Menü

Anket

Sitemizi Beğendiniz mi?
Evet (%73,9)
Hayır (%20,0)
Kararsız (%5,93)

Toplam Oy: 219

Tüm Anketler

Takvim

« Aralık - 2025

»

PT SL ÇŞ CM CT PZ
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

İstatistikler

 Toplam Hit: 4608051
 Sitede Aktif: 1
 Ip: 172.69.17.202
 Browser: Default - 0.0
 Toplam Kategori: 20
 Toplam Blog: 561
 Toplam Yorum: 28
 Toplam Resim: 6
 Toplam Mesaj: 17

Etiket Bulutu

15 Temmuz 2016 Cumâ Dirilişi adayname aile âile Akdeniz Üniversitesi akrostiş anı Antalya Antalya Palas aşık edebiyatı ÂŞIK EDEBİYATI BABA başbakan başkanlık Bedford, Araba sevdası Biyografi cami cemaat cemiyet chp cuma cumhurbaşkanı çocuk edebiyatı Çocuk Edebiyâtı ÇOCUK ŞİİRLERİ dede deneme DÎNÎ ŞİİRLER DİNİ-MİLLİ ŞİİRLER DÖRTLÜK edebiyat eleştiri eymür eymür köyü eymürname GÜZELLEME halk şiiri halk şiri HÂTIRA hâtıralar HAYAT HİKÂYESİ HECE HECE VEZNİ hiciv İMAM-HATİP PİLÂV GÜNLERİ işkence KADİR GECESİ KÂFİYE komşu ülkeler koşma köy yazıları köyname lüleburgaz MANİ Manzum Fıkralar mızrap NÂMELER Nasreddin Hoca NURİ KAHRAMAN okul edebiyatı ordu ordu hayat ordu hayat gazetesi ordu imam-hatip Palace Palas RAMAZAN RAMAZAN EDEBİYATI recep tayyip erdoğan siyâset şiir toplum türkiye ulubey Yalçın Yüksel Yeni Türkiye zulüm

Son Eklenen Bloglar

Mar`12
26
ÇAYCI KARDEŞ AĞABEY NEREDE?
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

ÇAYCI KARDEŞ! AĞABEY NEREDE?!

Öteden beri düşüne geldiğimiz ve “en başta gelen ihtiyacımız” olarak gördüğümüz çayhâne meselesi hâlâ bir türlü gerçekleşememiştir. Yıllarca, bir çok arkadaşa, “bizlerin, vakıftan, dernekten, şundan bundan önce bir çayevi’ne ihtiyâcımız olduğu”nu söylemişizdir. Hattâ, ciddî ciddî yerler arayıp, insanlara tekliflerde bulunmuşuzdur. Ama olmamıştır.

Hüseyin ÇİÇEK Hocamıza sorun. Bu konuyu ne kadar konuşmuşuzdur. Bize, çayı içilecek, uğranmadan, muhabbeti alınmadan, çayı yudumlanmadan geçilemeyecek ve bizleri tebessümünde buluşturacak bir “ağabey” kişiliğe ihtiyâcımız var. Şu an Ordu’da, “bir araya gelip çay içelim, hem arkadaşları da görürüz” diyebileceğimiz bir birleştirici yerimiz yok.

En son, Belediye’nin altında kafeterya işleten Osman DANIŞ Ağabey’e yaptım bu teklifi: “Âbi sen bizim hepimizin ağabeyisin zâten de, artık farklı bir Ağabey’i ol. Buradan zâten çıkacaksın bildiğim kadarıyle. Çünkü Belediye merkez binâyı yenileyecek. Yeni taşınacağın yeri şöyle güzel, biraz daha geniş, büyüğünden ve şehrin müsâit bir yerinden seç. Fiyatlar biraz daha gariban işi olsun. Herkes gelebilsin. Bu fonksiyonu bu şekliyle devam etsin ama, ayrı bir bölümü kültür, sanat ve edebiyatla uğraşanların, basın-yayın-kitap dünyâsına ilgi duyanların, vatandaşlarımızdan okuma ve sohbet meraklılarının uğrama ihtiyâcı duyabileceği kültür-kafe niteliğinde düşün ve tasarla” falan dedim. “Buna âcil ihtiyâcımız var!”

O da, “Güzel fikir, olabilir, inşâllâh. Bir değerlendirelim” dedi. Bu noktada geldiğimiz yer şimdilik burası. Ama, anlatmak istediğimiz meramın gerçekleşmesi meyânında sonuca doğru yaklaştığımızı söyleyebiliriz. Konu, en azından olgunlaşma trendinde.

Mustafa ÖZATA arkadaşımızla da bu konuyu çok paylaştık. Onu bu iş için birebir görmüşümdür hep. Ama şartlar el vermemiştir. Hayâtın cilveleri onu, belki hiç aklından geçmeyen mecrâlara sürükledi. Gerçi, siyâsetin de gönül insanlarına ihtiyâcı var ama, oralara herkes gidebilir de, bu bizim dediğimiz ağabeylik fonksiyonu nâdir kişilerin yapabileceği bir şey.

