|
|
MÜNEVVER AYAŞLI AVRUPALI MIYDI?
Her ne kadar hicrî yeni bir yıla girmiş olsak, Muharrem ve Aşûre günlerini yaşasak ta, dönüşleri, ziyâretleri, hurma ve zemzemleriyle Hacc’ın gündemimizdeki sıcak yeri devam ediyor. Zâten, takvim olarak da zaman dilimleri birbirine yakın ve de süreç olarak iç içe.
Bu gün, bu bağlamda, bir değerimizle buluşturup tanıştıracağız sizi. O, eli öpülesi bir Münevver. Hem adı da öyle. Ayaşlı soyadını, Viyana Büyükelçisi Sadullah Paşa'nın oğlu Nusret Bey’le evlendikten sonra almış.
Selanik’de 1906’da doğan Münevver Hanım, babasının görevi sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun şarktan garba çeşitli bölgelerini gezdi. Arapça ve Farsça öğrendi. Şark dillerini öğrendiği okulların yanında Alman Okulu ve Fransa'da College de France gibi okullarda da eğitim gördü. Bu arada, doğu bilimlerinde otorite olan ünlü şarkiyâtçı Massignon’dan Tasavvuf dersleri aldı.
Münevver Ayaşlı, Osmanlı Coğrafyasının yetiştirdiği ünlü romancı ve yazarlarımızdan olup, eserlerinde kültür, medeniyet ve sosyal hayâtımızın geniş manzaraları, imparatorluktan Cumhûriyet’e geçiş sürecindeki gözlemlerin ifâdesi olan duygu, düşünce ve değerlendirmeleri yer almaktadır. Yazıları, yaşadıkları, gördükleri ve hissettiklerinin bir dökümü niteliğinde olan Münevver Ayaşlı, günlük gazete yazıları da yazmıştır.
PERTEV BEYLERLE TANIŞIYOR MUSUNUZ?
Münevver Ayaşlı, Roman olarak Pertev Bey başlığı altında ve bir dizi niteliğinde 3 eser vermiştir. Ki, bu kitaplarla ta İmam-Hatip Okulu yıllarında tanışmıştık. Bizim zamanımızda pek şimdiki gibi öyle nâmuslu romanlar yoktu. Bu sağduyulu romanları ilgiyle okumuştuk. O zamanki kapakları bile gözümün önünde. Adları; 1- Pertev Bey'in Üç Kızı, 2- Pertev Beyi'in İki Kızı, 3- Pertev Bey'in Torunları
Yazarımızın,1975’de de hâtıraları yayınlandı Dersaadet adıyle. Ondan bir-kaç yıl önce Ondokuzuncu Asır’ı yazmıştı târih diliyle. Bir de; İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim adlı tanıdıklarının portreleri niteliğinde bir eseri yayınlandı. Diğer eserleri; Teşrîn-iSânî ve Ötesi, Rumeli ve Muhteşem İstanbul. Ayrıca, yazarın portre yazılarından derlenen, 51 isme yer verdiği Haminnenin Suret Aynası adlı kitap var. Geçtiğimiz yıllarda TİMAŞ yayınları arasında çıktı.
Kısaca bu isim, kültür ve edebiyatımızın mazbut isimlerinden. Târih ve kültürümüzün lezzetini tatmak isteyenler, akıcı bir uslûp taşıyan bu kitapları tereddütsüz ve severek okuyabilirler. Münevver Ayaşlı, müktesebâtımızın mazbut isimlerindendir. İmzası olan her yerde çekinmeden dolaşabilirsiniz. Osmanlı iklîminin havasını soluyabilirsiniz. Allâh’a sonsuz şükürler olsun ki, o ve benzeri yazarlarımızın kitaplarını bulabilmemiz mümkün.
Sözü yine, Hacc konuları ekseninde sıkça yaptığım gibi, Vehbi VAKKASOĞLU’ya bırakacağım. O’nun, her âilede mutlakâ bulunmasını tavsiye ettiğimiz kitabından iktibas yapacağız. Böylelikle, hem Münevver Ayaşlı ve yaşadığı dönemleri tanıma, hem de his dünyâlarını günümüzle karşılaştırma imkânını elde edeceğiz. İşte, mezkûr kitaptan satırlar:
HAMİNNE, NEDEN HACCA GİTMEK İSTEMEDİ?
