|
|
DÎNİN DİREĞİ ŞEHRİN YÜREĞİ
Gazete ve vakıf işlerimizi, ayrı ayrı odalarda olsa da, yakınlığın avantajıyla bir arada yürütmeye çalıştığımız Köprübaşı mevkiindeki yeni mekânımız câmiye çok yakın. Ne güzel şeymiş meğer câmiye yakın olmak! İçerde okunan kameti bile duyabiliyorsunuz neredeyse. Genelde, gürültünün çok, ses yalıtımlarının güçlü ve üstüne üstlük câmilerimizin de seyrek, dolayısıyla uzaklarda olması sebebiyle ezanların bile zor işitildiği kentimizde, değerlendirilmesi gereken büyük bir imkân bu şüphesiz. Yüce Mevlâ, Cennet hayâliyle yaşayan herkese câmi, cumâ ve cemaat duyarlılığı ihsân eylesin. Ve dolayısıyla câmi yakınlığı nasip eylesin. Önce kâlben, sonra fiilen. Zîrâ Peygâmberimiz(SAV), hiçbir gölgenin olmadığı günde, arşın gölgesinde gölgelenecek 7 kişiden birisini “Kâlbi mescidlere bağlı kimse” olarak açıklamıştır.
Sabah büroya geldiğimizde işlerimizle meşgûl oluyoruz doğal olarak. Herkes gibi bizler de dalıp gidiyoruz âlemimize. Zaman bâzen BülbülDeresi misâli sessiz-sedâsız, bâzen de köprüden geçen arabalar veyâ arasıra açılan fıskiyeler ya da kenarlardaki seyyâr satıcılar gibi sesli-sadâlı geçip gidiyor farkına bile varamadan. Derken, ezan başlıyor. Hemen abdestinizi alıp namaza yetişebiliyorsunuz. Akşam namazında, abdestliyseniz, kametle yola çıksanız dahî ilk rekâta rahatlıkla yetişiyorsunuz. Bundan daha büyük mutluluk olabilir mi bir Müslüman için? Efendimizin (SAV) “Dînin direği” olarak nitelediği ve cemâatle kılmayı önemle tavsiye ettiği namazı vaktinde ve hem de câmide kılmaktan daha güzel şey ne olabilir? Keşke her zaman, her yerde ezanı bize işittirecek ve bizi cemâatlerine yetiştirecek mesâfede olsa câmilerimiz!
Yeşil cenneti Karadeniz sâhilinin incisi güzel Ordu’muzun, hızla gelişen şehirler arasında olduğu gözlerden kaçmayacak şekilde kendisini belli ediyor. Hızlı gelişme, “sür’at felâkettir” ya da “acele işe şeytan karışır” gerçeklerinin tezâhürü olarak, şehrimizin geleceğini karambol anaforunun oldu-bittisine mahkûm ediyor. Her cumâ günü görüldüğü gibi Câmilerimiz de diğer bir çok resmî dâireler gibi artan nüfûsa cevap veremeyen yerlerin başında geliyor. Hızlı büyüme esnâsında câmiler unutulmuş gibi bir hâl var. Bilhassa Cumâ günleri, bu gün de göreceğimiz gibi seyrek olduğu kadar da küçücük, çoğu bahçesiz ve aralara sıkıştırılmış câmilerimizde cemaat doğal olarak sokaklara taşıyor. Merkez câmilerde normâl olarak vakit namazlarında dahî dolan, cenâze olduğunda dışarı taşan cemâat, geniş avluların da olmaması sebebiyle civar cadde ve sokaklarda trafiği altüst ediyor. Bu kış mevsiminde de gördüğümüz gibi, yağmur ya da kar yağıyor olması durumu değiştirmiyor.
Câmi konusunu, bizler fert fert gündemimize almalı ve sık sık dile getirmeliyiz ki, kamuoyu ve dolayısıyla ilgililer de gündemine alma ihtiyâcı duysun. Sözde bile olmayan ilgiler, önce sözde sonra da özde gerçekleşebilsin. Aslına bakarsanız, yerel ya da genel tüm yöneticilerin toplumsal barış, kaynaşma, şehirleşme, çevrecilik ve hoşgörü adına en çok ağırlık vermeleri gereken müesseselerin başında câmiler gelmektedir.