Sonuçta, bu sonuç bizim sonucumuz. Biz de bunu söylemek istiyoruz zâten; Ordu’da kültür ciddîye alınmıyor. Para, siyâset, menfaat, keyif ve zevkler ön plânda. Tüm yatırımlar oralara. İhâle tâkipleri ve siyâset için eleman üstüne eleman tutanlar, iş yerlerinde yüzlerce kişi çalıştıranlar, parti için, pılı-pırtı için tüm imkânlarını seferber edenler, kültür, sanat, dergi, kitap deyince burun kıvırıyorlar. İnsana, onun kâlbine ve rûhuna hitap edecek kültürel çalışmalara yatırım yapmayı düşünmüyorlar. Bunun vebâlini hepimiz çekeceğiz.

Belki de, her şey bir ihtiyaçtan doğuyor. Dolayısıyla, Ordu henüz böyle bir noksan söz konusu olacak bir kültürel kıvâma eremedi. Başta İstanbul olmak üzere, bir çok büyük şehirlerde ünlü kıraathâneler var. Özellikle kültür- edebiyat-ilim çevrelerini bir araya getiren ve ortak noktada buluşturan mekânlar.

Meselâ, hemen akla gelen bir örnek olarak KÜLLÜK, onun ardından MARMARA KIRAATHÂNESİ’ni zikredebiliriz. Burada, MESERRET de hemen geliveriyor akla. Bu muhtevâda onlarca kıraathâne adı zikrediliyor kaynaklarda ülke çapında.

Bir yolculukta, şirketin Terme’deki tesislerinin kitap reyonundan tevâfuken aldığım KÜLLÜK ANILARI isimli kitabında Nevzat Sûdî, Beyazıt Camii’nin Beyazıt’a bakan kapalı kapısı önündeki ''Küllük Kahvesi”ni, oraya uğrayan kişilikleri, acı-tatlı, dramatik hâtıraları ve gözlemlerini uzun uzun anlatıyor.

Aslında KÜLLÜK, öyle âhım-şâhım bir yer de değildir yapı olarak anladığım kadarıyla. Bir lokantanın öbür yarısı gibi bir şey. Ama fonksiyonel olarak büyüktür. Bir dönemin beyin ve kâlp insanlarının meşveret ve muhabbet mektebidir. Bir çok yazar, ünlü eserlerini Küllük ekseninde kaleme almışlardır. Mehmet Niyâzi, DÂHÎLER ve DELİLER kitabında Küllük müdâvimlerini anlatır. Kurgu onun üzerinedir.

Bizim bir KÜLLÜK sevdâmız olamaz. Çünkü, oranın ölçüsüne vurunca, edebiyatçıyı nerede bulacaksın burada? Her ne kadar  kendilerini farklı görüp de yüksek edebiyât havaları estirerek piyasaya burun kıvıranlar olsa da, sonuçta o kategoriye girme şanslarının ne olacağı tartışılır. Dolayısıyla, biz, “edebiyâtçılar” demeyelim de kendimiz adına “edebiyat severler, kültürle, kitapla teşrîk-i mesâisi olanlar” bir araya gelebilelim. Lâzım değil, adı KİTAPSEVERLER DERNEĞİ olsun. Gidince çay bulunsun. Bir de tebessüm. O kadar. Edebiyat olamasa da edep olsun, şiiriyet olsun, yeter.

Yöre olarak ta öyle. Örnek için çok uzağa gitmeğe gerek yok. Bu dediğim fonksiyonda çayevleri Fatsa’da, Ünye’de, Bulancak’ta var. Buralara gittiğimizde, arkadaşların hemen birlikte çay içebileceğimiz böylesi yerleri bulunuyor. Otantik, sempatik, kitaplı, dergili, iskemleli, setli, sedirli, ağaçlı, yapraklı. “Ağabey”li olamasa da, en azından “kardeş”li bir yer!

Belki de, çerçevesini çizdiğimiz mâhiyet ve vasıfta böyle bir, hattâ bir-çok yer vardır da haberimiz yoktur. Meramımıza uygun, oyunsuz, gürültüsüz, patırtısız böyle mûtenâ bir yer gözümüzden kaçmış olabilir. Haberdar edildiğimiz takdirde onları da değerlendirmeye hazırız. Ancak, takdir edilir ki, bu bir gönül işi. Oyun masaları kadar para getirmeyebilir. Herkesin göze alabileceği bir şey değil. Para olsaydı, bu iş çoktan keşfedilirdi. Ama, yine de aslâ ümitsiz değiliz. İlçelerde olan, buralarda da behemehâl olacaktır. Belki de az sooora ve de çok yakında!

 

Sevgili okurlar!  “Kamyon edebiyâtı!” diyerek hafife almaz ve de kınamazsanız,

son söz olarak sizlere ve tüm kendilerimize, müsâadenizle şöyle sesleneceğim:

“HASET ETME NE OLUR; ÇALIŞ, SENİN DE OLUR!”  İnşâllâh ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

10.12.2010


Mar`12
26
YAPRAKLAR DÖKÜLÜRKEN..
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

YAPRAKLAR DÖKÜLÜRKEN…

Değerli okurlar. Bu sıra hep cenâzelerden, ölümlerden hüzünlerden konuştuk. Çoğu da daha çok genç denecek yaşta ebediyete uğurladıklarımızın. Sanki bir yaprak dökümü yaşıyoruz. İşte son olarak dün, bir öğretmen arkadaşımız, Ayhan ÖZÜDOĞRU ve âilesi biricik Ufuk oğullarını sonsuzluğun kucağına belediler. Zor imtihan. Rabbim sabırların en güzelini ihsân eylesin inşâllâh.

