|
|
MÎRÂC’IN SENİN!
-Mim Kemâl’in yaşadığı ilginç bir kimlik öyküsü-
Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE
Çan sesleriyle başlayan bu tâtil gününde, Hıristiyanlar, en temiz elbiselerini giyerek, ailece kiliselere koşarlar. O gün spor müsabakaları, hatta bazı yerlerde barlar, restoranlar bile kapalıdır. İşte böyle bir ortamda yedi yıl yaşadım ben...
Pazarları dinlenme günümdü. Ama yapacak bir meşgale bulamaz; kendimi, bu haftalık teneffüs sürecinde, yalnızlaş(tırıl)mış hissederdim. Hatta biraz da, galiba, Hıristiyanlara imrenirdim. Onların o günü ulvî bir atmosfer içinde geçirmelerini kıskanırdım. O zamandan sormaya başladım kendime; "Sen nesin?” Dinin, kişinin kimliğinde temel taşı olmasını kavramıştım çok şükür.
Ama ya ben? Evet, ailem daha küçükken bazı sûre ve âyetleri ezberletmişti. Hatta "yatmadan önce Allah'a dua etmem" de tembihlenmişti. İyi niyetli ebeveynlerim, şehirli uygarlık içinde büyüttükleri evlatlarını, adeta "protestanlaştırılmış bir din telâkkisi" içinde, “modern" Müslüman olarak görmeyi arzuladıklarından olsa gerek, "kabahat de ibadet de gizlidir" zihniyetiyle, Allah'a, gecenin o ıssızlığında el açmamızın uygun düştüğünü belletmişlerdi bana.
Din şahsî, belki de mahrem bir olguydu onlara göre... Üniversite ise sorgulama insiyâkı açar insanda. Benim okulum da dünyanın en saygın üniversitesiydi. Kuruluşu XII. Yüzyıla inen bir müessese. Akademik hayatın gerçekleştiği bir alem vardı; bir de günlük yaşantının geçtiği müstakil kolejler... Her biri bir Hıristiyan azizin ismini taşıyan bu kolejlerden birinde kalıyordum.
Kolejlerin her birinin bünyesinde "chapel" dedikleri kilisecikler bulunuyordu. Bu kiliseler tarihî özellikleriyle hem bir turist uğrağı, hem de öğrencilerin ibadetlerine tahsis edilmiş tapınaklardı. Üniversite açıldıktan sonra, kolej yetkilileriyle öğrencilerin tanışma çaylarından birinde, kolejin papazı yanıma geldi:
"-Siz kimsiniz?" dedi. "Biz sizinle chapel'de hiç karsılaşmadık."
Doğrusu endişelenmiştim. Olur ya, Papaz efendi;
"-Bu üniversitede kiliseye devam etmeyenleri dışlarız." Derse ne yapardım? Yani onca zorlukla girdiğim üniversiteyi bırakıp, Türkiye’ye mi dönecektim? Papaza biraz da mahcup bir tavırla;
"-Affedersiniz, ben Türk ve Müslüman’ım..." diyebildim, o kadar... Ürkek halimi gören papaz, derhal özür dilercesine sözü değiştirdi. Ve sudan konulara doğru bir gedik açtı.
Birkaç hafta geçti aradan. Bu kez bir arkadaşım, kolej bahçesinde beni görünce;
"-Hey, papaz seni çağırıyor." Demez mi! Korktuğum başıma geldi, diye iç geçirdim. Oysa ki papaz beni güler yüzle karşıladı:
"-Otur!" dedi. "Bu ülkede siz Müslümansınız. Sizin de ibadet etmeye hakkınız var. O nedenle ben, üniversite yetkilileriyle görüştüm. Müslüman öğrencilerin de, ibadetlerini aksatmamaları için, bir oda tahsis etmeye karar verdik. Gelin o odayı gezelim. Uygun olup olmadığını söyleyin bize. Uygunsa o zaman tefrişi için ne gerekiyorsa temin ederiz. Tabii, üniversite bütçesinden!"
Şaşırmıştım. O günden itibaren Aziz Rasmus'un odası bir mescide çevrildi. Hem de ayni mahalde bir Türk Cemiyetinin temelleri atılarak. Papazın bu jestine karşılık;
"-Biz Müslümanlar namazımızı, her yerde, odamız da kılarız" diyemedim. Hem, toplu halde kılınan namazlar için böyle mekân bulunmaz bir nimetti...
Herhangi bir Müslüman Derneğinin bulunmadığı bu küçük üniversitede, namaz bile kılmak alışkanlığı olmayan benim üzerime kalmıştı İmamlık!... Türkiye’den uzaktım. Kime yazıp, “bana malzeme gerek” diyecektim?
İmdadıma üniversite kütüphanesi yetişti. Türk-İslam Literatürünün,- hem de orijinal dillerinde olmak üzere- bolluğu, bu üniversitenin şarkiyat fakültesinde, şark ilimlerinin ne kadar vukufla öğretildiğini anlamamı sağladı.
İlmihâle dalıp, neredeyse bütün derslerimi bıraktım! Üstelik İbrani, İsevi başlangıcıyla... Hepsini taradıktan sonra;
"-İyi ki Müslüman’ım" dediğimi hatırlıyorum. Taklid-i imandan, tahkik-i imana o safhada geçmiştim herhalde. Toparladığım bilgiler ile hem kendi namazlarımı kılıyor, hem de öğleleri üniversitenin Müslüman asıllı öğrencilerini, duvarlara yapıştırdığım ilânlarla mescide çağırabiliyordum.
