|
|
ORDU AK PARTİ GÜLER Mİ, AĞLAR MI?!
Çünkü, dünkü yazımızda da belirttiğimiz gibi, her ne kadar diğer partilerde bir yenilenme, eski-yeni tüm tüfekleri devreye sokma, soluklanma denemeleri olsa da hâlâ AkParti’nin, onunla baş edecek güçte legâl bir alternatifi yok. En azından, bu seçim için bu böyle. Dolayısıyla, AkParti’nin muhâlefeti yine kendi içinden çıkacak!
TAYYİP PARTİSİ!
Bununla, AkParti bölünecek demek istemiyorum. Ufukta böyle bir şey gözükmüyor. İstikrar için, milletin-memleketin selâmeti adına, gözükmemeli de. Ama, şunu kabul etmeliyiz ki, AkParti bir Tayyip Partisi. Bu herkesin mâlumu. Gerisi teferruât. İnsanlar Tayyip diyor, sonra da Yâ Allâh, Bismillâh deyip mührü basıyor.
Fakat, şöyle bir durum, daha doğrusu bir handikap var ki; bir kısım insanlar, daha doğrusu etkili ve yetkililer bu gerçeği istismar ederek, oylar nasıl olsa AkParti’ye diyerek kötülüklerinde, daha doğrusu misyonu lekeleyecek davranışlarında ısrar edebiliyorlar. İşte bunlar, AkParti’nin kendi içindeki muhâlefeti olarak seçim sürecine girilen şu dönemde, mevcut yerini koruma adına, kötü siyâsetinin acımasız entrikalarını devreye sokmaya çalışabiliyorlar.
AĞARTANLAR, KARARTANLAR…
Demek istediğimiz, bu dönem mücâdele, Tayyib’in yüzünü ağartanlarla karartanlar arasında ve kıyasıya diyebileceğimiz bir şekilde olacak. Çünkü, kim ne derse desin, bu dönem AkParti’nin AkParti olarak son dönemidir. Mâlum, bal tutan parmağını yalasa da, insan bal da olsa, baldan da bıkıyor. Değişik seslere kulak kabartmaya başlıyor. Zâten Tayyip Bey de bunu deklare etmişti. Önümüzdeki dönem yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi de bu anlamda belirleyici bir dönemeç olacaktır.
BERİKİLER, ÖTEKİLER…
Bu anlamda Ordu’da iki çizgiden söz edilebilir. Berikiler mi, yoksa, öbürleri mi kazanacak; bunu zaman gösterecek. Bu konuda biraz egzersiz yapmak gerekirse; entelektüel kişiliği, diğerlerinden açık ara birikimi ve pozitif duruşuyla Ordu siyâsetinin dürüstlük, çalışkanlık ve hizmet bağlamında iz bırakanlarından olduğunu düşündüğümüz Dr. Mehmet Hilmi Güler değerlendirilmesi ve üzerinde durulması gereken isimlerin başında geliyor. Kişiliği ve yaşadıkları îtibârıyle çizgisi üzerinde kritikler yapılmasında fayda var.
Sayın bakanımız, yeniden görev verilmeyince, ister-istemez seçim bölgesiyle ilgilenmek durumunda kaldı. Daha ilk günlerde, fark ettiği en önemli şey, seçim sath-ı mahallini ne kadar çok ihmâl ettiği oldu.
Her kese güleryüzlü davranan, o pozitif bakışlarını ve vücut dilinin letâfet ve nezâketini kimseden esirgemeyen, herkese mümin gönlüyle güven duyan sayın bakan, altındaki sandalye kayıp ta, boşlukta kalınca, memleketindeki sekmenli günler aklına geldi. Efkârını dağıtmak üzere Karadeniz havası almasının iyi olacağını düşündü. Zîrâ, uzaktan uzağa da hava almaya, Ankaralarda yapayalnız kalmaya başlamıştı.