UFUK ÇOCUKLAR

“Su gibi yavrum gitti, senin çocukların sınıf arkadaşı gitti” diye inilderken metâneti, vakarı yine üzerindeydi Ayhan arkadaşımızın. İçindeki yangın hissediliyordu. Alevi dışarıya vuruyordu. Ama o mütevekkildi. Elden gelen bir şey yoktu. emir, yüce yerdendi.

Evlerinin önündeki merâsimde, eğitim câmiası adına, Altaş Koleji Müdürü Erol AKÇAY Bey konuştu.  Aynı zamanda öğrencileri olan Ufuk’tan söz ettiği, onun tatlı hâtıraları ve  sevecen, esprili, nâzik kişiliğine vurgu yaptığı konuşmasında, Ufuk’un adı gibi geniş ufuklu, soyadı gibi de özden doğru ve dürüst bir genç olduğuna vurgu yaptı. En sonunda, Efendimiz (SAV)’in de 7 çocuğundan 6’sını bizzat toprağa verdiğine değinerek, bizlerin de O’nun gibi,   sabırlı olmamız, gözyaşlarımızı içimize akıtmamız gerektiğini belirtti. Sözlerini, yavrularıyla cennette buluşmaları temennîsiyle, anne-babaya, âileye, yakınları ve öğretmenlerine sabırlar dileyerek bitirdi.

Helâlleştirmeyi yaptıran Hocamız Ahmet ŞİMŞEK de, başta eğitimciler olmak üzere, iş çevreleri, bürokratlar ve konu-komşudan kalabalık bir cemaatin katıldığı merâsimi, bilhassâ böyle genç ölümlerinin hepimize ibret olması dileğiyle bitirdi.

Orta Câmi’de kılınan öğle namazının ardından cenâze defnedilmek üzere Şenköy’e götürülerek ebedî istirahatgâhına tevdî edildi. Rabbim mağfiret eylesin. Mekânı cennet olsun.

ANNELER ve ÇOCUKLAR

Bir önceki gün de, trafik azâsında ölen, soyadları da GENÇ olan karı-koca iki insanımız da genç denilecek bir yaşta, Kirazlimanı Câmii’nde kılınan namazın ardından toprağa verildiler. Utku Acun İÖO’nun öğretmenleri, bir gurup öğrenciyle berâber merâsime katıldılar. Çünkü, ölenler öğrencilerinin velîleriydiler.

Ondan bir gün önce de şâir Şinâsi TEPE’nin annesini cenâzesi  vardı. Hattâ konu etmiştik. Orada bir şey gördüm ki, anneler çocukarını hep kundaklara sararlar, onlar için olanca fedâkârlıkları yaparlar; ama gel gör ki, evlâtlar onları topraklara belerler. Bu da mukadderâtın bir cilvesi. Ve elbetteki bu işin görünen yüzü. Görünmeyen yüzünün farklı olduğu şüphesiz. Çünkü, mutlakâ hikmetler var.

Yine, ondan önce sopayla dövülerek hunharca öldürülen gencin hazin hikâyesini biliyorsunuz. Aslında bunlar, sâdece onların değil, hepimizin hikâyesi. Ölen de, öldürenler de bizim çocuklarımız sonuçta. Ölenin durumu kötü de kalanınki iyi mi? bu zor durumları niye kendi ellerimizle başımıza sarıyoruz ki? Tamâmen câhillikten; yâni İslâmsızlıktan, onun özüne nüfuz edememekten. Hep satıhta kalmaktan!

UNUTULMAMASI GEREKEN!

Sevgili dostlar! Ne olursak olalım, nereye gelirsek gelelim, aslımızı, neslimizi, kendimizi, yerimizi, gerçek aynasındaki durumumuzu unutmayacağız. Bir an bile gaflet etmemenin gayretinde olacağız. Bir an boşluk verdiniz mi savrulur gidersiniz belirsizliklere doğru, Allâh korusun.

Güzellikler güzel, ama aldanmayacaksın. Allâh’tan daha güzeli yok. Bulduğun güzelliklerden O’na yol arayacaksın. Aksi takdirde, yalancı güzellikler senin felâketin olur. Yollar güzel, bas gitsin; olmaz. Hava güzel, uç gitsin; olmaz. Mahsul güzel, iç gitsin; olmaz. Gençlik güzel, vur gitsin; câmi-cumâ; şimdilik dur gitsin olmaz. Nereye gittiğini, niçin gittiğini; nereden gelip nereye gitmen, nereye gitmemen gerektiğini bileceksin!

Hazırlıklı olacaksın. Tetikte olacaksın. Azrâil kapıya tak ettiğinde, gözünü açmak için vakit çok geç olmadan, erken davranacaksın. Bir gün işe gitmeden oluyor mu? Bir gün yemeden, bir gün içmeden; oluyor mu? O zaman, her şey dengeli gidecek. Hep karnını doyurmakla kalmayacaksın, alnını da secdelere vuracaksın. Hakkın huzûruna duracaksın!