O günlerde kolejde aynı suiti paylaştığım arkadaşım temiz bir İngiliz idi. Bir gün ibadet için yatak odama çekilip, kapıyı da kilitlemiştim. Bizim ki kapıyı vuruyor, bir daha, bir daha... Dışarı çıkıp, sarmaşıklara tutunarak, balkona tırmanıyor. Oradan girmek isterken, kolej yetkililerine yakalanıyor. Vaziyeti anlatıyor. Onlar da şüphelenerek, bir yedek anahtarla cümbür cemaat kapıyı açıyorlar ve görüyorlar ki, adam namaz kılıyor. Binlerce defa özür dilediler. Ama arkadaşım o gün hayli sitem etti bana:
"-Niye kapıyı kilitledin? Ben seni rahatsız mi edecektim? Kınayacak mıydım? O kadar kâlpsiz ve imansız biri miyim ben? Sana bir şey oldu zannedip, telâşlandım" dedi.İşte o gün, ibadetten utanılmaması gerektiğini öğrenmiştim.
Noel tatilinde. Türkiye’deydim. Aileme kavuşmak çok güzeldi. İlk gün, namazımı aksatmamak için odama çekildim. Hani o eski alışkanlığım var ya, kapıyı da kapamıştım. Bu kez kilitlemedim. Namazım sırasında annem bir şey söylemek için odama girdi. Durakladı, çıktı. Sonra babamla fısır fısır konuştuklarını duydum. Ses etmediler. Sorgulamadılar.
Birkaç namaz daha geçti. Annem devamlı kılıp, kılmayacağımı sordu. Başımı salladım. Üstünde durmayacaklar sandım. Ertesi gün sanki benimle ciddi bir şey konuşmak ister gibi karşıma dikildiler. Bu kez babam sordu:
"-Evladım, sakın ola ki, İngiltere’de bu aşırı İslâmcı gruplara falan takılmış olmayasın? Bu değişiklik niye?" Güldüm. Anlatmaya çalıştım onlara. Dinlediler. Ne onay, ne itiraz... Nötr bir ifade...
Bir gün sabah namazına kalkmıştım. Gürültülerden anladım ki, onlar da ayaklanmış; odama girmiş, arkamda duruyorlar. Seyrediyorlar beni... Selâmlarımı verdim. Seccâdeyi katlıyordum ki, babam;
"-Dur" dedi. Meraklı gözlerimi onlara çevirince, annemin başındaki başörtüsünü fark ettim.
"-Biz sana bir şey söylemek istiyoruz!" Bir anlık sessizlik; "-Bize de kılmayı öğretsene!..." Annem de "hem de hemen" dercesine başını sallıyordu. İşte o günden sonra namazlarını hep kıldılar. Üstelik bunu, benden imrendiklerini iftiharla söyleyerek... Hatta babam zaman zaman yanıma gelip, nafile namazlarının günde kırklı, ellili, yüzlü rakamlara vardığını müjdeledi bana...
Çocuklarıma yaşları gelince hiçbir şeyi empoze etmedim. Bu, onların inisiyatifi ile gelişmeliydi. Ancak, bizi görüyorlardı. Oğlumun ne zaman namaza başladığını hatırlamıyorum. Lise yıllarında Ramazan'da teravihe ve bayram namazına gidişimiz dışında belleğim bir şeyi kaydetmemiş. Ergenlik cağında bile edepli olan oğlum, arada bir yanıma gelir, dini meselelerden söz eder, daha doğrusu sorardı. Ben de dilim döndüğünce anlatırdım ona.. Sonra, o da babası gibi üniversiteyi yurt dışında okumaya başladı. Ramazan'a yakın seccâde istedi bizden. Kargo ile hemen gönderdik. Beş vakit namaz kılmaya başladığını söylüyordu. Orucunu ise ortaokuldan itibaren, aksatmadan tutmuştu.
Erken yattığımız bir gün telefonumuz çaldı. Oğlumdu. Telâşlı, hatta biraz korkmuş bir ses tonu vardı. Titrediğini hissettim. Ağlamaklıydı. Ya da ağlama sonrası bir hâl. Benimle konuşmak istiyordu:
"-Baba, ne oldu biliyor musun?" Eyvah, diye iç geçirdim. (O saatte kötü bir haber alma endişesiyle...)
"-Namaz kılıyordum. Kapım kapalıydı. Bir anda bir rüzgâr doldu içeri. Odada dolaştıktan sonra âdetâ bir hortum gibi beni odakladı. İçime girdi sanki. Ve o anda sanki arkamda biri ile birlikte namaz kılmış gibi olduk. Sonra aynı rüzgâr, perdeleri yalayarak, pencereden çıktı, gitti. Bir ağlama tuttu beni. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Vücudumu titreme aldı. Hâlâ o hâlin içindeyim. Bana ne oldu baba?"
Ne dersiniz? Ne anlatırsınız? Tefsir edecek kadar ehil de değiliz ki!...
-Mübarek olsun oğlum. Bir ikram sunulmuş olmalı sana..." Bu sözlerimin ne mânâya geldiğini anladı mı, kavrayabildi mi, bilmiyorum. Zaten ben de anlayamamıştım ki zuhurâtı! Ne var ki, ben; evet ben!... Gıpta ettim herhâlde oğluma. Bana öyle bir hâl nasip olmamıştı. Yâni açıkçası, onu hem kıskandım; hem de telâffuzu imkânsız bir hoşnutluk içine girdim.