Biraz memleket havası koklayayım dedi ama, vaziyet hiç te tahmin etiği gibi çıkmadı. Bıraktığı zemin üzerinde gecekondular kurulmuştu. Üstüne üstlük bir de yer yer, mahalle mahalle, köy köy, bucak bucak kâhyalar oturtulmuştu. Arâzîler tümüyle zilyed edilmişti.
SİYÂSET, İLİM ve de FİLİM!
Hem, burada ilim de geçmiyordu. Burada ne yapacaksın; artistlik yapacaksın! Yakışıklı, boylu-poslu olacaksın. Âile geçmişinde ağalık olacak. Arkanda dağlar olacak. Elin silah tutacak. Entrika bileceksin. Film çevirmeyi becereceksin. Siyâsetin doğasında doğallık yok. iş bileceksin. Tarz geliştireceksin. Tutum sergileyeceksin. Hesaplı-kitaplı davranacaksın.
Ayrıca, Ordu bir turizm kenti. Bu anlamda bir sıralama yapılacak olsa; Antalya bir, Ordu iki. İstersen palmiyelere bak. Ordu kendisine misyon olarak turizm kenti olmayı biçti. Kendisine yol ve hedef olarak belirlediği ufuk bu. Doğru olan ve uyan da buydu. Karar isâbetliydi. Bu, ne demek; sanat demek, kültür demek, film demek, Sinema, tiyatro, festival demek.
Tüm bunlar, her şeyden önce rol demek. Senaryo demek. Ordu’nun doğası bu.
Evet, Ordu’da durum bu merkezde gibi gözüküyor. Bilenler zâten biliyor ve de ne demek istediğimizi anlıyor da, asıl sözlerimizin bir miktarı da, bu yeni dönemde devreye girmek isteyen arkadaşlara.
Yüce Rabbimiz, ülke siyâsetini ve de memleket ufuklarını ağartma çabasında olanların yardımcısı olsun. Son yıllarda açılmaya başlayan ümit ufuklarını, karanlık emelleri uğruna karartmaktan çekinmeyenlerin şerrinden de korusun ves’selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
28.12.2010 |
|
|
SİYASET KIZIŞIYOR MU?
Elbetteki! Hâlâ da kızışmasın mı? Şunun şurasında seçime ne kaldı ki? Siyâset zâten fokur fokur da, günler yaklaştıkça bâzı patlamalar, kütlemeler oluyor; o kadar. Hem kızışma olmazsa siyâsetin tadı mı olur? Bu sonuçta siyâset. Bir güç oyunu. Bu iş bir takla işi. Takvâ olacak değil ya!
Özellikle Ordu siyâseti bağlamında Eyüp Fatsa’nın genel merkezdeki görev değişikliği ve biraz köye dönüp tabana ağırlık verişi dolayısıyle başlayan arâzi, mülkiyet ve de hâkimiyet mücâdeleleri alttan alta devam ederken, bu arada M.Hilmi GÜLER’in de bakanlıktan ayrılmasıyla iş tamâmen saha ve yetki harbine dönüştü.
İşte, gel de şimdi mücâdele kızışmasındı?! Ama, işler zordu. Ayak oyunlarına pek aklı ermezdi. Tayyip çağırmasa ve ona güvenmese siyâsete de girmezdi. Hayâtı hep okuma peşinde, büyük şehirlerde geçmişti. Ama, o artık şimdi bir siyâsetçiydi. Bunu anlamış olmalıydı. Yoksa, işin şakası yoktu. Ne Ankara’daki, ne de Ordu’daki siyâset göz yaşına bakacak gibi değildi. İş başa düşmüştü.
Şimdi, çârenin ocağı-bucağı memleketti. Anası-babası vatandaşlardı. Makam-mevkî sâhibiyken, işlerinin çokluğu dolayısıyle, birileriyle selam gönderip işi götürüyordu. Yerine ulaşsa da ulaşmasa da, yapacağı herhangi bir şey yoktu. Hem, kuşku duymak için sebep de yoktu!