HAYÂL Mİ, GERÇEK Mİ?

İşte bak, geçen hafta kaç genci birden uğurladık. Çoğu da evlerinin tek çocuğu. Ne hayâlleri vardı kimbilir? Başta anne-babaların. O gün dışarı çıkarken, ya da direksiyona geçerken nereye varacaklarını düşünüyorlardı gençlerimiz acabâ? Ama, evdeki hesaplar her zaman çarşıya uymayabiliyor, bilindiği gibi.

Sevgili dostlar! Artık, lütfen hayâlleri geçelim. Ya da hayâlleri, gerçek hizmetinde olanlardan seçelim. Nereye düştüğümüze hayret etmeden, nereye koştuğumuzu anlamaya gayret edelim. Bu işin sonu yok arkadaş. Evimize, ocağımıza, yuvamıza, çocuğumuza, dolayısıyle her şeyden önce kendimize sâhip çıkalım. Yaprak dökümleri, dizideki gibi anlamsız dökümler, heder olmalar şeklinde gerçekleşmesin.

Sonu, bahara çıkan bir döküm olsun dökümlerimiz. Buna özenip dikkât edelim.

Her neyse. Câmilerin-cumâların ve de câmia ve cemâatimizin kıymetini bilelim.

Din kardeşlerimize, sanki son defâ görüyormuşçasına saygıyla muâmele eyleyelim.

Cumâlarımız mübârek; yüreklerimiz sevgi dolu, hakîkâtli bir yürek olsun,

Mevlânın lûtfuyle herkes, iyilikler, güzellikler, mutluluklar bulsun ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

09.12.2010


Mar`12
26
HALÛK KEFELİOĞLU NEREYE KOŞUYOR?
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

HALÛK KEFELİOĞLU NEREYE KOŞUYOR?

Geçen hafta gazetemizde yer alan, Ordu İmam-Hatip Lisesi ve İslâmî İlimler Hizmet Vakfı Başkanı İbrâhim YÜKSEL’in açıklamaları doğrultusunda yaptığımız “Ordu İçin İlâhiyât Fakültesi İsteği” başlıklı haber halk arasında geniş yankı uyandırdı. Nitekim, daha sonraki günlerde, insanlarımızdan bir kısmının söylediklerini röportaj olarak peyderpey sayfalarımızda yansıttık.

Zâten, bu konu öyle çok yeni de değil. Taa 60’lı yılların sonlarında bile Ordu için Yüksek İslâm Enstitüsü talepleri dile getirilmiş. Keşke o zamanlar açılabilmiş olsaydı. Şimdi Ordumuz, ülke çapında ağırlığı olup ses getiren, oturmuş köklü bir müesseseye, ilim-irfan yuvasına sâhip olmuş olurdu. Ülkede ve beklide dünyânın çeşitli ülkelerinde, burada yetişmiş, hepimizin gurûru olacak bir sürü ilâhiyâtçı hocalarımız bulunurdu.

Geldiğimiz bu noktada; onlar yapmadı, ya da yapamadılar diye bizim de yapmamamız gerekmez. Belki de nasîp bu dönemedir. Halkımızın da, kendi dilince ve heyecanla vurguladığı gibi Ordumuzun buna ihtiyâcı da var.  Bu çok önemli ve asırları aydınlatacak, bir ucu sonsuzluğa çıkacak eseri Ordu’ya kazandırmak, bu hayırlı çığırı açarak, kıyâmete kadar bu izden gidecek ve aydınlanacak olanların sevâbından pay alma bahtiyârlığına ermek belki de size nasîp olacak.

ŞİMDİ DE; “HALÛK’UN HİTÂBI!”

ODÜ’nün uygulamalarına, değer anlayışlarına ve dışarıya yansıyan görüntülerine bakarak sizden böyle bir talepte bulunmamız belki mâkul değil. El adama güler. Ama, merhum Yûnus ŞILBIR Hocamızın cenâzesinde yaptığınız konuşma beni şaşırttı. Sizi yakından hiç dinlememiştim. Ya siz o siz değildiniz, ya da biz sizi uzaktan yanlış algılamışız. Çünkü, her neyse ve ne olduysa büyük değişikliker var gibi. Belki de cenâzeden etkilenmiş olmalısınız.

Zîrâ, politikacı değilsiniz ki, seçim falan desek. Böyle şeyler daha çok milletvekilleri, başkanlar ya da siyâsî kişilikler için yakıştırılır, mâlumunuz olduğu gibi. Doğru olan, bilim insanlarını bu tür değerlendirmelerin dışında tutmak olsa gerek.

Sonra, öte yandan, öğretmenler günü münâsebetiyle bir başka sendikayı değil de Eğitim-Bir-Sen’i tercih edişiniz de mânidardı. Tabiî bana göre. Öyle, ODÜ dışında ziyâret ettiğiniz yerler, kulüp, festival, konser ve değerlerle buluşma,buluşturma faaliyetleri ekseninin dışına pek taşmazdı. Ama, bu defâ hiç umulmadık bir şey yapılmış oldu. Böyle açılımlar, ne sebeple olursa olsun, sonuçta güzel şeyler.