Oğlumdan on yaş küçük kızıma gelince... Yaradılışın efsanesi çeşitliliğin bir nişânesi olarak, sıra dışı bir çocuktu o... Ve daha yürüyemeden namazını kıldı yavrum. Onu kucağımıza alıp, bir Allah dostunu ziyarete gitmiştik eşimle birlikte. Allah dostunun hâne-i saâdeti kalabalıktı. Hepsi de "gözyaşı uygarlığı”nın fertleri. Sessizliğin konuştuğu, ruhâniyetin sarmaladığı o atmosferde tâlimat uyarınca çocuğu Allah fakirinin önüne bıraktık. Eller açıldı Yaradan'a... Dudaklar kıpırdadı. Ve kızımız, herkesin yaşaran gözleri şahit olduğu gibi, sanki Yüce Efendisi'nin huzurundaymışçasına kendi safiyeti içinde ilk namazına başladı. Hayır, bu "halisünasyon" olamazdı. Göz yanılması hiç değildi. Yürekler kabarıp, taşacak gibi olmuştu. O anda bebeğime doğru hamle yapıp, yanık bağrıma basmak istedim onu... Ama kıpırdayamıyordum. Bir el kolumu tuttu. Hıçkıran annesiydi bu.. O ânı el ele paylaşmak istemişti benimle. Göz yaşları âdetâ hicap perdesi oluşturmuş, hakîkâti gizler bir misyon yüklenmişlerdi.
Bu "türbülans" ne kadar sürdü, nasıl ölçeyim? Bir süre sonra Allah dostuna çevrildi gözlerim. Avuçları yüzünü sıvazlarken, ter boncuklarını da silmiş oluyordu. Gözlerini açtığında cemâlden, celâle geçişinin bâriz hatları yüzünde şekillenmişti.
"-Haydi, geçmiş olsun, artık gidin!" dedi. "Gelmeseniz de olurdu. Gıyâbınızda okurduk. Bizde merâsim yoktur. Bu iş kâlp işidir." Biz de sessizce kapının yolunu tuttuk. Teşekkür etme nezâketi gösterebildik mi, hatırlamıyorum. Ama bir daha o kapıdan ayrılmadım.
Kızımız bize bereket getirmişti. Yürüdü, uyudu. Okula başladı. İşlerim açıldı. Yeni bir sitede ev almak istedik. Seçenekler kondu önümüze. Birini beğendik. Biraz ufak ama kaliteliydi. Ödeme plânımız ev sâhibinin beklentisinin gerisinde kalıyordu. Yeni evin içinde dolaşıyor, hanımla hesap yapıyorduk. Hayâlin, hülyânın maddî bedeli yok ya, geziniyorduk işte... Bir ara kızımızın yokluğunu fark ettik. Acaba kapıyı açıp, dışarı mı çıkmıştı? Aman kaybolmasın diye kapıya doğru hamle yaptım. Salona girdiğimde rükûdaydı! Namaz kılıyordu! Gözlerim beni aldatıyor olmalıydı!
-Takla mı atacak, oyun mu oynuyor? dememe kalmadı. Namazına devam etti. O günlerde beş yaşındaydı. Ve namaza durmuştu! Kıblesi de doğruydu, hareketlerinin insicamı da... Durdum, onu seyrettim. Arkadan, emlâk danışmanı ve hanım da aynı sahneyi hayretle izlediler. Şaşkınlık sükûnetini ben bozdum:
"-Burayı alıyorum!..." demiştim. O daireyi aldık. Sıkışmadan da ödedik. Simdi ben, her gün beş vakit kızımın o namaz kıldığı yerde, ibadetimi yapıyorum. Yine günlerden bir gün, namazımı yeni bitirmiştim ki, anaokuluna giden kızım yanıma geldi. Söyle bir baktı bana, ve dudaklarından; "-MÎRÂC’IN SENİN!" sözleri döküldü. Önce tam duyamadığımı sandım. Tekrarlattım.
- "-MÎRÂC’IN SENİN!"
Sonra çocuksu bir ifade ile uzaklaştı yanımdan. Bir şarkı mırıldanıp, bebekleriyle oyuna daldı. Belki namaz en ulvî mânasıyla, en güzel böyle anlatılabilirdi.
"Bu sözü oğluma, o gece telefon edişinde niye söyleyemedim." Diye hayıflandım kendi kendime... O anda; ilk namazı anne ve babama nasıl ben öğretmişsem, benim çocuklarım da bana bir şeyler öğretiyorlar gibime geldi. Geriye doğru bakınca sadece ilk namaz hadisesi "Şahdamarından YAKIN olan’ın" esrarını, bir hardal tanesi kadar bile olsa anlamaya başladığımı hissettim.
ORDU HAYAT GAZETESİ
06.02.2008 |
|
|
MÂHİR İZ’İN İZİNDE
“Edeb ve zevk sâhibi bir İstanbul Efendisi olan Mâhir İZ Hoca, Türk, Arab ve Fars Edebiyâtı’na olan derin vukûfu yanında, coşkun ve şâirâne bir ruh taşırdı.” Her an heyecan ve şevk dolu bir şelâle gibi akıp taşardı. Binlerce şiiri istediği anda gür ve erkek sesiyle, kendine mahsus bir ton ve üslubla ezberden inşâd etmesini temin eden hâfızasının kuvveti hayranlık verici idi.”
Geçen yazımızda Mehmet ÇAVUŞOĞLU’nun Hocası Mâhir İZ’in hâtırât kitabında YILLARIN İZİ’ni sürmüş, talebesini aramıştık. Bulduklarımızı sizlerle paylaşmıştık. Orada ÖnSöz’den SonSöz’e Mehmet ÇAVUŞOĞLU’yu görmüştük. Kitabın en sonunda yer alan, M. ÇAVUŞOĞLU’ya âit, ebced hesâbıyla hocasının vefâtına târih düşüren MÂHİR İZ BEY’İN VEFÂTINA TÂRİH şiirinin tamâmını koymuştuk. Bir yazıyla da Mâhir İZ Hoca’yı konu edineceğimizi belirtmiştik.