Sayın Bakan, makamdan düşünce rakamların zannettiği gibi olmadığını keşfetti. İsminin başında Dr. titri vardı. Öyle mütevazı durduğuna bakmayın. O gözlükler durup dururken kalınlaşmadı. O bir bilim adamı. Hem de sahasında otorite. Ama, siyâset farklı şey. Hele de Ordu siyâseti. Bilimsel konularda çözemeyeceği şey yoktu belki ama, kendi memleketi Ordu, adı üstünde zor bir yerdi.
Ordu siyâsetinde son iki haftadır somutlaşan disiplin olayları büyük depremlerin habercisi. Ordu siyâseti sancılı. Dedikodular ve memnuniyetsizlikler ayyukta. Bunun böyle gitmeyeceği anlaşılıyor. AkParti hariç her yerde yenilikler var. İktidar partisi aynı kalamaz. Bence, özelde Ordu bağlamında sancı bu arayıştan kaynaklanıyor.
Aykırı seslerin kalite ve samîmiyeti de ayrı bir mesele olabilir. Ancak, susturmaya çalışanlar dürüstlüğün neresinde olduklarını iyi test etmeden yoktan yere kendilerini de partiyi de şâibelerle gündeme taşımamalılar. Hele, konuşanların yeni konuşmadığı bir yerde, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu kabîlinden girişimlerle sonuç alınacağı, netîce îtibârıyle kimselerin mutlu olacağı zannedilmesin.
Beyler; sıkıntınızın farkındayız. Ama milletin de sizlerden sıkılmış olabileceği ihtimâlini göz önünde bulundurmalısınız. Aslında, olan-bitenleri soğukkanlılıkla karşılayıp pişkinliğe vurarak, şişkinlikler belli edilmese, daha asil bir şey yapılmış olamaz mı? Hem sizler hem de parti için. Çünkü, böyle şeyler konuşuldukça, altından çapanoğlu çıkmayacağından emin olacak kadar kendinize güvenebiliyor musunuz?
Sâdece kendiniz adına değil, partiniz adına da yapmış olduğunuz tüm bu ve benzeri işlemlerde, öteden beri yaptığınız icraatlara, hizmetinize, adâletinize, samîmiyetinize güveniyorsanız mesele yok. Yolunuz açık olsun. Yanlışlık konusunda hassas olup ta ayıklamak istiyorsanız, ne âlâ. Aksi olursa, kimse bunu yutmaz. Silâh ters tepebilir!
Bana sorarsanız, burada sonuç nasıl çıkarsa çıksın, tüm bunlar boşa debelenmeden başka bir şey gibi görünmüyor. Sözlerini unutup ta torunlarını uyuttuğumuzu zannettiğimiz büyükler; korkunun ecele faydası yoktur demişlerdir.
Beyler, kendinize de, partiye de, milletin ümitlerine de zerre zarar verecek böylesi ağzı ve de tarzı bozuk davranışlardan uzak durun. Hepinize söylüyorum: Kendi ihtiraslarınız için, memleketin mukadderâtıyla oynamayın. Bizden hatırlatması ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
27.12.2010 |
|
|

“OLAY”LI YOLCULUK…
Cumartesi’yi “Suya Bakan Adam Günü!” îlan ettik ya; önce bunu kendimiz uygulayalım istedik. Havâlar da gerçekten çok çok güzeldi. Yusuf Kerem’le birlikte vurduk yola. Yeni Fidangör’ün üst taraflarından girdik. Köprübaşı’dan Tahıl Pazarı’na doğru, dala-bata gidiyoruz.
O da benim gibi çarşı deyince aklına kitabevleri gelenlerden. Bunu o gün anladım. Aklına bir-kaç kitap takmış. Nerede kitabevi görse, girelim diyor. Giriyoruz. Çarşı da çok kalabalık. Herkes, havanın büyüsüne kapılarak kendini kapıya atmış gibi. Veyâ, bizim geçen günkü yazımızı okuyan-okumayan düşmüş yollara!