“Benim haysiyetli Hacı Annem Münevver Ayaşlı ise, yıllar yılı imkânı müsait olmasına ve yollar açık bulunmasına rağmen hac yapmamıştı. “-Niçin hacca gitmiyorsunuz?” diyenlere de şu cevabı vermişti:
“-Ben, Devlet-i Aliye devri çocuğuyum. Babamın görevi gereği Selanik’te doğdum. Mekke Medine’de, Lübnan’da okudum. Dolayısiyle de mukaddes topraklara benim çocukluğumda büyükelçi değil idareci gönderilirdi. Oralar sınırlarımızın içindeydi. Şimdi Mekke’ye, Medine’ye pasaportla gitmek zoruma gidiyor, ağır ve acı geliyor bana. Kaldırın pasaportu, vizeyi, hemen düşerim yollara…”
Tabii ki, daha sonra, harika bir tarzda hac farizasını da ifa etti ama, rahmetli bu sözleriyle bize bir mesaj vermek istiyordu. Umarım, bu mesajı hacca ve umreye giden her mü’min alabilir ve daha dün denecek yakın bir zamanda milletimizin yaşadıklarını, gerekli dersleri çıkararak bir daha hatırlar. Buna mecburuz. Çünkü giderek hafızasız bir millet oluyoruz. Ben söze, “Haccın yasaklandığı günlerdeydi” diye başlayınca, az buçuk mürekkep yalamış olanlar bile, hayretler içinde:
“-Allah Allah, bu ülkede hac da mı yasaklanmıştı” diyorlar. Hac ve umre yapabildiğimiz için daha çok şükredelim ve unutmayalım ki, dünü bilmeyenin geleceği aydınlık olamaz!”
Sevgili dostlar; bugünlere çok şükür. Kâlpler zâten ayrılmamışken, aradaki sınırlar da gitgide anlamını yitiriyor görüldüğü gibi. Rabbimiz bizlere bu günleri gösterdi. Ama, yukardaki duâ niteliğindeki değerlendirme ve duyguların bu sonuçta etkisi var muhakkak. Öyleyse bizler de, hiçbir zaman ümitsiz olmadan, iyimser duygularımızı geliştirelim, ama bunları eylemlerle de pekiştirmeye çalışalım.
Sevgili okurlar! Cumâlarımız mübârek, tek söz-iş, yol-iz ölçümüz “gerçek” olsun.
Yüreklerimiz, Kitap, Sünnet aşkı, târih, kültür, medeniyet, hizmet sevdâsı,
millî-mânevî değerlerimizin ilgi, alâka ve muhabbetiyle dolsun ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
16.12.2010 |
|
|
“YÜCE”LERDEN, “YÜCEL” ER’E…
Muzaffer Yüce adı, akla hemen, kibarlık, zerâfet, nezâket ve asâlet kavramlarını getiriyor. Onu görenler hemen toparlanıyor, sevgi ve saygısını bir şekilde belli etme ihtiyâcı duyuyor. Çünkü, vücut dili size bunu telkin ediyor. Allâh selâmetler ve hayırlı uzun ömürler versin. Âmin…
Kendisiyle ara-sıra karşılaşma, zaman zaman da, teşehhüt miktârı sohbet etme imkânımız oluyor. Her nerede karşılaşsak biz de kendisine saygıda kusur etmemeğe çalışıyoruz. Muzaffer Günay Bey, geçen haftalarda kendisiyle ilgili bir yazı yazdı ve sözlerini, hayâtını yazmak istediğini söyleyerek bitirdi. Bu konuyu ayrıca yazacağım ama, şimdilik “çok isâbetli bir karar” olduğunu söylemekle iktifâ ediyor, yazar arkadaşımıza da başarılar diliyorum.
Evet, yaklaşık 2 ay kadar oluyor. Muzaffer Yüce Bey Amca, bu defâ, karşılaşır karşılaşmaz, hoş-beşten sonra, yazarımız Orhan Yücel Bey’den, âilesinden ve yazılarından söz açtı:
“Çok güzel yazı yazıyor. Severek okuyorum. Zâten kendisini ve âilesini de tanıyorum. Yakın görüşüyoruz. Âile olarak ta çok mükemmeller. Bu tarafını siz bilemeyebilirsiniz. Size de anlatmaz zâten. Çok da mütevâzıdır çünkü aynı zamanda. Kendisine ilk görüştüğünüzde selâmımı söyle.”