Mâhir İZ Bey, 1975 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne gittiğimizde adı sıkça telâffuz edilen kişilerin başında geliyordu. Kendisinin de talebeleri olan, YILLARIN İZİ’nde Mehmed ÇAVUŞOĞLU’yla berâber isimleri zikredilen Türk Medeniyet Târihi Hocamız Osman ÖZTÜRK ve Tasavvuf Târihi Hocamız Selçuk ERAYDIN Bey’ler başta olmak üzere hemen hemen bütün hocalarımız ders esnâsında kendisinden ve hâtıralarından söz ederlerdi. Maaşını alır almaz hemen kırkta bir zekâtını verdiği husûsu hemen aklımıza gelenlerden meselâ. Bizler de bu ve benzeri anlatılan anekdotları merakla dinler, 1974’de kaybettiğimiz bu kıymetle, keşke bizler de tanışabilseydik diye hayıflanırdık.
Şu an il müftümüz olan Tâceddin SEVİNÇ Hocamız da Mâhir İZ Bey’in talebelerindendir. Aynı zamanda Mehmet ÇAVUŞOĞLU’nun eniştesi Prof.Dr. Durali YILMAZ Bey’le sınıf arkadaşı olan hocamız, hocası Mâhir İZ Bey’in kişiliği, bilgisi, sohbeti, konulara ve insanlara yaklaşım tarzıyla herkes üzerinde etkili olduğunu belirtiyor. Onun, kendi okullarında Hoca olduğu yıllarda ayrıca başta Emirgân olmak üzere İstanbul’un çeşitli semtlerinde haftalık sohbetler yaptığını, o günlerin şartlarında geniş bir dinleyici kitlesi bulunduğunu belirtiyor.
O’nun asistanı, bizim de hocamız olan ve müsveddelerini birlikte istinsah ettikleri, hocasına âit TASAVVUF ile DİN ve CEMİYET isimli kitaplar başucu kitaplarımız arasındaydı. Derken YILLARIN İZİ yayınlanmıştı. Elimdeki kitabın üzerinde Aralık 1975 notu var.
Kitapta, sâdece Mâhir İZ Hoca’nın hayâtı değil, geçmişiyle geleceğiyle hepimiz varız. Kitap, şiirlerle, fotoğraflarla, ilginç hâtıralar, şahsiyetler ve anekdotlarla tek kelimeyle bir deryâ. İmparatorluktan Cumhûriyete geçiş yıllarının tüm renklerini taşıyan bir kitap. Başta edebiyât, târih ve tasavvufla ilgilenen herkese tavsiye ederiz. Bilhassa yakın dönem târihine meraklı olanlar için ilginç enstantaneler mevcut. İlk dönem TBMM’ de zabıt kâtipliği yaptığı için Mehmet Âkif merhum başta olmak üzere nice isimlerle hâtıralar yer alıyor. Kitaba girsek sonu gelmez. Gelse bile tadını lâyıkıyla yansıtma imkânımız yok. Hayâtının satır başlarını vermeye çalışsak bile bir yazının boyu yetmez. Onunkisi boylamasına da enlemesine de öylesine dolu dolu bir hayattı çünkü. Yakın geçmişin örnek şahsiyetlerinden biri. Sözüyle ve davranışıyla baştan aşağı edeb ve edebiyât diyebileceğimiz bir, “insan” gibi insan.
YILLARIN İZİ’nin ÖnSöz’ünden iktibaslarla Mehmed ÇAVUŞOĞLU’nun hocasının ilmî ve edebî yönünü sizlerle paylaşmaya çalışalım:
“Mâhir İZ Bey itinalı ve kuvvetli bir tahsil görmüş, edebî ve dînî kültürünü çok sağlam olarak kazanmıştır. Kendisinin iyi yetişmesi için tutulan husûsî hocayı babası Isparta ve Medîne’ye vazîfeyle giderken berâberinde götürmüştür.”
“ 1924 yılında Meclis’deki vazîfesinden ayrılıp İstanbul’a dönen Mâhir İZ Bey, muallimlik vazîfesine devam ederken, yüksek tahsil de yaparak Edebiyât Fakültesi Türkiyât Şûbesi’nden mezun olmuştur.”
“Mâhir İZ Hoca’nın sohbetine doyulmazdı; dinleyenleri saatlerce hiç sıkmadan bir mevzûdan ötekine geçerek âdetâ mest ederdi. Ahlâk ve fazîlet timsâli bir hoca idi. Telkîn ettiği îmân ve fikriyâtın tatbîkâtını bizzat kendi hayâtında yerine getirerek talebelerine en müessir bir örnek olmuştur. YILLARIN İZİ Mâhir İZ Hoca’yı tanıyanlar ve sevenler için onun en son ve unutulmaz sohbeti olacaktır.”
Evet. Sıtkı ÇEBİ merhûmun, Ordu’nun yetiştirdiği Büyük Kültür Adamı diye takdim ettiği Prof.Dr. Mehmed ÇAVUŞOĞLU daha lise yıllarında böyle bir hocanın dikkâtini çekmiş, onun rahle-i tedrîsinden geçmiş, 30 yıldır hayrül’halef arayan Prof.Dr.Ali Nihat TARLAN’a tavsiye edilmiş, edebiyât ilminde ve şiir inşâdındaki performansıyla da hocası Mâhir İZ merhûmun beklentilerini boşa çıkarmamıştır.