KAYIP ARANIYOR!
İşin şakası bu, fakat gerçeği de şu ki, bir ara Yûsuf’la birbirimizi bile kaybettik. Nasıl olduysa, elimden kurtulmuş. İlk başta panik de yapmadım gûyâ. Sağa-sola, ileriye-geriye bakıyorum. Ama, dediğimiz gibi öylesine kalabalık ki, iğne atsanız yere düşmüyor. Neredeyse adım atamıyorsunuz. Telâş da olunca, aralardan geçmek zorun zoru oluyor. Ne kadar bakarsanız bakın, iki adım öteyi görme şansınız da zayıf.
Meğer, çok yakınımdaymış. Az geride, benden kurtulup da, bulamayınca mızıldanmaya başlamış. Hemen orada birilerinin dikkâtini çekmiş. Baktım oturuyorlar. Baylı-bayanlı bir-kaç kişi birlikte, kenardalar. Ânında ilgilenmişler sağolsunlar. Kendileri de sivil polismişler. Allâh râzı olsun. Çocuk, heyecandan mı nedir, telefon numaramızı da hatırlayamamış! Aslında o tür şeyleri çok bilirdi. İşte, böyle bir durum da yaşadık.
Rabbim, cümlemize birbirimize iyi sâhip çıkmayı, kendilerimize ve çevremize mukayyet olmayı ve de her zaman ve hâlükârda birbirlerimizin değerlerini bilmeyi nasîp eylesin. Kimselere taşıyamayacağı yükler yüklemesin. Âmin.
Yalı Câmi’de ikindiyi edâ ettikten sonra yolun karşısına geçtik. Yûsuf’un önce uzaklardaki rıhtım dikkâtini çekti:
- Oradaki gemi mi baba? Üzerinde vinç mi görünüyor? O ne işe yarıyor?
- Evet oğlum. Onunla yük indirip-bindiriyorlar.
BOYACI KARDEŞLER…
Derken, denizin kıyısına kadar yaklaştık. O arada bir çocuk, elinde -kendi yapması olacak- derme-çatma bir sandık;
- Boyayalım âbi! diyerek gelip karşımıza dikildi.
- Çok isterdim ama, vakit müsâit değil, şöyle biraz dolaşıp döneceğiz!
- Olsun âbi, biz de şöyle bir tozunu alırız. Fazla zamanınızı almayız!
- Peki öyleyse, hadi bakalım! Kaça boyuyorsun?
- Gönlünüzden ne koparsa âbi. Bir şey takdir edersiniz!
Çocuk küçük ama, ağız tam esnaf ağzı. Bu arada Yûsuf denizin büyüsüne kapıldı. Tam kıyısına varıyor. Dalga gelirken geri çekiliyor. Eline taş alıp fırlatıyor ileriye doğru. Kenardaki küçük kayalıkların üzerine çıkıyor. O arada biraz daha büyük görünen bir boyacı daha geliyor sandığıyla.
- Selâmün Aleyküm!
- Aleykümselâm! Ne güzel bak, adam gibi selâm da veriyorsun!
- Verilmez mi ağabey, selâm Allâh’ın selâmı!
Çocuğun selâm şuuru hoşuma gidiyor. Görüntü ve konuşmalarından hissettiğim kadarıyle soruyorum:
- Siz nerelisiniz, Sakaryalı mı? Aslında Adapazarı demeliydim; gelmedi aklıma.
- Hayır, İzmitli!
- Bu arkadaşın nereli?
- O da öyle. Zâten biz kardeşiz. Benim adım Hasan, onunki Mehmet.
- Okula gidiyor musunuz?
- Hayır!
Buna da hayret ettim. Fazla da kurcalamadım. İkisi de ilköğretim yaşında olmalılar. Özellikle küçüğü. Şimdi hâlâ, hem de şehrin göbeğinde okula gitmeme diye bir şeyler var mı?
ASLINDA, BOYASIZ OLMAZ!