“Belki inanmayacaksınız ama, biz Orhan Bey’le tanışmıyoruz. Sâdece, Hüsnü YÜCEL Bey’in ağabeyi olduğunu biliyorum. Hem, nerede görebilirim, bilemiyorum? Uğramaya çalışırdım. Daha önce bir başka gazete yazıyorken de yazılarını tâkip ediyordum. İlgiyle okuyordum. Şimdi bizim gazetede yazıyor. Yazıyı internet kanalıyla gönderiyor. Ancak, henüz tanışma fırsatı bulmuş değiliz!”
“Ciddî olamazsın. Aynı gazetede yazıyorsunuz ve fakat tanışmıyorsunuz! Hem, yazılarınız îtibârıyle de birbirinize yakınsınız. Ama, mâdem öyle, bir an evvel tanışın. Hiç olur mu, çok ayıp! Sizin bir birinizi tanımamanızı, ikinizi de tanıyan biri olarak, doğrusu size yakıştıramadım!”
Biz de kendisine hak verdik. “İnşâllâh, bir an evvel bunu gerçekleştirmeye çalışacağız!” dedik. Derken, bir gün gazeteye uzun boylu, sessiz-sadâsız ama cevvâl birisi geldi. Selâm verdi. Buyurun dedik; öyle bakarken:
“Ben Orhan YÜCEL, Hacca gidiyorum da vedâlaşmaya geldim!” deyiverdi bir çırpıda. Birden neye uğradığımızı anlayamamıştık. Tanıyamadık ta tabiî. Gel de mahcup olma. Muzaffer YÜCE Bey Amcamızın dediği kadar var. Buraya kadar da gelmiş olduğu, her gün gazetede fotoğrafını gördüğümüz hâlde, bir de aval aval suratına bakmak, hakîkâten biraz ayıp oldu gibi.
Ama, bu biraz da kendisinden kaynaklanıyor. Zîra, gazetedeki fotoğrafında, orta boylu, hafif kilolu, yaşını-başını da almış gibi bir izlenim veriyor. Hâlbuki kendisi uzun boylu. Daha genç bir duruşu var. Fotoğrafta göründüğü kadar ak saçlı da değil yâni.
Şu da var ki, çoğu defâ fotoğraftaki görüntünün algısıyla, gerçek kişi örtüşemeyebiliyor. Tıpkı insanların ekranlara yansıyan algılarıyla gerçekliklerinin aynı olmadığı gibi.
Her neyse, hacc dönüşü telefonlaştık. Bu vesîleyle Hüsnü Bey’le de görüştük. Yazıhânesine gittim. Orhan Bey tevâfuk etmedi. İnşâllâh yakın bir zamanda zemzem içmeye geleceğiz. Buradan, Haccının mebrûr olmasını diliyor, kendisine tekrar hoş geldiniz diyorum. Ayrıca, Hacc ve Selâm’ı birlikte değerlendirdiğiniz yazı ve oradaki çarpıcı tespitlerinizden dolayı da tebrik ediyor, tesirini halkeylemesini Yüce Rabbimizden niyâz ediyorum.
Muzaffer Bey Amca haklı. Birbirlerimize daha yakın olmalıyız. Kaynaşmalıyız. Ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği ve hepimizin hayrı için gerekli olan şey bu. Ama, her gün bu anlamda atılan adımlar sıklaşıyor. İşte geçen akşam Mustafa ARMAĞAN'ın konuşması. Oturanlar kadar ayakta dinleyenler. Ve bilhassâ gençler. Müslümanların kendi aralarında iş bölümü. Kimi aşûre dağıtarak işin tadını somutlaştırıyor. Lise çağındaki gençler kitap reyonlarında; kitaplarla içiçe. Bunlar güzel gelişmeler. İlim Yayma Cemiyeti ve Dil Edebiyat Derneği Ordu Şûbeleri çalışmaları. İnşâllâh, her şey daha güzele doğru gidecek.Sizler de duâdan unutmayınız inşâllâh.
Tamam Muzaffer Bey Amca. Mesaj alınmıştır. En yakın zamanda başta Orhan Bey olmak üzere önce yazarlarımızla, ardından da okurlarımızla daha fazla diyalog içre ve de sıkı-fıkı olmaya çalışacağız. Elbette, sizleri de unutmayacağız. Daha nice yıllar görüşmek, hasbihâlleşmek dileğiyle, hayırlı uzun ömürler ves'selâm...
ORDU HAYAT GAZETESİ
15.12.2010 |
|
|

KILAVUZU ZAN OLANIN, SONU NE OLUR?