Câmi olmadan cemâat olunmaz zîrâ. Cemâat da topluluk demektir. Topluluk da toplum demektir. Şehir demektir. Sosyâllik demektir. Bundan dolayı dînimiz, hayâtı birlikte yaşamak, şahsî ve toplumsal meseleleri paylaşmak adına câmi ve cemâate büyük değer vermiştir. İbn-i Mes’ûd(RA) anlatıyor:
“Bizden hiç kimse –nifâkı apaçık olan münâfıklar hâriç- cemâatten geri kalmazdı. Hattâ, kendisi gelemeyecek olanlar yardım edilerek getirilir, iki kişi arasında namaza durdurulurdu.”
İşte, cemâat bu kadar önemli. Sizin, “câmiye gelmeme” hakkınız yok bir nevî. Câmisiz olma lüksünüz yok. Bu bir mecbûriyet değil belki ama, “topluma karışmama” temâyülünüz olamaz yorumunu içeriyor açık açık. Eğer müslümansanız, din kardeşiyseniz, can kardeşiyseniz birbirinizi göreceksiniz; ilgileneceksiniz, birbirinizden habersiz olmayacaksınız. Yalnız başınıza, bencilce yaşamayacaksınız. Dolayısıyla bu anlamda cumâ ve de en önemlisi câmi çok çok önemli. Çünkü, namazın başta ekonomik, sosyal ve genel anlamda olmak üzere tüm fonksiyonlarıyla tecellî edeceği yer orasıdır.
Ama, maalesef şunu itiraf etmek zorundayız ki, bizde bu en önemli işler sembolik düzeyde yürüyor. Her kes mezarlığının bile manzarasına özenirken, kabrinin yerine titizlenirken, evinin câmiye göre durumunu nazar-ı îtibâra almıyor. Öldükten sonra varacağımız yere hiçbir etkisi ve de katkısı olmayan kabrin yerine özenirken, kılacağımız aynı namazı sağlayacağı cemaat imkânıyla kat kat bereketlendirecek, ezanıyla, cemaatıyle mahallemize, yakın çevremize cennetsi bir hava kazandıracak olan câminin bırakın varlığı konusunu gündeme getirmeyi, var olan gündemden bu maddeyi düşürmek için elinden geleni yapan bir toplumun Müslümanlığında hangi samîmiyyeti arayabilirsiniz?
Değerli dostlar. Her gün adım adım yaklaştığımız âleme giderken sorulacak soruların en başında namazın geldiğini, câmilerimizin de bu anlamda toplum olarak bizim duyarlılığımızın göstergeleri olduğunu unutmamak gerekir. Yüce Mevlâ bizleri, seçtiklerimizi, tüm sorumluluk mevkiinde olanları “kâlbi mescidlere bağlı kimse”lerden ve bu anlamda sorumluluk şuuruyla hareket edip hesâbını kolay kılanlardan eylesin ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
27.03.2008 |
|
|
GÜLÜ SEVEN NE YAPAR?
Ülkemizde alışılmadık bir süreç yaşanıyor.
Halkın özgürlükleri yaygınlaşıyor.
Ticârî, siyâsî, sosyâl tüm sahalarda çekincesiz bir serbestlik var.
Devlet kendine güvenen herkese ayırım yapmadan hak tanıyor.
Şu veyâ bu mülâhazalarla kaş karartmıyor, göz çıkartmıyor.
Siviller olarak sanki, eskiye göre daha çok işimizde-gücümüzdeyiz.
Bağımızda-bahçemizde, kendi hâlimizdeyiz.
Herkes işini yapıyor; gündelik işlerinin peşinde.
Hiçbir zaman olmadığı kadar kafamız rahat.
Belki çocuklarımız, bu sözlerle ne kasdettiğimizi kestiremezler.
Çünkü onlar, -daha önceki devirler bir yana,- 90’lı yılların sonlarını bile bilmezler.
Kendi adıma, zihnen en rahat dönemlerimizi yaşadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.