Her neyse, sonuçta iyi de oldu. Bir nevî vâfuk oldu da diyebiliriz. Çünkü, biraz sonra Olay Gazetesi’ne uğrayacağız. 20. Yıl kutlamaları var. Yarın da bir Samsun yolculuğu, Allâh izin verirse. Çocuklara müteşekkirim.
En son, boyacı kardeşlerin fotoğraflarını da çektik. Karta bastırırsak oradaki büfeye bırakmamızı, kendilerinin de oradan alabileceklerini söylediler; ayrıldık. Rabbim yol ve bahtlarını açık eylesin, hayırlısından, inşâllâh…
Yûsuf’la biraz daha dolaştık oralarda. Kayaların üstünde, suya taş atarken fotoğraf çektittirdi bana. İskeleye koştu. Oralarda da fotoğraflaştık. Bizim gibi fotoğraf çekenler, baba-oğul, arkadaş-arkadaşa ya da âilece dolaşanlar çoktu. Kimileri parklarda oturuyorlardı. Tanışlara da çok denk geldik. Hattâ birisiyle havanın güzelliğinden konuşurken;
- Bizimkiler dün denizde yüzmüşler bile! dedi.
Evet, birkaç gündür havalar hakîkâten yazdan kalma gibi. Hattâ bugün de öyle. Ama, bu, arılar için hiç de iyi değilmiş. Ordu Arıcılar Birliği Başkanı Necâti Aydın, mevsim normallerinin üzerindeki hava sıcaklıklarının arılara zarar verdiğini belirtiyor.
Fındık için nasıl acabâ? Ne desek yalan. Sonuçta, Allâh’ın dediği oluyor. Önemli olan verilene râzı olup, hazırını lâyıkıyle değerlendirmek. Rabbimiz bizlere, her hâlükârda inanç bilinciyle hareket etmeyi nasîp eylesin.
“OLAY” ZAMÂNI
Evet, oradan dolmuşa binip Olay Gazetesi’ne geçtik Yûsuf’la. Daha uzaktan, yoldan bakınca etrafın çelenklerle kuşatıldığı gözüküyordu. Balonlar, süslemeler; tam bir şenlik görüntüsü. Elemanlar tam kadro orada. Hepsi de şık ve pozitifler. Daha kapıda karşıladılar bizi. Her taraf ziyâretçilerle dolu. Zeki Bey’e haber verdiler. Yanımıza geldi. Bir süre kent, sorumluluk, bağımsızlık, siyâset, belediye, gazete, gazetecilik bağlamında sohbetler ettik.
İkramlar, muhabbetler, değerlendirmeler, 20. yılın haklı gurur ve sevincini tebessüm olarak yansıtıyordu. Bugün burada sâir günlerin ticârî atmosferinden öte bir hava vardı. Sanki duvarların bile yüzü gülüyordu.
Zeki Bey ve kadrosunu, öncelikle imkânları, kâbiliyetleri, özel durum ve konumları îtibârıyle yayıncılıktaki avantajları, gazetecilikteki yerleri, gelenekleri, performans ve fonksiyonları, yüklendikleri misyonlar, geçmişte yaptıkları, gelecekte yapabilecekleri noktasında tebrik edip başarılar diledik. En son;
- “Nice 20 yıllara!” diyerek sohbeti noktaladık. Onlar da;
- “Siz de görün!” dilekleriyle mukâbele ettiler.
Öylece oradan ayrıldık. Aynı dileklerimizi buradan da yine tekrarlıyoruz.
NİCE YILLARA, AMA…
Sevgili okurlar! Bütün bunlar üzerine, son söz olarak diyoruz ki; biz gazeteler
ve tüm siz okuyucular olarak hepimiz, kendi çaplarımızda üzerlerimize düşenleri
hayırlısıyla ve de lâyıkıyla yapabildiğimiz nice güzel yılları hep birlikte görelim,
böylelikle, dünyânın da, âhiretin de saâdetlerine erelim –inşâllâh- ves’selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
26.12.2010 |
|
|
“SUYA BAKAN ADAM” GÜNÜ…
Sevgili okurlar. Ulusal medyanın “şok şok şok!” türü haberlerine kapılarak bizler de geçtiğimiz hafta biraz soğuyan havanın kar getireceğini düşünürken, gündüzler îtibâriyle neredeyse yaz mevsimi geriye dönmüşüz gibi bir hâl var.