İkisi de memleketimizin semâlarında hoş sedâlar bırakan bu iki ilim, irfân akıncısına da sonsuz yolculuklarındaYüce Rabbimizden rahmetler niyâz ediyoruz ves’selâm…
|
Mahir İz
28 Ocak 1895'te İstanbul'da doğdu. Babası Külâhizadeler diye anılan bir ilmiye ailesinden, Medine ve Ankara kadılıklarında bulunmuş Seyyid İsmail Abdülhalim Efendi, ammesi de kadı ve şeyhülislamlar yetiştirmiş bir aileden gelen Raife Hanım'dır.
Tahsiline babasının kadılıkla görevli bulunduğu Midilli'de başladı; Balıkesir İdadisi'nin ilk kısmında okudu. Burada, kendisine hocalık yapmak üzere babası tarafından İstanbul'dan getirilen Saraybosnalı müderris Mahmud Neci Efendi'den özel dersler aldı; bu hocasından ileriki yıllarda da çeşitli dersler aldı; bu hocasından ileriki yıllarda da çeşitli dersler okudu. Babasının tayin edildiği İstanbul, Isparta ve Medine'de rüşdiyeye devam etti. Medine'de Arapça'sını ilerletti. İstanbul'a döndükten sonra iki yıl Vefa İdadisi'nde öğrenim gördü. Babasının kadı olarak gittiği Ankara'da sultaniden mezun oldu.(1916)
Aynı okulun ilk kısmında Türkçe muallimliğiyle elli dokuz yıl sürecek olan öğretmenlik hayatına başladı. Milli Mücadele'ye katılmak üzere Ankara'ya gelen Mehmed Akif'le birlikte Farsça, Fransızca ve edebiyat alanlarında çalışarak kendini yetiştirdi. "Tüf-i Şegaf" başlıklı ilk şiiriyle daha birkaç şiirini Maksud Kamran takma adıyla bu yıllarda Sa'y mecmuasında yayımladı. Bir yandan hocalık yaparken bir yandan da Büyük Millet Meclisi'nde zabıt katibi, zabıt mümeyyizi ve ikinci grup şefi sıfatıyla dört yıl görev yaptı. Bu sırada, Büyük Millet Meclisi hükümetinin Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti'ne bağlı Te'lifat ve Tedkikat-ı İslamiyye Encümeni üyeliğiyle Ankara'ya gelen Ömer Ferit (Kam) ile tanışarak ondan faydalandı. Ankara'nın üzerine meclisteki görevinden ayrıldı ve Sultan Selim'deki İmam-Hatip Mektebi'nin tarih hocalığına tayin edildi. (16 Aralık 1924)
Üniversite tahsilini tamamlamak üzere önce Eczacı Mektebi'ne arkasından Kimya ve Hukuk Fakülteleri'ne yazılıp bir süre devam ettiyse de nihayet Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Kadıköy Orta Mektebi, Fransız Saint Jean D'Arc Okulu, Halıcıoğlu ve Kuleli Askeri Liseleri, Üsküdar Paşakapı ve Davutpaşa orta mekteplerindeki hocalığını sürdürürken Edebiyat Fakültesi'nin derslerini bitiridi. Fakat tezini tamamlayamadan Edremit Orta Mektebi müdürlüğüne tayin edildi. (12 Eylül 1933) 1936'da Beykoz Orta Mektebi Türkçe öğretmenliğiyle İstanbul'a dönünce tezini tamamlayıp 1938 yılında fakülteden mezun oldu ve Nişantaşı Erkek Orta Mektebi müdürlüğüne getirildi.
Mahir İz'in öğretmenlik hayatının son devrelerinden biri, Haydarpaşa Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliğiyle İstanbul İmam-Hatip Mektebi müdürlüğü (1958-1959) oldu. Çamlıca Kız Lisesi edebiyat öğretmeni iken emekliye ayrılan Mahir İz (Ocak 1960) İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nde İslami Edebiyat tarihi hocalığı ile yeniden mesleğine döndü. Burada tasavvuf tarihi, hitabet ve irşad derslerini de okuttu. (1960-1970) 1960 ihtilalinden sonra Kur'an-ı Kerim'in Latin harfleriyle basılması konusunda danışılmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından davet edildiği Ankara'daki bir toplantıda bunun yanlış olduğunu söyleyerek vazgeçilmesini sağladı. Aynı yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı'nca hazırlatılan Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı adlı eserin redaksiyon heyetinde başkanlık yaptı. Özel Fatih Koleji'nin kurucu müdürü oldu. (1965-1968) 9 Temmuz 1974'te vefat eden Mahir İz'in cenazesi 11 Temmuz'da Sahrayıcedid Mezarlığı'na defnedildi. Ölümü üzerine bazı şairler tarafından tarih manzumeleri ve mersiyeler yazılmış, hakkında otuz kadar yazı kaleme alınmıştır. Ayrıca İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü'ndeki talebelerinin yayımladığı Tohum dergisinin 86. sayısı (1975) Mahir İz özel sayısı olarak çıkmıştır. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin önünden geçen caddeye törenle Mahir İz caddesi adı verilmiştir.
Şiirlerinde Maksud Kamran, içtimai ve edebi yazılarında Namık Yaz, ilmi yazılarında ise Abdullah Söğüt takma adını kullanan Mahir İz özellikle 1960 sonrasında çıkan Diyanet Gazetesi, Sebilürreşad, İslam Düşüncesi, Tohum, Oku, Hilal, Yeni İstiklal, Bugün, Yeni Asya gibi gazete ve dergilerde kendi adıyla yazılar kaleme almıştır. Haftalık Yeni İstiklal Gazetesinin ilk otuz sayısında başmakale yazmıştır.