Bir de ODÜ’nün, Yûnus Hoca için mevlit okutması, ne bileyim ben, kendime güvenimi zedeledi neredeyse. Bir insana uzaktan bakıp ta, kılık-kıyâfet, bıyık-sakal durumlarından vazîfe çıkarıp görünüşe göre yargıya varmak fevkâlâde yanlıştı demek. Bir insan bu kadar yanılabilir miydi?

Halûk Hoca’nın cenâzede yaptığı konuşmayı, kullandığı dînî terminolojiyi, takılmadan ve de böylesine ustalıkla, yerli yerince, yalı-yulu bir ilâhiyâtçı bile kullanamazdı. “Halûk’un Defteri”ne nazîre olarak bir de Halûk’un Hitâbı diye bir şey çıkarabilme ihtimâli olabilir sanırım. Bu farklı trend insana bunu ilham edebiliyor ister-istemez.

ACABÂ İLÂHİYÂT TA KONUŞULDU MU?

Çiçeği burnunda üniversitemizin ilk göz ağrısı, Sn. Rektörümüz, tüm bunların üzerine, sıcağısıcağına Ankara’ya giderek Sn. Başbakanımız’la da görüştü. Yansıyan haberlere göre Prof.Dr. Halûk KEFELİOĞLU, Üniversitenin sorunlarını, akademik personel sıkıntılarını, Tıp Fakültemizle ilgili yapılması gereken düzenlemeleri dile getirmiş.

Başka şeyler konuşuldu mu bilmiyoruz. Meselâ İlâhiyât Fakültesi gibi!? Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi bu konu yeni değil. Bu meyanda bizler de geçtiğimiz yaz döneminde köşe yazıları kaleme almıştık. Araştırdığımız kadarıyle bu mevzû en yüksek diyebileceğimiz seviyede siyâsetin de gündemine düşmüş durumda.

kim yapar, kim eder; kime nasip olur bilmeyiz ama, gitgide gelişen, açılan ve Perşembe, Gülyalı, Ulubey dâiresine doğru yayılma eğiliminde olan, bölgenin denge ili Ordu'ya bir ilâhiyât fakültesi şart. Vücut için baş neyse, Ordu için ODÜ o. Ve de kâlp olarak ta İlâhiyât kaçınılmaz. Ordu'nun, maddî hizmet anlamında akla gelen tüm noksanları, en azından plânlandı. Takvime bağlandı. Şimdi sıra artık İlâhiyât'a gelmiş olmalı. Bunu bilir,bunu söyleriz. Toplumda anarşi, kargaşa, şiddet, sorumsuzluk, hoyratlık, yozluk böylesine alıp başını gittikten sonra, maddî gelişme yalnız başına hiç bir anlam ifâde etmez. O zaman, bu konuyu daha bir ciddiyetle düşünmeli, yakın gündemimize almalıyız.

Problem; Rize ve Samsun’da İlâhiyât Fakültelerinin bulunması. Bizce bu Ordu’da da olmasına engel değil. Ordu, her şeyden önce Karadeniz’in tam orta yeri. Karadeniz-Akdeniz yolunun ağzı. Fizikî konumu îtibâriyle de ilâhiyâtın yakışacağı bir yer. Amma velâkin, gelgör ki büyükler ne der?!

Ne mi der? Ya büyüklenirler de böyle bir teklifi sinek kadar görmeyip ciddîye almazlar; ya da bir büyüklük ederler de, bu onların, bizlerin, milletin-memleketin, hepimizin hayrına olacak bu teklifi değerlendirme cihetine giderler.

Sevgili okurlar. Sizce hangisi? Biraz da sizler kafa yorun, düşünün-taşının,

ilgilileri uyarın; ki güzel olsun gelecekte, tüm dünler, tüm bugünler ve yârın!

Dünyâ hep görüntüden, maddeden; insan da yalnızca bedenden ibâret değil!

Ruh, mânâ, vicdan, ahlâk ve mâneviyât diye  bir şeyler de var; ve bugün

en çok ihmâl ettiğimiz ve de muhtaç olduğumuz şeyler bunlar ves’selâm….


ORDU HAYAT GAZETESİ

08.12.2010


Mar`12
26
EN İYİSİ BODRUM YAPIN
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

EN İYİSİ “BODRUM” YAPIN!

Hicrî yeni yılı idrâk ettik. Tüm İslâm Âlemi ve insanlık için hayırlı olsun. Müslümanların hicretle başlayan ve hayâtının bütününü kuşatan bu kavram, tüm eylemlerimize renk vererek, hepimizi kutlu muhâcirin komşuluğuna ulaştırsın.

Rabbimiz bizleri bu kervanın hakîkî yolcularından, hicreti, yönelişi dâimâ iyiye, güzele olabilenlerden eylesin. Tek ümîdimiz burada. Yoksa hayâtın ne anlamı kalır ki?

 Sevgili dostlar; doğum bir hicrettir. Hayât ta. İyi ya da kötü, attığımız her adım, yaptığımız her iş te. Elbette ki ölüm de. Her zaman olduğu gibi, bu sıralarda ölüm hicretini yaşayıp, “gel” çağrısına uyarak dâr-ı bekâya intikal edenler oldu. Bunların bir kısmı bizleri de yakından ilgilendiriyor.