İsterseniz bu gün, eğer bir işimiz yok ta köye falan da gitmeyip, orada burada savsaklanacaksak, en iyisi, âile efrâdı ya da sevdiklerimizle berâber, güzelim sâhilimizde şöyle bir tur atalım.
Denize bakalım. Martıları izleyelim. Hava kapalı, hattâ yağmurlu olsa ne yazar? Çocukluğumuzdaki, o, denizlere doğru en içli şarkıları söylediğimiz duru günleri yâd etmemize engel teşkil edebilir mi?
Doğayla ve doğamızla buluşalım. Temiz havayla koklaşalım. Sâkin ya da hırçın; o güzelim dalgaların merâmını anlamaya çalışalım. Buna ihtiyâcımız var. Burnumuzun dibindeki nîmetin farkında değiliz. İşe-güce, siyâsete, dizilere, şamataya öylesine kapıldık ki, neredeyse kendimizi, yaşadığımız yöreyi bile unuttuk.
Bir düşünün. Nice insan deniz deniz diye can atarken, suya hasret duyarken biz denizli bir ilde yaşadığımızdan habersiz gibiyiz. Şehrin gürültüleri, sokağın patırtıları, tuşların tıkırtıları, ekranların hakırtıları alıyor bizden bizi. Başka âlemlere, olmadık yerlere götürüyor. Öyle umuyorum ki, kıyıların nâzik dokunuşları sizi size getirecektir.
Hele bir de, gönlünüzü açabilirseniz ufuklara doğru, sonsuzluğun kapılarının açıldığını hissedeceksiniz. İşte o zaman içinizden bir şeyler mırıldanmak gelecek. Şiir söylemek de olabilir. İşte burada, tam da bu havaya göre bir şiir var. Sâhilde bir banka oturup bu şiiri okuduğunuzda duygularınızın güvercinlerle birlikte uçuştuğunu, gönlünüzün sevgilerle tutuştuğunu görebilirsiniz.
Şiir, bizim kuşağın yetkin şâirlerinden Sadettin Kaplan’a âit. Merkezi İstanbul’da bulunan ve yakında kentimizde de faaliyete başlayacak olan Dil ve Edebiyat Derneği’nin aylık dergisinde ayın şiiri olarak yayınlanmış. Biz, derneğin internet sitesinden aldık. Bir güzel hafta sonu hediyesi olarak paylaşıyoruz.