Bizler, hayâtımızı bir takvime bağsak da, bağlamasak da, günler geçiyor, seneler dönüyor ve de takvim zamanları geliyor. Nitekim, işte bir yıl daha döndü. Her gün yaprak yaprak dökülen hayât ağacından koca bir dal daha kopup gitti. İnşâllâh, öbür dünyâda çok daha güzel çiçekler, yapraklar açmak, Tûbâ ağaçlarına komşu olarak yeşermek üzere…
Sevgili okurlar; takvimler önemlidir. Onlar, hayâtımızı bir takvime bağlamak isterler. Hangi ayda, haftada, günde ya da zamanda bulunduğumuzu haber verip gösterme yanında, o güne münâsip düşen hâl ve hareketleri de tavsiye niteliğinde bildirme ya da hatırlatma görevini yaparlar. Bağ-bahçe işleri yanında, edebî, kültürel, ilmî, dînî bilgiler vererek, her tür konuda bizleri, kendi boyutlarınca aydınlatırlar.
İsterler ki, hayâtımız takvimli ve de kıvamlı olsun. İyilik, güzellik özelliği bulunan işlere devamlı olsun. Takvim kelimesi, gördüğünüz gibi hemen kıvam kelimesini çağrıştırdı. Mutlakâ, aynı kökten olmalı. Buradan, takvimlerin, hayâtımızı tam kıvâmında yaşamak adına ipuçları verdiğini, tâbiri câizse balans ayarı niteliği taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Geçen gün bir akrabânın iş yerine uğradım. Temsilcisi bulunduğu firma, bir sürü takvim bırakmıştı reklâm amacıyla. Hep olageldiği gibi, hemen birini alıp baktım. Şöyle bir yaprak denk gelmesin mi? Çok basit gibi görünen, bidiğimiz de bir konu ama, böylesine kolay fakat farklı bir açıdan meseleye öyle çarpıcı bir neşter vuruyor ki! Eğer, “takvim işte!” deyip basite almazsanız nakledeceğim:
Yaprağın Başlığı şöyle: KILAVUZU ZAN OLANIN
Cehaleti müminin azılı düşmanı telakki eden dinimizin, “Sakın cahillerden olma olma!” (En’am:35) uyarısı, en az müşfik bir annenin çocuğunu ateşten sakındırması kadar dikkat celbedicidir. Çünkü cehalet gecenin zifiri karanlığına benzer. Karanlıkta yola çıkan kişinin tek hareket noktası zannı olduğu için, doğru yolu bulması çok zordur.
Kur’ân-ı Kerîm, kesin bilgiden yoksun olduklarından dolayı zanlarıyla hareket eden cahil Yahudiler hakkında bakın ne buyuruyor: “Onlar içinde, Kitab(Tevrat)ı bilmeyenler (okuma-yazması olmayanlar) vardır. Bildikleri sâdece bir sürü asılsız şeylerdir ve kesin bilgileri olmadıklarından dolayı) ancak zanda bulunurlar” Bakara:78
Bu da gösteriyor ki dini, zan ve taklit eksenli yaşamaya çalışan bir zihniyetten sahih amellerin tezahür etmesini beklemek, gözü kapalı atılan okun hedefe varmasını beklemekten farksızdır. Çünkü, bilinçsizce yapılan amelin, bid’at ve hurâfelerle ameli ifsada götürmesi kaçınılmaz bir olgudur. Nitekim Ömer b. Abdülaziz, bu noktaya işâretle demiştir ki: “İlimsiz olarak amel yapanın bozduğu şeyler, yaptığı iyiliklerden çok fazladır.”
Okuyunca belki koparıp atarız bu yaprağı. Ama, görüyorsunuz ki, meseleyi tam damardan îzah ediyor. Ben bundan kısaca şunu anlıyorum: Günümüzde bir çok olay oluyor. Problemler yaşıyoruz. Bunları gerçek anlamda çözmek, yine ve ancak neyle olur; gerçekle olur. Gerçek de İslâm’dan başkası değildir.
Kısaca, Hak, hakîkat ölçüsü önde tutulmayan yol cehâlet yoludur. Yâni Karanlıklarla doludur. Dolayısıyla, bizi çözüme götürmez. Karanlığa, boşluğa, kısaca ebedî felâkete götürür.