Sosyal faaliyetleri ile de dikkat çeken Mahir İz birçok cemiyet ve vakfın kuruluşuna katılmış, buralarda aktif hizmetlerde bulunmuştur. Bunlar arasında, Milli Mücadele'yi desteklemek üzere Büyük Millet Meclisi'nin açılışından önce Ankara'da kurulan Azm-i Milli Cemiyeti, Ankara ve İstanbul'da Muallimler Cemiyeti, İmam Hatip Okulları'nın kurulması ve yaşatılmasında önemli hizmetler veren İlim Yayma Cemiyeti, İslami İlimler Araştırma Vakfı ile Milli Kültür Vakfı sayılabilir. Mahir İz Erzurum'dan 1961 ve 1965 yıllarında bağımsız aday olarak seçimlere girmişse de seçilememiştir.
Mahir İz'in en önemli taraflarından birisi de çok sevilen bir sohbet adamı ve iyi bir hatip olmasıdır. Yüksek İslam Enstitüsü hocalığından itibaren çeşitli fakültelerden öğrencilerle yaptığı sohbetleri İstanbul'un en güzel mekanlarında birer ilim, irfan ve sanat mahfeli halinde yıllarca devam ettirmiştir.
Eserleri: "Tasavvuf", "Din ve Cemiyet", "Yılların İzi" |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
ORDU HAYAT GAZETESİ
05.02.2008 |
|
|
GÜNÜMÜZÜN KARACAOĞLAN’I
F.Gürbüz YILMAZ
Yıllar var uzak kaldım Sanat-Edebiyat aleminden. Açılışı, “Ustalara Saygı” programı çerçevesinde Dostumuz Dilaver Cebeci ile yaptık. Yazarlar Birliği’nin, buz gibi soğuk salonunda Dilaver Cebeci’nin,
Baş koymuşum Türkiyem’in yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kıratımı suladım
Irmağının akışına ölürüm
adlı şiiri ile ısınmaya çalıştık.
Yüreğime kör düğümler atıldı
Çözemedim, çözülmüyor Sultanım
Yıllar yılı kaderimin hükmünü
Bozamadım, bozulmuyor Sultanım
Sana dert dökmeye yetmiyor bir gün
Kağıt bile mısralardan tedirgin
Vakit gece, kalem hasta, göz yorgun
Yazamadım, yazılmıyor sultanım
“Türkiyem” türküsü ile coşan yüreğim, “Olumsuz koşma” ile hüzünlendi. Türkü formunda bestelenmiş bu şarkıyı dinlerken hüzünlü bir hikayesi olduğunu düşünürüm hep.
Şairimizin, sekiz yılı aşkın bir süredir sağlık problemi yaşadığını biliyoruz. Günümüz Karacaoğlan’ının sağlığının daha da iyiye gittiğini görmek çok sevindirici. Şairimize sağlıklı uzun ömürler dileyerek kanımızı coşturan şiirlerini bekliyoruz.
Geçen gün, sanat-edebiyat çevresinde ne var yok diye bir baktım. Gördüm ki, mekan aynı mekan, konu, Halk Edebiyatı, KARACAOĞLAN...
Karacaoğlan olur da sazsız-sözsüz olur mu? Kadim dostum, arkadaşım, Prof. Dr.Şeyma Güngör, A.Turan Şan’ın sazı eşliğinde Karacaoğlan’ı getirecek bize. Durur muyum. Kızlarağası Medresesi’nin yolunu tuttum. Hatırıma gelmişken söyleyeyim: Zaman içinde maksat dışı kullanılan tarihi mekanlarımızın, özellikle medreselerimizin yeniden kültür hizmetlerine ev sahipliği yaptığını görüyoruz. Köprülü Medresesi: Kubbealtı Vakfı’nı yüreğinde taşırken Kızlarağası Medresesi de Yazarlar Birliği’ni içinde barındırıyor. Bunlar akla ilk gelenler.
Yazarlar Birliği, Büyükşehir Belediyesinin organizatörlüğü ile Prof. Dr.Şeyma Güngör Karacaoğlan’ı ağırladı seçkin bir dinleyici topluluğuyla. Sazlı-sözlü bir Karaca oğlan ziyafeti çekti. Şeyma Hanım kendine has üslubuyla koşma ve varsağıları açıklarken Turan Şan da sazı ile eşlik ediyordu. Turan’ın Meydan Sazı eşliğinde bir başka mânâ kazanıyordu koşmalar.
Her gezdiği yerde, gördüğü güzellere, güzelliklere, koşmalar, varsağılar, divanlar armağan eden Karacaoğlan, şöyle diyordu:
İndim seyran ettim Frengistan’ı
İlleri var bizim ile benzemez.
Levn tutmuş, goncaları açılmış,
Gülleri var bizim güle benzemez.
Oradan, Karadeniz’in batısına, kıyı illerine de uğrar Karacaoğlan. Lâkin gözüne gönlüne yakıştıramaz. Ona güzel, kanlı-canlı olmalı, gül ile yarışmalı, laleleri, sümbülleri kıskandırmalı:
Seyredüben gelir Karadeniz’i,
Kanları yok, sarı sarı benizi.
Öğün etmiş kara domuz etini
Dinleri var bizim dîne benzemez
Buradan Karadeniz’in Doğusuna geçer, Fadime’yi bulur:
Yaz gelip de beş ayları dolunca
Açılmış bahçenin gülleri güzel.
Yaktı beni Fadime’nin nazarı,
Zülüfden ayrılmış, telleri güzel
Elif’ dersen de nazlıdır nazlı,
Esme’yi dersen de sırf ala gözlü.