Sevgili okurlar! Bu gün bizler de bir Suya Bakan Adam olmaya çalışalım. Bakalım nasıl olacak? Bizde de aynı duyguları mı canlandıracak deniz; yoksa çok daha farklı hisler yaşayacağız? Her hâlükârda bir duygu denzinin dalgalarında yüzeceğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte şiir derken;
Şiirli, şuurlu, şiarlı günler dileğiyle, sevgiler, saygılar sunuyoruz; ves’selâm…
Suya Bakan Adam
Güneş bir mızrağın ucundaydı batı ufkunda
Ufuksuz dağların eteğindeydi geceler
Çok uzak bir çölde kum içiyordu bir yılan
Çok uzak bir sahilde şimşek çakıyordu
Bir adam oturmuş suya bakıyordu
Mızrap hep aynı tele vuruyordu aynı türkülerle
Türküsüz dudaklarda pıtraklaşıyordu bozkır
Al türküler kanatlarındaydı allı turnaların
Bir gölge gölgesinde gölgeleri yıkıyordu
Bir adam oturmuş suya bakıyordu
Kalem kırılmak üzereydi o son yazıda
Yazısız kitapları okurken kitapsızlar
Çok susmuştu saçaktaki son serçe
Çok susamış bir şarkıyı şakıyordu
Bir adam oturmuş suya bakıyordu
Su akıp gidiyordu gözlerinin önünden
Önünden kervan geçmeyen handa sayrıydı akıl
Çok beklemişti özüne öncü olacak başı
Her düşünce çıngısı bir düşü yakıyordu
Bir adam oturmuş suya bakıyordu
Karanlık çemkiriyordu suyun öte yakasında
Yakası yırtılmamış yakamoz yoktu suda
Çok derinlerde bir cadı ateşin başında
Çok başlı bir yılana günleri takıyordu
Bir adam oturmuş suya bakıyordu
Ve yanıyordu son umut akşamın son ateşinde
Ateşine can adanan kara külhanlar aşkına
Sular susamışlardı bir adam gölgesine
Oysa adamın gölgesi gönlüne akıyordu
Bir adam oturmuş suya bakıyordu
Sadettin Kaplan
ORDU HAYAT GAZETESİ
24.12.2010 |
|
|
| YOLCULUK ve MAHALLE BASKISI
“Yolculuk kişinin ahlâkî durumunu ortaya çıkarır.”mış. Bu, belki yol arkadaşlığı bağlamında söylenmiş bir sözdür daha çok. Ya da, arkadaş seçerken başvurulabilecek bir kriter olarak ortaya konulmuştur.
Büyükler bunu çeşit çeşit şekillerde dile getirirler. Bir insanı tanımak için birlikte “3 kilo tuz yemen lâzım!” derler meselâ. Veyâ, “3 çit darı yemeniz lâzım!” derler. “Uzun bir yolculuğa çıkman gerekir” derler. Buradan, anlaşılması gereken, bir insanın, eğer yol arkadaşlığı yapılmamışsa gerçek anlamda tanınmış olamayacağı gerçeğidir.
Aslında bunu şöyle anlamak ta mümkündür: Kişinin kendini tanıyabilmesi de biraz yolculukla ilgilidir. Zîrâ, insanın çevresi onun bir havuzudur. Barınağı olmak yanında korunağıdır da aynı zamanda. Orada, tanıdık-bildik çevre ve insanlar arasında kendini daha çok güvende hissettiği gibi, her anlamda kontrolde de olduğunu düşünür. Hareketlerini de, çevrenin teâmül ve temâyüllerine göre belirler. Ondan da öte, farkında olmadan bir akış şekillenir yâni. Böylece, çok gönlüne göre olmasa da kendince bir orta yol düzeni tutturulmuş olur. Sisteme uyulup, öylece yaşanılıp gidilir.
SEFÂ MI, VEFÂ MI?
Gel gör ki, o havuzdan çıkıp, mahalleden sıyrılıp ta, -tâbiri câizse- gözden ırak yerlere gidilince aynı düzen devam eder mi? Elbetteki etmez. Etmemelidir de! Çünkü, o yolculuğun insana etki ve katkıları kaçınılmaz olmalı. Ama, meşhur türkümüzde geçtiği gibi;
“Yârim, İstanbul’u mesken mi tuttun?!
Gördün güzelleri, beni unuttun aman!”
şeklinde de olmamalı. Nereye gidilirse gidilsin sıla unutulmamalı, serden geçilmeli ama yârdan geçilmemeli. Sefâ yolu ihtiyâr edilip de, vefâ es geçilmemeli. Hem dünyevî, hem de uhrevî anlamdaki AHDE VEFÂ kavramı hiçbir zaman göz ardı edilmemeli. Vefâdan kopanlar belirsizliklere, sonu gelmez gurbetlere savrulur çünkü.
Ama durum, Pir Sultan ABDAL’ın;
Dostum beni ısmarlamış gel diye;
Gideceğim ammâ yol bozuk, bozuk!
dediği gibi olursa n’olacak? derseniz; o zaman kişinin, kendisine daha bir mukayyet olmağa çalışması gerektiği açık. Kendini sabırla, sebatla, metânet ve istikâmet duygusuyla donatacak. Ona göre çevre, yol, hâl ve gidiş belirleyecek.