Meselâ, gençlerimiz büyük bir boşlukta bugün. Çocuklarınızla, gençlerle bir konuşun bakalım; okullarda, orda-burda olan-bitenlerle ilgili olarak neler anlatacaklardır sizlere. Oraya girmeyeceğim. Durumlar kanlar, cinâyetler, içkiler, uyuşturucular hepimizn mâlumu, kanayan yarası, ızdırabı. Onları İslâmdan başka bir şeyin tatmin etmesi, huzur ve sükûnete, olgunluğa ulaştırması mümkün değil.
Takvim deyip geçmeyelim sevgili dostlar. Onun yaprakları, günümüzün değer diye sunulan koca koca idollerinden daha değerlidir. Buradaki bilgileri, adı Üniversiteye çıkmış, profesöre çıkmış kurum ve kişilerde dahî bulamazsınız. En yakın bir üniversiteye gidin bakalım size değer diye neler sunacaklardır?! Şu takvim yaprağının verdiklerini sana verebilecekler midir?
Yukardaki alıntılar Semerkand Takvimi’ndendi. Bir sürü takvimlerimiz var. Hepsi de güzel. En az bir tane edinmek gerek. Hediye olarak gelmese bile, 2-3 lira verip almalı. Okumak, mümkünse, âilece toplu hâlde okumak daha da güzel olur. Ortamın havası değişir. Hep filimlerin işgâl ettiği ortamlarımıza biraz ilim kokusu gelir hiç olmazsa!
Bugün, eğer şimdiye kadar almamışsanız, “Çarşamba Pazarıdır!” deyip bir tane edinin. Varsa, bir başka takvim daha almanızda mahzur yok. Ama, her şeyden önce okumak şartıyla. Okumayacağınız takvimi alarak, başkasının da yolunu kesmiş olmayın.
Evet Sevgili okurlar! Rabbimiz,“OKU” diyor. Biz de burada sâdece ve sâdece, hatırlatma, dolayısıyla bir kardeşlik görevini yapmaya çalışıyoruz. Nitekim, insanların, ağırlıklarıyla bağdaşmayan hafiflikler peşinde koştuklarını görünce, okumaktan ve de âhiret için güzel elbiseler dokumaktan başka çâre yok gibi gözüküyor. Haydiyin öyleyse;
takvimlenelim ve hayâtımızı İslâm’ın takvimine bağlayalım ves’selâm
ORDU HAYAT GAZETESİ
14.12.2010 |
|
|

“GÜZEL ORDU” GÜP MÜ GÜZEL OLACAK?!
Güzelordu’nun en güzel hâli, aslında bu hâli, yâni binâ olmayan hâli değil mi? O civârın, dolanacak bir yere, nefes alacak bir meydana ihtiyâcı yok mu sizce de? Ama, karar alınmış, finansör bulunmuş. Bizimkisi pişmiş aşa su katmak gibi bir şey; biliyorum. Ancak, bildiğim bir şey daha var ki, belki bundan sonraki benzer tasarruflarda bunun etkisi olur.
Ülkemizde, özellikle Ordu’da, eskinin yerine hemen yenisini dikmek gibi bir teâmül var. Sıkı insanlarız nemelâzım; aslâ boşluk kabul etmiyoruz! Hemen yakıştırı ve de yapıştırıveriyoruz! Af yok! Hadi, vatandaş, “hakkım!” diyor, bastırıyor. Hâlbu ki, öyle bile olsa satın alınıp kamu yararına meydan olarak değerlendirilemez miydi?
Bir şehri şehir yapan meydanları değil midir? Meydan fırsatları kaçırılmamalıdır. Güzelordu’nun yeri, sanırım hazîne yeri olmalı. Aslında tam fırsattı. Bir düşünün; güzel olmaz mıydı?
Aslında bu konuyu yazıpla yazmamak arasındaydım. Ama dün oradan geçerken, bir-kaç kişi aralıktan, içerdeki inşaatı izliyorlardı. Mâlum, içerde ne olup-bittiği görülmüyor. Paravanla çevrilmiş. Sonra, her nedense, üzerine de çepeçevre deniz manzaraları eksenli desenler, figürler çizildi sulu boyalarla.
Bunun anlamı nedir, bilemiyoruz. Kusura bakmayınız; ne de olsa taşradayız ve de birazdan biraz fazla taşralıyız. Şöyle bir düşünsek de yorumlarda bulunsak, acabâ çok mu karakûşî olur bilemiyorum!
Burası bir denizdir. Fazla dalmayın. Manzaralara bakıp geçin! Siz içeriyi merak etmeyin! Şu resimlere bakıp geçiverin işte! Bunda anlamayacak ne var? Buraya binâ yapılacak. Hem de eskisinden çok çok özel ve de güpgüzel bir binâ. Bir gün bir sabah kalktığınızda göreceksiniz ki, “Güzel ordu”, “Güpgüzel Ordu” olmuş!”