Üç kişinin bir araya gelmesinin tâkip konusu olduğu günleri düşünün.
İnsanların yazmaya, günlük tutmaya, konuşmaya, yanında kitapla dolaşmaya çekindiği günler.
Gazetesinin, dergisinin, arkadaşlarının tâkip edildiği günler.
Şimdi buna benzer olayların örnekleri özellikle bâzı üniversitelerimizde devâm ediyor hâlâ.
Sözünü ettiğimiz günler daha dün denecek kadar yakın; hâfızası olanlar için.
Uçan kuşun kanat renginden irticâî başkaldırı anlamı çıkarıldığı günler.
Yenilen bisküvilerin, içilen meşrûbâtın bile irticâyla mücâdele adı altında ambargo kapsamına dâhil edildiği günler.
Çarşaf çarşaf listelerle köftecisinden marketine, yayınevlerinden bakkalına, vakfından derneğine tüm birimler üzerine Batı Çalışma Grubu notlarının düşürülüp ayrımcılığın resmiyete döküldüğü günler.
Can dostların, can dostlarıyla bir çay ocağında oturup çay içmeye çekindiği günler.
Âilelerin bir araya geldiği özel günlerde bile ölmüşlerine Yâsin ya da Mevlit okurken tedirgin olduğu günler.
Hele bir de biraz dindarsanız, yakınlarınız bile “ne zaman tutuklanacak?” korkusuyla izlerlerdi sizi uzaktan.
Bunun için, bir şey yapmış olmanız gerekmez.
Varlığınız ve sıfatınız sizin potansiyel tehlike olarak algılanmanıza, tutuklanmanıza da sebep olarak yeter de artardı bile.
Toplum da bu vâkıayı kabullenmiş, olağan karşılar olmuştur.
Bir dindarın tutuklanması ve sorgulanması gâyet doğaldır.
Öyle ya; “Kim bilir neler yapmıştır?”
“Kim bilir ne karanlık işler çevirmiştir?”
Hep bu havalar eserdi bir zamanlar her yerlerde.
2000’li yılların başından bu yana bu türden havalar biraz duruldu.
Şimdi, onun için ve bu anlamda diyorum, “kafamız rahat” diye.
Ekonomi ve kâlp olarak aynı şeyi söyleyemem belki.
Ama, ne zaman -özeliştiri diyebileceğimiz- bu kulvara girmeyi düşünsem hassas konular kesiyor yolumuzu. Fırsat yakalayamıyoruz.
Ya çeteler çıkıyor önümüze, ya profesörler ya da çete uzantısı izlenimi veren, Şubat sendromlarını çağrıştıran eş zamanlı taarruzlar.
İşte tüm bunların yanında, millet ve memleket adına yapılan güzellikleri gördükçe, yeni politikalara alışma sürecinin doğal tezâhürleri olarak algılamak istediğimiz ekonominin taşraya birebir noktasında olumsuz görünen yansımalarını dillendirmenin- en azından şimdilik- bencillik olacağını düşünüyorum.
Kopardıkları yaygaralarla, bu tür gereksiz girişimlere zemin hazırlamak sûretiyle memleket evlâtlarını rahatsız, halkı tedirgin edenler, kendi menfaatleri için koskoca bir milletin mukadderâtıyla oynayanlar bu gün, kendi yaptıklarının bindebir mesâbesinde bile olmayan ve tamâmen hukûkî zeminde yürüyen muâmelerle karşılaşınca ortalığı ayağa kaldırıyorlar.
Meğer ne de çok taraftarları varmış.
Bir atasözü var; “Halk içinde diken sulayan çoktur!” diye.
Ama neylersiniz ki, dikensiz gül bahçesi olmaz.
Bu mukadderâttır.
Aynı zamanda, güllerin dikenlerle imtihanıdır.
Târihi târih yapan mücâdelelerdir.
Bizim memleketimiz, gül gibi bir vatandır.
Gülü seven dikenine katlanır.
Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretlerinin sözleriyle yazımızı noktalıyor ve onun şiir diliyle;
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler:
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler!
Diyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
23.03.2008 |
|
|
ÂKİF’İN MESLEĞİ!
Kendi sözleri, atalarımızın kendi durumlarını da güzel açıklıyor. Hani ne der onlar: “Düşenin dostu olmazmış!” Öyleki, böyle durumlarda insanın kendisi bile kendisine düşman olabiliyor. Hele bir düşmeye gör! Kendisini bile kıyasıya hırpalıyor insanoğlu. Âiledeki durum gibi; iyiyken her şey iyi. İşler bozulunca her kes birbirine yüklenmeye, âile bireylerini suçlamaya başlıyor. Nitekim ülkemizde, ecdâdına, düşmanlardan daha çok düşmanlık edilen dönemler yaşanmıştır. Hâlâ, Osmanlı deyince, Selçuklu deyince, ecdâd deyince rahatsız olanlar var. Sanki kalkıp da gelebileceklermiş, evlerinde rahatlarını bozabileceklermiş gibi. Öylesine korkanlar var. Baksanıza, İstiklâl Şâirimiz Mehmet Âkif’ten bile haz etmeyenler ortaya çıkmaya başladı kurtuluş ve Cumhûriyet adına. Her neyse…
Osmanlı’dan Cumhûriyet’e geçiş döneminde, İslâm Dünyâsı’nın genel bozgununu fırsat bilen bazı şair ve yazarlarımız, sözde aydınlarımız, içlerinde tortulaşan kirli düşünceleri rahatlıkla açığa vurma imkânı elde etmişler. “Kestâne çıkmış kabuğunu beğenmemiş” hesâbı, milletinden, soyundan-sopundan utanç duyarak komplekse düşmüşlerdir. Öylesine ki, olay sanki biyolojikmiş gibi, neslin artık bozulduğunu ileri sürerek, hayvanlarda olduğu gibi kadınlarımızın da Avrupalı erkeklerden aşılanarak yeni bir nesil oluşturulması gerektiğini söyleme cüreti göstermişlerdir. Bunu yaparken rûhen ne kadar sefilleştiklerini hiç akıllarına getiremeyecek kadar sefihleşmişler. Batı sevdâsının gözlerini tütsülediği bu ahlâksız şaşkınlar, Türk kadınları için Avrupa’dan damızlık(!) erkekler getirilmesi gerektiğini söyleyebilmişlerdir!
Mehmet Âkif merhum bir inanç ve ahlâk âbidesiydi. O, sözüyle ve özüyle bir edep ve ahlâk timsâliydi. Mukaddesât konusunda çok hassastı. Zâten bu yönüyle herkes tarafından sevilmiştir. Mehmet Âkif, kâhir ekseriyetin sevdiği, sevmeyenlerinin istisnâ olarak değerlendirilebileceği nâdir şahsiyetlerden biridir. O, haksızlık ve ahlâksızlığa tahammülü olmayan ve tepkisini nasıl olması gerekiyorsa ânında gösteren birisidir:
Devrin etkin ulemâsından Hasan Basri Çantay, yakın arkadaşı Mehmet Âkif ERSOY’la ilgili yazdığı ÂKİFNÂME isimli eserinde anlatıyor:
“Hiç unutmam; Semih Rıfat Bey, üstadın sevmediği bir adamı koluna girerek yanımıza getirmişti. Gâyesi, Âkif’le o adamı barıştırmaktı. Üstad o zatı karşısında görür görmez yayından boşanmış ok gibi dışarı fırladı. Bir daha da geri dönmedi. Ben, daha sonra kendisine bu yaptığının iyi olmadığını söylediğim zaman şöyle cevap vermişti:
“Evet doğru; ayıp ettim. Semih buna meydan vermeyecekti. Benim o adamla bir zorum yok. Fakat mukaddesatıma sövdü o. Basri, Basri, o, benim evladımı öldürseydi belki affedebilirdim. Hânumanımı (yuvamı) söndürseydi, yine affedebilirdim. Daha ileri gideyim: İnsanların ortasında benim yüzüme tükürseydi yine vaz geçebilirdim; mademki bana gelmiştir ve onu aziz bir dostum getirmiştir. Fakat o, benim mukaddesatıma sövdü, mukaddesatıma sövdü!”