Söyletme Şerfe’yi bülbül avazlı,
Söylüyor Zehra’nın dilleri güzel.
Emne’yi der isen incedir ince
Bağdat’ın Mısır’in gülleri gonca
Eşşe’nin kaşı da kalemden ince
Sevmeye Huri’nin belleri güzel
Sahi. Karacoğlan Ordu’ya da uğradı’mola? Sorduk Şeyma Hanım’a. Şeyma Hanım, Halk Edebiyatı’nın sayılı uzmanlarından. Derya gibi. Yarın, öbür gün Pir Sultan’ları, Emrahlar’ı, Dertli’leri de anlatacak dinleyenlerine. Biz şimdi Karacaoğlan’ı dinliyoruz ve soruyoruz, Karacaoğlan Ordu’ya da uğramış mıdır? Fadime’ye, Şerife’ye, Zehra’ya bakarsak… Şeyma Hanım noktayı koyup, Turan Şan’a: Soralım Fadime’ye Mehmedini ellere verir mi Ordu üstüne kalksa diye sorarcasına. Ve TRT sanatçısı, Ordulu Turan Şan, Ordu’nun Dereleri ile coşturdu bizleri.
Prof. Dr.Şeyma Güngör’ün sözü (sohbeti), Turan Şan’ın sazı ile Karacaoğlan’a doyamadan ayrıldık Kızlarağası Medresesi’nden.
ORDU HAYAT GAZETESİ
04.02.2008 |
|
|
KADININ ÖRTÜSÜ, ŞİİRİN DÜRTÜSÜ
"Ben bu şiiri Türk milletine hakaret kasdıyla değil, tamamıyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamid Han'a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım. 31 Mart Vak’ası’nı tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük hükümdar, bu isnadla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hâinine hedef tutulmuştur. 31 Mart'ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım. 31 Mart'ı kışkırtma ve körükleme işini SELİM SIRRI ile RIZA TEVFİK idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın." (Bkz: Ahmet KABAKLI, TEMELLERİN DURUŞMASI, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 15. Baskı (1992); s.140.
Geçen yazımızda paylaştığımız HARAB MÂBED şiirinin sıcaklığı geçmeden, şâirimizin bu defâ, gündemin de sıcaklığıyla örtüşen; yukarıda sözünü ettiği, tam ağızlara lâyık bir başka şiirinin bir kısmını, cumâ bayramı ikrâmı niyetine sizlere sunuyoruz:
Sultan Abdülhamid'in Ruhâniyetinden İstimdâd
Nerdesin, şevketli Abdülhamid Han? Feryâdım varır mı bârigâhına? Ölüm uykusundan bir lâhza uyan, Şu nankör milletin bak günâhına!
Tarihler ismini andığı zaman, Sana hak verecek ey koca sultan! Bizdik utanmadan iftira atan. Asrın en siyâsi pâdişâhına!
"Pâdişâh hem zâlim, hem deli" dedik, İhtilâle, kıyam etmeli; dedik, Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik, Çalıştık fitnenin intibâhına!.
Divâne sen değil, meğer bizmişiz. Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz Sâde deli değil, edepsizmişiz! Tükürdük atalar kıblegâhına...
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena, Bir sürü türedi, girdi meydana. Nerden çıktı bunca veled-i zinâ? Yuh olsun bunların ham ervâhına! …………
Sen, hafiyelerle dem sürdün ancak Bunlar, her tarafa kurdu salıncak Eli yüzü kanlı bir sürü alçak Kement attı dehrin mihr-i mâhına
Milliyet davası fıska büründü Ridâ-yı diyânet yerde süründü Türkün ruhu zorla âsi göründü Hem Peygamberine hem Allâh'ına
…………. Hoş oldu cilvesi bu hürriyetin! Tadı yok amma şu meşrûtiyetin Deccâle zil çalan böyle milletin Bundan başka çare yok ıslâhına!
Lakin sen, sultanım; Gavs-ı Ekbersin Âhiretten bile himmet eylersin, Çok çekti şu millet; murâda ersin Şefâat kıl şâhım, mededhâhına!…
Rızâ Tevfik BÖLÜKBAŞI
Rıza Tevfik, aslında Sultan Abdülhamid'e karşı çıkanlardan; hatta, kendi ifadesiyle, 31 Mart komplosunu tertipleyenlerden biri. Seneler sonra Sultan Abdülhamid'den "özür dileyen" bu şiiri yazma ihtiyâcı duymuş. Vicdanı varmış ki, rahatsız olmuş.
Necip Fazıl KISAKÜREK, 1947'de Büyük Doğu’da bu şiiri yayınladığı için bir süre hapis yatmış. “Târih tekerrürden ibârettir” derler. Benzer olaylar ve mücâdeleler günümüzde de devam ediyor. Kıyâmete kadar da devam edecek. Görüntüler farklı yansıyabilmekle berâber olaylar özde hep aynı. Kendi öz değerleri ve terminolojisi üzerinden insanların üzerine gidiliyor.
Örtülerini çekiştirdikleri yetmedi; saçlarını çekiştiriyorlar. Ellerine peruk gelince boşluğa düşüp hep çıldırıyorlar. Saçlarını, saçlarını, saçlarını doyasıya çekmek, kökünden sökmek; hem saçlarını, hem de gönüllerini hurdahaş etmek istiyorlar! Hem de bütün çağdaş kavramları imdâda çağırıp, hiçe sayarak!