Başta, dün defnettiğimiz, bir anne var. Aynı zamanda, şâir olup şiir duyarlılığını taşıyan birisi için, annesini kendi elleriyle toprağa vermek oldukça zor olsa gerek. Dün, Şinâsi Tepe’nin yüzünde bu ızdırabı okumak mümkündü. Elbette zor. Allâh sabırlar versin.

ANNELERİN FERYÂDI!

Ölenler içerisinde, çok genç olup, hepimizi acıya boğmalarının yanında topluma ibret ve ders niteliğinde olanlar da vardı. İstanbul Ümrâniye geçen hafta, Ordu da bu hafta gencecik fidanlarımızı aldı götürdü. Bir agresif lâfı îcâd edildi; sanki çok doğal bir hâleti rûhiyenin adıymış gibi, moda oldu çıktı. Agresifim diyen, kafası azıcık bir şeylere bozulan sarılıyor bıçağa. Basıyor tetiğe. Anneler feryatta, babalar figân. Bağırlarına ne basacaklarını, acılarını nasıl bastıracaklarını şaşırdılar.

Anne, sözlerini şamar gibi vuruyor suratlarımıza: “Oğlumu, biricik yavrumu yıllarca köylerde, yaylalarda, dağlarda, ormanlarda domuzlardan korudum da, şurda, çarşının ortasında kol gezenlerden koruyamadım!”

Anlayana, çok şey anlatıyor bu sözler. Bana sorarsanız, can acısıyla bile olsa bizim toplumumuz sarfetmez bu sözleri. Ancak, eğer şöyle gerçek ve derinden düşünülürse, bu ifâdeler hafif bile kalır. İnsan bu kadar ucuz mu? Geride kalanların yaşadıkları ve duyguları bu kadar değersiz mi? Hiç önemli değil mi?

BİR ÇİÇEĞİ BİLE!

Bu nasıl iş? Nasıl delikanlılık? Bir kişiye karşılık 8-10 kişi! Bu, mertliğin hangi versiyonuna giriyor? Bu hınç ne sonra? Sebep ne? Aslı-astarı yok! Her şeyin bir haysiyeti olmak gerekmez mi? Hiçten yere ve böylesine hoyratça. İnsan olan insanın, bir çiçeği bile koparırken yüreği cız etmeli değil mi beyler?! Ben ne diyeyim, derdimi, ızdırâbımı nasıl anlatayım, bilemiyorum ki sevgili dostlar?!

Allâh korkusu yok, peygâmber hatırı yok. Her şeyden önce insanmışsın, can taşıyormuşsun, annen varmış, baban varmış, evin-ocağın, hattâ doğmamış çocuğun varmış önemli değil. Gencecik gelin, feryat etmiyor ama, kocasının cenâzesi günü doğan çocuğu kucağında; lâfları, dinleyecek kulağı, anlayacak izanı olanlara çok ağır: “Benim çocuğum baba sözünü hiç kullanamayacak. Bunu yapanlar hiç düşünmez mi; bunun çocuğu var mı, evli mi diye?”

Evet, sâhi, hiç düşünülmez mi? İşte geldiğimiz yer ortada! Ölenler gitti de kalanlar yaşıyor mu? Huzur yok. Çocuğu olanlar hep kaygılı. Eşkiyâ kol geziyor. Gençlik her an patlamaya hazır bomba. Patlamaya hazır değil, bir şey olsa da şu bıçağı denesem, kendimi göstersem, bileğimin gücünü anlasalar diye fırsat bekleyen canavar ruhlu bir gençlik. Gruplar oluşturup, mahalle aralarında serseri mayın gibi dolaşıyorlar.

EN İYİSİ BODRUM!

Sorumluların derdi Ordu’yu Paris yapmak, Antalya yapmak; ya da başka bir şey! Teleferikler, palmiyeler, oteller; hem de zincirleme, barlar, diskolar bilmem neler neler! Beyler, en iyisi Bodrum yapın Ordu’yu. Yerin dibine sokun burayı! Her yıl birkaç tane çocuğumuz böyle hiçten yere gidiyor. Gitgide bodrumlaşıyoruz. Karanlık bir dehlize giriyoruz yâni. Tünelin ucu nereye çıkıyor; meçhûl. Beyler için çok önemli de değil. Ama, görüldüğü gibi, daha dünyâdayken canımız acımaya başlıyor. Bunun bir de öte tarafı var ki, asıl mesele orada. Artık düşünme, somut bir şeyler yapma zamânı gelmiş olmalı!

Evet beyler! Festivallerden, teleferiklerden, otoyollardan, tünellerden, havaalanlarından, kültür saraylarından, başka şeyler de yapın artık lütfen! Biraz da ahlâk, mâneviyât, edep yollarını açın. Ordu’yu gerçek değerlerle, gerçeğin değerleriyle buluşturun.

Milletin parası ya da oylarıyle size tevdî ettiği imkânları, bilimi, sanatı, kürsüleri, vekâletleri, tüm makam ve mekânları onun ve çocuklarının hayrına değerlendirin. Bugünkü yaşanan problemlerin bir parçası da siz olmayın.