Âkif’in nasıl bir insan olduğunu, istiklâlin nice çelik irâdelerle kazanıldığını anlatmak bakımından, mısrâlarının akış ve nakışına bakmakta da fayda var:
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!.. - Boğamazsın ki! - Hiç olmazsa yanımdan koğarım. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle, Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle! Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
İşte, ilk satırlarda sözünü ettiğimiz teklif ve benzeri fikirlerin sâhibi, ismindeki anlam derinliği ve zenginliğinden mahrum, bin yıllık şerefli bir târihin onurunu taşıyan bu asil millete karşı –tâbir yerindeyse- “ahlâksız teklif” i dillendiren, dinsizliği ile mâruf Abdullah Cevdet bir sabah hızla ve telâşla gitmekte iken Mehmet Âkif’le karşılaşıverir.
- Böyle nereye? diye sorar Âkif ona;
- Gazeteye gidiyorum. Der ve sebebini şöyle açıklar:
- Bir yazı vermiştim. “Ben bu vatanın öksüzüyüm”diye verdiğim yazıda –S- harfi düşmüş, “Ben bu vatanın öküzüyüm.” şeklinde çıkmış da onu düzelttireceğim! deyince Âkif;
- Telâşınıza gerek yok, isâbetli olmuş! Der.
Onun gerek şiirini, gerek nesrini, gerekse hayât tarzını şu mısrâlar özetler niteliktedir.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek!
O kâliyle ve hâliyle, hakîkât mesleğinin târihimize, günümüze ve geleceğimize mâlolmuş, bütün heybetiyle önümüzde duran en güzel örneklerinden biridir ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
20.03.2008 |
|
|
ÇANAKKALE GENÇLERİ
“Size gençler hakkında iyilik düşünmenizi tavsiye ederim; çünkü gençlerin kâlbi yufkadır. Unutmayınız ki Allâh beni bir şâhit, bir müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi. Gençler bana uydular, yaşlılar ise muhâlefet etti.” HADÎS-İ ŞERÎF
Hangi dâvâ, hangi gâye ve hangi millet olursa olsun gençlik ve gençler çok önemlidir. Bundan dolayı devletler en büyük yatırımlarını eğitime yapmaktadırlar. Çünkü eğitim, bir geleceği hazırlama eylemidir. Kendisine bir istikâmet çizilmeyen gençlerin nereye gideceği ve âit oldukları toplum, ülke ve medeniyetin geleceğini nereye vardıracağı belirsizleşir. Bundan dolayı her ülkenin ve her medeniyetin kendi hedef ve gâyelerine göre gençlik yetiştirme politikaları vardır. Hattâ başka ülkelerin gençleriyle ilgili bile politikaları vardır.
Gençliğine sâhip olan hayâl ettiği her şeye sâhip olabilir. Nitekim, bizler bugün din adına, örf adına, toprak adına neye sâhipsek hemen hemen hepsi gençlerin fedâkârlıklarının eseridir. İşte gündemimizdeki Çanakkale’ye bakalım; askerlerin yaş ortalaması sâdece 17. Biz bu yaştakilere bugün neredeyse “çocuk” muâmelesi yapıyoruz. Millî Şâirimiz Mehmet Âkif ERSOY’un en az İstiklâl Marşımız kadar duygu yüklü, ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE ithaf ettiği şiirinde belirttiği gibi;
Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek!