Sonuçta yapılan şey; eski binâ boyuna uzundu, bu da enine geniş olacak herhâlde. Yâni, binâyı eskiler boyuna uzatmışlar, yeniler de enine. Hem, biraz da fazla uzatmışlar. Merak ediyorum, okulun çevresinde ne kadar alan kalacak çocukların koşması, oynaması, nefes alması için. Ya da, dükkânlardan kalan bölümden gelip-geçenlere de bir pay düşecek, kısmî de olsa bir ferahlık gelecek mi Köprübaşı’na?!
“GÜZEL ORDU”, “GÜPGÜZEL ORDU”
Okulun ismi de uzamış! Hani şimdi insanlar az çocuk yapıyorlar da çok isim koyuyorlar ya; onun gibi! Siz, GÜPGÜZEL ORDU ismine takıldınız, belki, amma da uzattınız ve de abarttınız der gibi bile oldunuz ama, yeni isim ortaya çıkınca, bakalım nasıl değerlendireceksiniz?!
Ne diyorduk? Evet, kısırıktan inşaatı inceleyen bir-kaç kişi aralarında konuşuyorlardı. Bir tânesi “Nûri Hocam ne der acabâ?” diyerek onlardan ayrılıp geldi. Tutturduğumuz yolu biraz beraberce yürüyüp gittik. Hem sohbet ettik. Onlar da aynı şeyi düşünüyorlarmış meğer ve onu konuşuyorlarmış.
Evet kardeş, biz de öyle düşünüyoruz. Hattâ, Orta Câmii’n ordaki vakıf binâsı için de çok yazılar yazdık. Dinleyen yok. Sonuçta bizim kötülüğümüz bize kaldı. “Evet, çok doğru” dedi arkadaşım.
Biz bu yazıları niye yazıyoruz, daha doğrusu yazmalıyız? Çünkü, yukarda da açıkladığımız gibi, bundan sonraki benzer teşebbüsler için bir fikir kırıntısı olur. Bir de, bizden sonrakiler bu ve benzeri durumları görünce, hiç mi uyaran olmamış yetkilileri demesinler, tüm insanları töhmet altında bırakmasınlar! Derdimiz, sıkıntımız biraz da bu. Nitekim, Vakıf Binâsı konusunda olduğu gibi bu konuda da alternatiflerin tartışıldığı dönemlerde benzer düşüncelerimizi defaatle dile getirmiştik. Sâdece biz değil, başkaları da. Arşivlere bakılabilir.
Sevgili dostlar! Aşağıda, eski tiyatro binâsının olduğu yeri düşünün. Hani yanmıştı da, yerine yenisi yapılmayıp meydan olarak düzenlenmişti. Yıldırımlar Market’le Merkez Karakolu arasındaki alandan söz ediyoruz. Şimdi, hemen öte yanında Cumhûriyet Meydanı olmasına rağmen, yine de bu meydan küçük duruyor; yâni yetersiz gibi görünüyor. Bir de, ya yerine binâ yapılmış olsaydı?! İyice sık nefes olmaz mıydık? Gerçi, alışılır gidilirdi, kimse de fark etmezdi ama, bu hâli iyi değil mi?
Ne derseniz deyin; şehre meydan yakışıyor. Öyle değilse, büyük şehirlerde neden büyük büyük istimlâklar yapılarak meydana dönüştürülüyor? Gecekonduların yıkılıp da yerine sitelerin dikilmesi, aynı zamanda yine meydan arayışlarının bir tezâhürü. Binâlar yüksek oluyor belki ama, en azından park yeri problemi olmuyor, parklar, meydanlar ve sosyal alanlar nefes aldırıyor.
Cumhûriyet Meydanının olduğu yerde de okul vardı. Yoksa oraya da mı binâ yeniden yapılsaydı. Yazık mı oldu? Eğer, buraya da yapılmasaydı yazık mı olurdu bu alana sizce?
Sevgili dostlar. Yeni binânın eskisinden daha güzel olacağı muhakkak. Ne demişler; “Yeni eskiyi bozar!” Doğru, lâkin, orasının bir meydan olarak düzenlendiğini tahayyül edin bir de! Düşüncesi bile nefes aldırıyor ve heyecanlandırıyor insanı, değil mi?