Eğer inançsız değilseniz, örtünün altındaki dürtünün inançtan başka bir şey olmadığını görün. Ve, artık “Atalar kıblegâhına”, dolayısıyla millete saygısızlıktan vazgeçin. Hatâdan dönmek de bir erdemdir. Ama, inancınız yoksa, onu da açıkça söyleyin. Lâikliği âlet etmeyin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
31.01.2008 |
|
|
MARKETLER Mİ BÜYÜK; MÂBETLER Mİ?
Bir milletin ve de medeniyetinin notunu vermek için onun mâbetlerine bakmalısınız. Çünkü mâbetler toplumların kâlbidir; aynı zamanda beynidir ve tabiatıyla, aynasıdır. Milletin inancı, duygusu, düşüncesi, hayâtı; hulâsa, her şeyidir mâbetler. Orası insanın içindekinin dışarıya yansıdığı yerdir. Rûhunun görünen tarafıdır yâni.
Mâbetlere giden insanlar, kendilerini aşan, topluma taşan insanlardır. “İnsan” olmaya niyetlenmiş insanlardır. Çünkü insan kelimesi ünsiyet kelimesiyle aynı köktendir.
Ünsiyeti olmayanın insâniyeti de olmaz. Topluma karışmayan, tâbiri câizse, kimsenin bir düşmüşünü kaldırmayan -sözüm ona- insan ne kadar insan olabilir bu anlamda?
Hem, insanlığın kriterini kim belirleyecek? Yaratan’ından kopuk olduğu gibi, yaratıklarından da kopuk olan, daha işin başında yanlışı seçmiş, yalnız başına bir insan mı?
Mâbetlere uğramadan belirlenecek her kriter, rûha teğet geçecek; dolayısıyla da ya kör, ya da topal olacaktır! Tıpkı Einstein’ın dediği gibi: “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır!”
Çevremize biraz da bu açıdan bakalım. Bize fırsat verseler yolun içine bile binâ yapmaya hazırız; ama câmi işine gelince uzaklardaki kırlara bile câmi için bir nazar eylemiyoruz! Bir plân kurmuyoruz. Bir hayâl görmüyoruz. Bu işler çok az kişilerin himmetine kalıyor. Onun için de çok seyrek ve zoraki oluyor! Şöyle yüksek bir yere çıkarak şehrimize bu gözle bir bakın bakalım!
Yöneticilerimizde böyle bir rûh arama hakkımız zâten yok. Çünkü, biz neysek onlar da o! Kâlbi “câmi, câmi!” diye çarpanların sayısı birkaç kişiden ibâret değil de, şöyle bir market dolusu, hattâ yarısı bile olsa; işte o zaman, şâirin tâbiriyle, “Ardına çil çil kubbeler serpen ordu” oluruz.
Hepimiz gelip geçiciyiz. Biz gidince acabâ ardımızda nasıl bir manzara bırakacağız? Rabbimizin, kendisine tek başına olarak bile câmi yapma imkânını madden ya da makam-mevkî îtibârıyla bahşettiği, ve yâ öncülük vasfını lûtfettiği kaç kişiden kaçı ardına bakınca nazarlarını kendi eseri olan minârelerden doğru göklere kanatlandırabilecek?! Yoksa bu tür şeylere ihtiyâç olmayacak mı?
Her neyse, ne kendimizi, ne de sizleri böyle kabir suâli cinsinden olabilecek sorularla daha fazla darlandırmadan, normal dünyâ hayâtımıza, saza, söze, yazıya, şiire dönelim isterseniz! Bundan önceki yazımızda Ataoğlu Mehmet Rıfat’ın, Feylesof Rızâ Tevfik’e nazîre olarak yazdığı şiiri vermiştik. Şimdi, Mehmet Rıfat’ın aynı duygu ve düşünceleri ne denli yansıttığını, aslına bakarak görme imkânı bulmuş olacaksınız.
Hem de, bu mazlum millete, hak etmediği muâmeleler yapıldığında, sınırlar ötesinde bırakılmış fakat gönül coğrafyanızda yer alan kardeşlerinizin, aklınıza gelebilecek ya da gelemeyecek her türlü mukaddeslerine hunharca ve de hoyratça tecâvüz edildiğinde tutunabileceğiniz, kahırlı anlarınızda size dert ortağı olabilecek şiirden bir ahbâbınız olacak!
Hattâ, kâlbi hazırlamak meyânında, duâlardan önce zaman zaman okumayı denemenin faydalı olabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca bir yerlere not almanızı ilâç niyetine tavsiye ediyoruz ves’selâm…
HARAP MÂBED
Vardım eşiğine yüz sürdüm
Etrâfını bütün dikenler almış
Yüksek mihrâbında yazılar gördüm
Kimbilir ne mutlu zamandan kalmış
Batan güneşlerin dalgın nigâhı
Karartıp bırakmış o kıblegâhı
Mazlûm bir ümmetin baht-ı siyâhı
Viran kubbesine gölgeler salmış
İslâmın bahtiyâr bir zamânında
Âb-ı hayât varmış şadırvânında
Şimdi harâp olan sâyebânında
Dem çeken kuşların ömrü azalmış
Bir âyât-ı hikmet var kitâbesinde
Bir ders-i ibret var hitâbesinde
Bâğ-ı Cennet olan harâbesinde
Tekbir sadâları artık bunalmış
Hey Rızâ! Secdeye baş koy da inle
Taşlar dile gelsin senin derdinle
Efsâne söyleyim,ağla;hem dinle
O şerefli mâzî meğer masalmış!...
Rızâ Tevfik BÖLÜKBAŞI
( Serâb-ı Ömrüm )
ORDU HAYAT GAZETESİ
29.01.2009 |
|