amcamızı daha detaylı sohbetlerde buluşmak dileğiyle şimdilik uğurluyoruz.

Halil ARSLAN Usta Amcamıza hayırlı, bereketli uzun ömürler diliyor,

Okurlarımız başta olmak üzere, cümleye sevgi ve saygılar sunuyoruz ves’selâm...

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

03.11.2010


Mar`12
26
HEM OKUYALIM, HEM DE YAZALIM...
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

HEM OKUYALIM, HEM DE YAZALIM!...

Dün, gazetelerimizde, Ordu Vâliliğimizin “Ordu Okuyor” kampanyasıyla ilgili detaylı bir haber vardı. Vâlimiz Orhan DÜZGÜN’ün imzasıyla tüm kaymakamlık ve kurumlara, bu kampanya çerçevesinde kimlerin neler yapması gerektiği ve yapabileceklerine dâir bilgilerin ayrıntılı bir biçimde verildiği bir genelge gönderilmiş. Gerçekten çok öğretici bir genelge aynı zamanda. Bu durum, kampanyanın ne denli önemsendiğinin de bir göstergesi.

Okumak elbette çok önemli. Her kes okumalı. Okuma bilmeyenler öğrenmeli. Öğrenen ve bilenler de, orada kalmamalı. Öğrenmek okumak için, okumak da öğrenmek için. Yalnız başına öğrenmek ve okumak gâye olamaz. Bu kavramlar durağanlığı kabul etmez. Okumalar eğer yazmaya kadar taşıyabiliyorsa insanları

YAZMA KAMPANYASI!

Neyse, bu ayrı bir konu. Benim asıl söylemek istediğim; okuma kampanyası  vâliliğimizden olsun olmasına da, yazmakla ilgili kampanyayı da bizler başlatalım. Kurumlar, kuruluşlar, vakıf, dernek gibi sivil toplum kuruluşları. Ordumuzun kültürel hayâtı zayıf denemez. Okuyanı, yetişmiş insanı çok olan bir kentiz. Bu anlamda, alt yapı zengin. Ancak, yazanlar az. Yazanların çoğu da YAZAR havasına girerek, ulusal ve evrensele hitap etme adına yerele iltifat etme noktasında isteksiz davranıyorlar. Şehirlerini yazmayı, anlatmayı, ona âit olmayı, bir nevî taşralılık olarak değerlendirip, bunu belki de ulusallık ve evrenselliklerinin önünde bir engel olarak mı görüyorlar bilemiyorum?

Daha da açıkçası, adı yazara çıkan arkadaşların biraz yerele yönelmeleri noktasında bir eylem birliği sağlanabilir. Yerel târih eser ve yazılı mataryellerinde yeterli olduğumuzu söyleyemeyiz. Dün bu köşede biz, “…GİDİYOR HÂTIRALAR!...” derken, bilhassa şehrimiz için söz konusu olan, bize göre dramatik, ya da en azından noksanlık olarak değerlendirilebilecek bir konuya parmak basmaya çalışmıştık.

Şu an şehrimizde, şöyle biraz düşünülse, en az 20 kişi akla gelebilir biyografisi yazılması noktasında. Bunu, şehrin son 50 yılında aktif rol oynamış insanlar bazında söylüyorum. Bu biraz değerlendirmeye alınsa, birimler bazında 3’er 5’er derken bu sayı yüzlere ulaşabilir.

CUMHÛRİYET’TEN BU YANA

Düşününüz, hiç olmazsa Cumhûriyet’ten bu yana, her yıl bir biyografi yazılabilmiş olsaydı, bu 100’e yakın biyografi demekti. Bu, yerel târih adına, hattâ ulusal târih adına hazîneler ötesi bir şey demek olurdu. Bunun için ünlü kişi de gerekmiyor. Bir ücrâ köyde, bir mahallede yaşamış bir insanın yaşadıkları bile olsa bu, o günün toplumsal yaşantısı ve telâkkîlerine dâir bir değer ifâde etmez miydi? Geleceğin târihçi, edebiyâtçı, araştırmacı ya da sanatkârları için ilhâm kaynağı olmaz mıydı?