Sözlerimizin hayır sâhibi vatandaşlarımızla ilgili olmadığı açık. Onların hayrı elbetteki hayır ve bizler de Allâh(CC) râzı olsun diyoruz cân ü gönülden. Bu iş onların gönlünden kopmuş. Neresi gösterilirse oraya kondururlar binâyı.
Yapacağımız maddî, mânevî, kültürel ve îmâra yönelik tüm işlerimizin, kentimizin “GÜZELORDU” vasfına uygun ve paralel gitmesi, güzelin daha güzelinin arayış ve hassâsiyetiyle devam etmesi dileğiyle ves’selâm….
ORDU HAYAT GAZETESİ
13.12.2010 |
|
|

GİTMELERİN TATİLİ YOK...
Evet, dünyâ bir gidişten ve yolculuklardan ibâret aslında. Bana, duran bir şey gösterebilir misiniz? Bir şey gösterin ki, gitmiyor ve de en son bitmiyor, ya da bitmeyecek olsun. Herkes, her şey gidiyor sevgili okurlar. Dağ gidiyor, taş gidiyor; Ay gidiyor, dünyâ gidiyor, güneş de! İnsanoğlu geldim zannediyor, ama çoğu defâ gitmek için geldiğini, durduğunu zannettiği noktada da hep gitmekte olduğunu unutuveriyor.
Her neyse, inşâllâh bizler, bu dünyâda, Efendimizin (SAV) buyurduğu gibi bir “garip yolcu” şuuruyla yaşar, hicret hassâsiyetiyle yol alır ve sonuçta sonsuz medînemize ulaşanlardan oluruz. Geleceğe böyle bakabildiğimiz ve hayâtı bu ikrarla sürdürmeye gayret ettiğimiz zaman, gerideki her şey teferruattan ibâret kalabiliyor.
GİDENLER ve KALANLAR
Bu haftayı da yine hüzünlü haberlerle kapadık sevgili okurlar. Ayhan ÖZDOĞRU hocamıza tâziyeye gittiğimiz geçen günün akşamında Ulubey-Koşaca’da meydana gelen bir kazâ, Ordu’muzun acılar sürecinin devam ettiğini gösteriyordu. Arabasının 250 m.lik uçuruma yuvarlanması sonucu ölen 3 çocuktan 2’si kendi çocuğu olan şoför; “Keşke ben ölseydim de çocuklar yaşasaydı. Bu günleri görmeseydim!” diyor. Ayhan Bey Hocamız da; “Eğer Ufuk ölmeseydi, böyle bir sonuçtan sonra yaşayamazdı. Çok ince düşünceli, duygulu bir çocuktu. Sebebiyet verdiğini düşüneceği bu elîm kazâ sebebiyle vicdan azâbından kahr’olurdu!” şeklinde konuşuyor.
Neresinden bakılırsa bakılsın çok zor. Evlat acısı, elbetteki hiçbir şeye benzemez. Rabbimiz kimselere göstermesin. Bir imtihan olarak gösterirse de, sabrını en güzeliyle versin de; sonuçta bizleri sevdiklerimizle berâber, Efendimiz (SAV) in livâul’hamd sancağı altında buluştursun. Âmin. Ayhan Bey Hocamızın da ifâde ettiği gibi, bundan başka bir ümîdimiz ve de tesellî kaynağımız yok.
Her yatsıdan sonra okuduğumuz “ÂmenerRasûlü” de geçtiği gibi, hep duâ etmemiz lâzım: “Rabbimiz, tâkat getiremeyeceğimiz şeyi yükleme bize!” diye. Hep duâ etmeli, niyâzı elden bırakmamalıyız sevgili okurlar.
YILLAR SONRA ŞEYHLER DİYÂRINDA
Cumartesi gün öğle namazını Ulubey Şıhlar Köyü’nde kıldık. Ardından da Ordu Devlet Hastânesi Emekli Saymanlarından Yaşar EKER(61) Ağabey’in cenâze namazını. Geliş sebebimiz de buydu zâten. Allâh(CC) ganî ganî rahmet eylesin. Son iki aydır yaşadığı yoğun hastalık günlerinin sonunda Rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Kalabalık bir cemaati vardı. Makâmı Cennet olsun. Âmin.