HAVUZ ve ŞAVUL
Fakat, kim ne derse desin; her yolculuk insanda bir tâzelenme, kabuğunu kırma, yeniliklere açılma hissi verir. Hattâ saçılmaya bile teşvik eder! Bir nevî kanatlandırır. Kıyıda-köşede kalmış, şu ya da bu şekilde bastırılmış, beklemeye bırakılmış duygularını da ayaklandırabilir. Bu olumlu yönde olabileceği gibi olumsuz da olabilir tabiî.Burada âile terbiyesi ve eğitimin etkisi kendini belli eder.
Kimi yolculuklar vardır ki, gerçek yolu, SIRÂT-I MÜSTAKÎM'i buldurur. Kimi yolculuklar da vardır ki, yol kaybettirir Allâh(CC) korusun. Nice gurbetçiler daha iyi hâllerle gelirler sılaya. Niceleri de, daha yozlaşmış olarak dönerler. Bu da bir nasip-kısmet meselesi.
Bu şuurda olunduğu, Allâh’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı tutunulduğu sürece, nereye uçarsanız uçunuz, nereye göçerseniz göçünüz, o ip sizin Hak binânızın şavulu olur, dünyânızın da, âhiretinizin de mutluluk yuvalarını tesis edebilmenizi sağlar. Aksi hâlde, savrulur gidersiniz meçhûllere doğru.
GELİŞMELER ve de ÇELİŞMELER
Ülkemizde gözle görülür hızlı gelişmeler var. Dünyânın bir ucundaki bir yenilik hemen yanıbaşımızda bitiveriyor. Çoğu defâ bu çabukluk, millete hizmet etme, ona açılım sağlama duygusundan kaynaklanıyor. Ama, insanlar onu iyiye de, kötüye de kullanabiliyor. Bu noktada, yöneticilerin yapabileceği şeyler oldukça sınırlı. Çünkü, şer cephesi çok sinirli! Ahlâkî bir dileğinizi dillendirseniz, sizi hemen çağdışılıktan başlayıp, “muâsır medeniyet baskısı”na tâbî tutuyorlar. Siz de ister-istemez tutulup kalıyorsunuz.
Yaptığım son il dışı yolculukta el kaldırıp bindiğim otobüsün her koltuğunda televizyon vardı. Belirlenmiş 15 kanal var. Ayrıca müzik kanalları var. İstediğinizi seçebiliyorsunuz. Yazın gittiğimde böyle şeyler yoktu. Dönüşteki otobüste de aynı şekildeydi. Beriden öte bakıyorsunuz, herkes değişik kanallar izliyor. Kimi spor, kimi dizi. Kimisi de haber program.
SUS-PUS, TUZ-BUZ!
Söylemek istediğim, eskiden, iyi-kötü insanlar otobüslerde tanışırlardı. Birbirlerinin yüzüne bakarlar, azdan-çoktan sohbet ederlerdi. Milletten, memleketten, yerden-yurttan, çelikten-çocuktan konuşurlardı. Dertleşir, söyleşirlerdi. O da kalktı. Hattâ, buralardaki muhabbetleri konu edinip OTOBÜSNÂME adlı kitap yazanlar bile vardı. Şu televizyon denen şey aramıza fitne sokmadı direkt olarak belki ama, bizi muhabbetten kopardı. Gitgide iyice yalnızlaşıyoruz. Tuz-buzlaşıyoruz. Rabbim, türmedaan, yâni darmadağınık olmaktan korusun!
Sevgili dostlar. Cumâlarımız kutlu, gün ve gecelerimiz, gönüllerimiz mutlu,
çocuklarımız, gençlerimiz, inançlı, ibâdetli ve de dâim umutlu olsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
23.12.2010 |
|