Topu topu 3 biyografi var elimizde bugün. O da, son beş yıl içinde, kişisel gayretlerle vücûda getirildi. Demek istediğimiz, hiç olmazsa bugün bunun farkında olup bir şeyler yapmaya çalışalım. Meselâ, okullarımız ve benzeri eğitim-kültür yönü ağır basan kurumlarımız bu noktada etkin olabilir, tıpkı okuma kampanyasında olduğu gibi.

Bâzı biyografiler kısa düşebilir. Bir-kaç tânesi birleştirilerek kitaplaştırılır. Veyâ, her birimden bir-kaç röportaj istenerek, bunlar birleştirilip bir kitap olarak basılabilir. Dergi ya da gazetelerde parça parça da olsa yayınlandığı zaman, geleceğe tutulmuş en güzel aynalar niteliği taşır bu çalışmalar.

BÜYÜKLERİN GÖNLÜ

Kimlerle mi? Hepimizin çevresinde yaşlılar var. Kurumları kuranlar, emek verenler var. Âile ya da sülâle büyüklermiz var. Bizi yetiştiren hocalarımız, topluma hizmet eden değerlerimiz var. Bizler maalesef saygısız nesiller olmaya başladık. Büyükler artık yük olarak görülüyor. “Sen anlamazsın..” deyip, lâfı ağzına tıkanarak sözü kesiliyor. Konuşturulmuyorlar bile. Onlara gönüllerimizi açabilsek bizlere neler neler anlatırlar eskilere dâir. Ama, bizlerin ne vakti var, ne zamânı, ne de sabrı!

Bırakın dedeleri-nineleri, yaşlıları, annelerimizle, babalarımızla, hala ya da teyzelerimizle, amca-dayılarımızla bile şöyle oturup doğru-dürüst konuştuğumuz söylenemez toplum olarak. Belki, bu onların da bir kabahatidir aynı zamanda; ama sonuçta bu bir hatâ ve bunun telâfisi söz konusu. O da, bu saatten sonra bizlere düşüyor.

KARACÂHİL KİM ACABÂ?

Sizin anlayacağınız, etrafımızda çok dinlenecek, anlanacak, gözlenecek, yazılacak şeyler var. Onları kayda geçirmek te bir görev yarınlar adına. Bir kişi düşünün. 80’e, 90’a merdiven dayamış. Okumuş olsun, okumamış olsun; hani meşhur tâbirle “karacâhil” olsun. Ama, yaşadığı, duyduğu, gördüğü, anlatacağı, dinleteceği; belki de paylaşmaya can attığı nice ibretlik müşâhedeleri ve hâtıraları vardır. Kimbilir, belki de bir hazînedir bu anlamda. Bu ihtimâl, denemeye değmez mi?

Şu bir gerçek ki, bugünün insanları yazmaya üşeniyor. “Okumuş-yazmış; hayâtından bezmiş!” gibi âdetâ! Ekmeğini eline almış, onun peşinde. İşinde-gücünde, ekmek kavgasında. Gerisi onu ilgilendirse de, çoook uzaklardan ilgilendiriyor. Aslında kâbiliyeti de, belki  herkesten fazla. İşte tam burada bir motivasyona ihtiyâç var. Ekipman, finansman, ödül; her neyse. Bunu, birileri yapmalı. Bu da hem resmî hem sivil anlamda bir görevdir diye düşünüyoruz. Ya da, okumuşlar, görev almışlar için topluma ve onların gelecek nesillerine karşı en azından bir vefâ borcudur diye değerlendiriyoruz.

Kısaca, hem okuyalım dostlar, ve de geçmişimiz, geleceğimiz, milletimiz-memleketimiz adına

aynı zamanda hem de yazmaya gayret edelim demek istiyoruz ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

02.11.2010


Toplam 517 Blog, 104 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 49 50 51 52 53 [54] 55 56 57 58 59 » »»

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7140)
AKROSTİŞ YAZILARI (5512)
FOTOĞRAF-NÂME (5186)
MODA-NÂME (5064)
EYMÜR-NÂME 2 (4928)
EYMÜR-NÂME 1 (4652)
Bedford-nâme (4624)
Nûri KAHRAMAN (4617)
EYMÜR-NÂME 3 (4590)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3949)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...