Şıhlar’a gitmeyeli epey oldu. Biraz da nostalji yaşamış olduk. Mâlum, önceleri, Sıtkı ÇEBİ, Câvid KALPAKLIOĞLU Ağabeylerin hayâtta olduğu günlerde, bizlerin de hep berâber katılmaya çalıştığımız Şeyh Abdullâh’ı Anma Törenleri yapılıyordu. Aynı zamanda, Muzaffer GÜNAY arkadaşımızn yönetiminde, hep birlikte TYB Ordu Şûbesi olarak TARLADAN SOFRAYA SU DEĞİRMENLERİ adlı belgeseli çekerken de, SARPDERE çevresindeki bu yörelerde çok dolaşmıştık. Bunlar hep gözümüzün önünde canlandı. Şeyh Abdullâh’ın değirmenine de gitmiştik hattâ.
İnsanlar zenginleştikçe böyle şeylere daha ilgi duymaz oluyorlar artık. Çünkü, işleri çoğalıyor. Dünyâ meşgaleleri artıyor. Dünyâ güzelleştikçe âhiret uzaklaşıyor gibi algılanıyor. Her şeye hemen ulaşan ve işlerini gerek maddeten gerekse siyâseten bir şekilde yürüten insanlar, mânevî, kültürel boyutu olan bu ve benzeri işleri göz ardı etmeye başlıyorlar. Hattâ, âhiret işlerini bile bir şekilde halledebileceklerini vehmetme durumları yaşıyorlar. Hâlbu ki, zenginleştikçe, imkânlar iyileştikçe onun bedelleri, zekâtı ve toplumsal yükümlülükleri de daha bir çoğalıyor.
MEZARLAR, MANZARALAR ve NAZARLAR…
Şıhlar Köyü ve köylüleri şu an Ordu’nun hem ekonomi hem de siyâset olarak en popüler işadamlarına sâhip bir köy. Ama, bana sorarsanız, eski popüler günlerini arıyor. O günlerin coşku, heyecan ve mâneviyâtını. Kültürel faaliyetleri ve vefâyı özlüyor. Toprağın altındakiler, kendilerine Kur’ân okuyacak, Fâtihâlar gönderecek hayrül’halef evlâtlarının yollarını gözlüyor. Bir gözlem olarak, arz olunur.
Gerçi, köy ve dolayısıyla mezarlık çok gelişmiş. Yeni lüks evler, villalar. Mezarlar hep mermer. Yazılar, süslemeler, edebiyâtlar o biçim. Her biri bir fakirin yıllık ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mutantan. Hele, mezarlığın çevresinde grup grup âile mezarları, ayrı ayrı mahalleler gibi. Şimdi hemen hemen bütün köyler böyle. Yüce Mevlâ bizleri, mezarların dışları kadar içlerini de îmar etme hassâsiyetiyle yaşayanlardan eylesin. Âmin.
KİMİ MAKBERE, KİMİ ASKERE
Bir de askerler gidiyor bu sıra. Hepsi bizim yavrularımız, ciğerpârelerimiz. Yolları ve bahtları açık olsun. Akşamları otobüs terminâlleri ana-baba günü. Biz de ilk defâ olmak üzere ve iki yeğenimizi birden dün askere uğurladık. Biri Mehmet Âkif ŞENSOY; İzmir’e jandarma olarak gitti, diğeri de Göktuğ KAHRAMAN, Malatya’ya istihkâmcı. “Rabbim sizleri iyi insanlarla karşılaştırsın!” diye duâ ederek uğurladık onları. Önemli olan da bu. Zîra, çevrende iyi insanlar olduktan sonra her yer güzel. Kötü insanlarla saraylar da zindân olur.
Yeğenlerimle, Türk Milleti’ne mahsus özel ve geleneksel bir poz olarak, ellerimi omuzlarına atmak sûretiyle bir fotoğraf çektireyim dedim. Ama, adamların ikisi de asker gibi asker! Aralarında askıda kaldım. Allâh, hepimizin yavrularını kem gözlerden korusun. Dünyâda da, âhirette de iyilerle karşılaştırsın hepimizi, çocuklarımızı, ümmet-i muhammedin tüm göz nurlarını sevgili okurlar.
Ölenlere ganî ganî rahmetler, kalanlara da en güzelinden bol bol sabırlar diliyoruz.
Askerlerimizin de sıkıntıları az, teskeresi tez olsun. Bekleyenlerinin yüzleri gülsün.
Rabbim cümlemizin, hayat askerliğini, vazîfelerini ve terhisini de hayırlı eylesin.
Dünyâ gurbetindeki hicretlerimizin sonunda vardığımız nihâî noktayı da,
Efendimiz(SAV)in ebedî medînesi eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
12.12.2010 |
|