Sevgili okurlar. Mâlum, bizde biraz hocalık var ya. Yine va’za başladık değil mi? En iyisi susalım mı?  Ne dersiniz? Biz konuşmuyoruz aslında. Gerçek kendini zâten haykırıyor, da;  biz sâdece ve sâdece, dalgın olma ihtimâli olabilecek

etkili, yetkili ve de ilgililer için,  birazcık ve de üzmeden, usûlü ve uslûbunca

dikkât çekip hatırlatmalar yapmaya çalışıyoruz ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

07.12.2010


Mar`12
26
KÖYDE BEREKET, KENTTE HÜZÜN..
MIZRAP 2010

Yorumlar(0)

KÖYDE BEREKET, KENTTE HÜZÜN…

İşte, nihâyet yağmur yağdı. Hava sıcaklıkları birden düşüverdi. Kışın ayak sesleri. Netîcede, bu ay kış ayı. Bu ayın ilk günleri bir-iki akşam düşen bir-kaç damlayı saymazsak, neredeyse 2 aydır yazdan kalma günler yaşıyorduk. Sonbahar mevsimi, günlerini yaza ödünç vermiş olmalıydı! Fark edip de değerlendirebilenlere ne mutlu!

Çocukluğumuzda çok olurdu böylesi durumlar. Fındığın rahatlatılmasının ardından gelen bu günler çok önemliydi. Fındık gelip-geçerdi. Alınır-satılır; biter giderdi. Evi asıl ilgilendiren, soğuk kış mevsimi şartlarını kolaylaştıran güz nîmet ve gayretlerinin bereketiydi. Öyle ya; kar bindirdiği, evde kalındığı zaman eğer hazırlıklarınız yoksa ne yapardınız? Odun yoksa, yiyecek-içecek hazırlıklarınız yoksa, karda-kışta yandığınız gündür!

SONBAHAR; SON KARAR!

İşte, kışta çâresiz kalmamak için sonbahar, son karar gibiydi. Meyveler, sebzeler, dermeler, derekler, dökekler, dilmeler, kıymalar, asmalar, kurutmalar, durutmalar, toplamalar, çıkarmalar, haşlamalar, süzmeler, kaynatmalar, pekmezler, turşular, konserveler, salamuralar vs; kışa yönelik tüm kiler hazırlıkları bu mevsimde yapılırdı. Ambarlar, tavanlar, çitler, serendiler, küpler, sandıklar ne kadar doldurulursa, o kadar iyiydi.

Hayvanlar için de aynı şekilde. Otlar, alaflar, yapraklar, yığınlar samallıklara doldurulurdu. Gazallar süpürülür, bir yerlere yığılırdı. Kışın da hayvanların altına atılırdı. Temiz ve kuru olsun. Hem sıcak ve yumuşak olsun; hem de bağa-bahçeye kemre oluştursun.

Zamanımızda hayvan bakımı yok. Dolayısıyla böyle tedârik dertleri de yok. Kapıdaki, el uzatılsa toplanabilecek meyveler bile dallarda çürümeye terk ediliyor. Vatandaş kendisini yormuyor. Nasıl olsa ucuz. Her şey pazardan hazır alınıyor.

Ama yine de, o kadar olmasa da köylerimiz bolluk-bereket. İnsanlar, günün şartları ve gereklerine göre bir şeyler yapmaya, kışdan önceki son çabalarını sergilemeye çalışıyorlar. Bunun için de bu havaların güzel gitmesi önemliydi.

İşte, geçtiğimiz Pazar, böylesi bol güneşli günlerin son halkasıymış meğer. O gün, kalktığımızda, ufuklar perdelerini daha yeni aralıyorlardı. Önce hafif bir kızıllık belirdi Yoroz’un kuzeye doğru uzanan omuzlarında. Belirli-belirsiz, çizgi çizgi pamuksu bulutlar var. Kızıllık gitgide arttı. Göğün yere değdiği yerler al renge boyandıkça ışık hâlesi de genişledi. Ancak, akşam ufuklarında olduğu gibi yangına dönüşmeden açıldı, açıldı ve son noktada güneş uç vermeye başladı.

“HADİ ORDAN!” MI?

Eskilerden ve onların iyiliklerinden söz edilirken, üzerlerine güneş doğmadığı husûsu vurgulanırdı. “Rahmetli öyle bir insandı ki, üzerine güneş doğduğu vâkî değildir!” denilirdi. Bu ne demektir? Her sabah, daha alacakaranlıkta kalkılır; namaz kılınır ve hayâta öyle başlanır. Bu bir değil, iki değil; her zaman, ömür boyu böyle! İşte, böyle bir hayat tarzıdır bu yaşanan.

Şimdi böyle bir durumun hayâli bile güç. Belki de; “Hadi ordan, öyle şey mi olabilirmiş?” şeklinde karşılanyor bu tür davranış biçimleri! Zîrâ, bugünün gençleri bizden de çok ilerdeler! Anneler, babalar duyuyoruz, anlatıyorlar; oğulları, nâdiren kızları sabaha kadar internette, değil öğleye, tâ ikindi sonrası kalkıyorlar. Her şey altüst olmuş. Bu genç şimdi nasıl çalışacak? Nereyi bitirirse bitirsin; iş disiplinine nasıl alışacak?

İbâdeti, dîni-diyâneti hesaba katan zâten, yok denecek kadar az. Özellikle gençler bazında. Onların önünde daha çok zaman var diye düşünülüyor?! Artık, nereden garanti alınıyorsa! Hâşâ! Ama, maalesef bu böyle bir acâyip durum işte! Âhiret işi hiç yarına bırakılır mı? Onun ihmâli olabilir mi? Zîrâ, dünyânın telâfisi mümkün de, yâ âhiretinki?! Öyleyse?

Kaldı ki, işte yazdan kalma son günlerden biriydi Pazar günü. Hattâ, çarşıda-pazarda kısa kol dolaşan insanlar vardı. Köye gittiğimizde de insanlar bağda-bahçede, harmanlarda çalışıyorlardı. Elmalar elini-eteğini çekmiş, kiviler de toplanmış; gün hurmalarındı. Ağaçlar, salkım-saçak altın sarısı nîmet toplarıyla doluydu.

Fındıktan sonra üzüm, incir, elma, kivi derken, en son hurma buyuruyor gözlere, gönüllere. Manzarası bile yetiyor varlık sebebi olarak. Bizim çocukluğumuzda yoktu. Hattâ yakınlara kadar böylesine yaygın değildi.

Her kim öncülük ettiyse Rabbim râzı olsun. Hemen aklıma Teynelili Râgıp Amca geliyor. O kendini, bu mübârek meyvenin tanıtımına ve yaygınlaşmasına adamış. Bu yolun gönüllü dervişi gibi. Yolu ve bahtı açık olsun. Ordulular olarak kendisine müteşekkiriz.

DERT ÇOK; KAÇIŞ YOK!

Sevgili dostlar. Pazar günden ilhamlar ve yansıyanlar bundan ibâret değil elbette. Yazılacak şeyler de haddinden fazla. Köylerimizin güzelliğinden vaz geçemiyoruz. Kente gelince de yaralıyız; ölüyoruz. Câhilikler, süsler, pozlar, hızlar, forslar, cakalar, kural tanımazlıklar, kazâlar, yaralanmalar, ölümler!

Gencecik fidanlar hiçten yere ölüyor, öldürülüyor. Memlekette bir ruh anarşisi yaşanıyor. Gazeteler baştan başa ihânet, cinâyet, aldatma, intihar, zinâ vs. haberleriyle dolu. Huzur tabiatta da mı böyle yapıyoruz? Ahmet KILIÇ Ağabey’in dediği gibi, köy köy deyişimizin altında bir kaçış mı gizli; doğrusu ben de bilemiyorum.

Ne yaparsak yapalım; köy de bizim, kent te! Her şey bizim sorumluluğumuzda. Nereye gidebiliriz ki? Bu memleket bizimse, sorumluluğu da bizim. Nereye gidersen git. Görmezden gelsen, sâdece kendini aldatırsın; o kadar!

Keşke, nerede olursak olalım; sorumluluk ve yükümlülük bilinciyle hareket edebilsek! İşte o zaman, kaçış diye bir şey söz konusu olmaz. Her yer güllük-gülistanlık olur, sıla olur. Nereye gitsek mutluluk ve güzellikler karşılar bizi. Tıpkı köylerimizde her mevsim çeşit çeşit nîmetlerin karşıladığı gibi.

Her yerde güzelliklerle karşılaşmak ve mutluluk bulmak istiyorsak, o topluma güzellikler ekmek, insanlık için de en az kendi menfaatimiz için olduğu kadar duyarlı olmak zorundayız. İnşâllâh bunları sizlerle paylaşmaya, birlikte çözümler üretmeye çalışacağız. 

Şunu söylemek gerekir ki; âhiret için olduğu kadar, dünyâ için de bu böyledir:

Ne ekersek onu biçeriz! O zaman, gerek fert, gerekse toplum olarak hepimizin,

iyilik-güzellik ceht ve gayretimiz bol; yol ve bahtımız da açık olsun ves’selâm…

 

ORDU HAYAT GAZETESİ

06.12.2010


Toplam 517 Blog, 104 Sayfada Gösterilmektedir.
«« « 44 45 46 47 48 [49] 50 51 52 53 54 » »»

En Çok Okunanlar Son Yorumlananlar Hakkımda
POPÜLER MASONLAR ORDUDA (7140)
AKROSTİŞ YAZILARI (5512)
FOTOĞRAF-NÂME (5186)
MODA-NÂME (5064)
EYMÜR-NÂME 2 (4928)
EYMÜR-NÂME 1 (4652)
Bedford-nâme (4624)
Nûri KAHRAMAN (4617)
EYMÜR-NÂME 3 (4590)
BAYRAMLAŞALIM DOSTLAR! (3949)
ÜÇ ÖZTÜRK, BİR MEVLÂNÂ.. (1)
CHP-NÂME (1)
GACAROĞLU AHMET EFENDİ (1876-1962) (1)
FOTOĞRAF-NÂME (4)
37 YIL ÖNCESİ, KÖYDE BU GÜN.. (1)
NASIL BİR İL BAŞKANI? (1)
ERKAN TEMİZ BEYİN TELEFONU (1)
BİZ DE İMAM-HATİPLİYİZ Sn. ADİL AKYURT (1)
MODA-NÂME (3)
AKROSTİŞ YAZILARI (4)
 

Www.GirdapTasarim.Com Tarafından Hazırlanmıştır...