Bir Âsım’ın Nesli var. Mehmet Âkif’in idealize ettiği. Niteliklerini belirttiği. Bir örnek olarak takdim ettiği .Ona göre; “Âsım, Çanakkale örneğinde görüldüğü gibi en az vücudu kadar imanı da kuvvetli, hassas,bilgili, irfan sahibi, ahlaklı, müspet ilimler okumuş bir gençtir. Madden olduğu kadar mânen de donanımlıdır. Ahlâklı ve fazîletlidir. Çünkü ahlâk, bilgi ve fazilet bir milletin olmazsa olmazıdır. Târihi fazilet örnekleriyle dolu, gerçekten büyük bir milletin çocuklarıyız. Ama bu erdemin kaynağında inanç vardır. Allâh sevgisi vardır. O’na saygı ve O’nun sevgisini kaybetme korkusu vardır. O’nun Sevgili Habîbine komşu olamama endîşesi vardır. Adını taşıdığı Peygâmberinin gerçek bir Mehmetçik’i olamamanın kaygısı vardır:
Ne irfandır ahlaka yükseklik veren ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Çekilmiş farzedilsin gönüllerden havfı Yezdan’ın
Son asır batının müsbet ilimlerde doğuya galebe çaldığı bir asırdır. Dolayısıyla, fen ve teknikte aldığı mesâfeyle yaklaşık bin yıldır İslâm Dünyâsına âit olan güç ve kuvvet üstünlüğünü ele geçirmiştir. İslâm dünyâsı perişandır, yoksulluk içerisindedir. Her yer adım adım gurbetleşmiştir. Durum, Ziyâ Paşa’nın tasvir ettiği gibidir:
Diyarı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm Dolaştım mülki İslâm'ı, bütün viraneler gördüm
Mehmet Âkif de o zamanlar yaşanan her türlü gerilemelerin kaynağında ilim ve dinden uzaklaşmayı görüyor. Bunu da şöyle belirtiyor:
Müslümanlık nerde? Bizden geçmiş insanlık bile
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile
Kaç hakiki müslüman gördümse hep makberdedir.
Müslümanlık bileme ama galiba göklerdedir.
Peki çözüm ne? Deniz bitti mi? Artık dünyânın sonu mu? Elbetteki hayır! Mehmet Âkif’in sözünü ettiği “Âsım’ın nesli” “ Dinleri işimiz, işleri dinimiz gibi” dediği Avrupa’da tahsil görecek, oranın kaynaklarından en geniş şekilde faydalanacak,oradan aldığı bilim ve tekniği yurda taşıyacak ve yaklaşık üç yüz senelik ilim kaybını kapatacak. Böylece, faziletimiz bilgiyle beslenince, tekrar en ileri bir millet haline geleceğiz. Ancak O, Avrupa’ya uğurladığı gençlere uyarı mâhiyetinde durumu anlatmaya çalışır hep:
Fransızın nesi var? Küfrü bir de ilhadı
Kapıştı bunları yirminci asrın evladı
Ya Almanın nesi var? Nefsi okşayan birası
Unuttu ayranı matuha döndü kahrolası
Hani heriflerin dünya kadar sanayi var,
Bedayi var, edebiyatı var, sanatı var.
Giden bir avuç olsun getirse memlekete
Döner muhitimiz elbet muhit-i marifete
Mehmet Âkif merhum hep uyardı, onun yolundan gidenler de. Ama hep bir yerlere toslatıldılar. Günümüzde de öyle. Hattâ şimdi Fransız, Alman örneğine de gerek yok. İçimizdekiler onlardan çok daha şedîtler. Âsım’ın Nesli istemiyorlar. Maalesef İstiklâl Marşı’na bile dil uzatmaya başladılar. Bunu yapanlar İstiklâl Harbi’nde savaştıklarımız değil.
Neyse daha ilerisini söylemeyeyim. Milletimiz biliyor. Mehmet Âkif’in Çanakkale Şehitlerine son mısrâlarıyla sözü tadında bırakalım:
Ey şehidoğlu sehÎd isteme benden makber;
Sana âğûşunu açmış duruyor peygâmber !
Yüce Mevlâ bizleri hiç bir hesap yapmadan yollara düşen, din için, millet için, ezan için, bayrak ve vatan için gözünü kırpmadan canını fedâ eden bu körpecik kahramanlara lâyık torunlar eylesin ves’selâm!
ORDU HAYAT GAZETESİ
18.03.2008 |
|
|
MÜFTÜ BEY ve DÜŞÜNCELERİ IŞIĞINDA
Geçen haftaki yazımızda yeni Müftümüz Veysel ÇAKI Bey Hocamız’dan söz etmiş, beraber yer aldığımız İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü 1978/1979 Dönemi Mezunlar Albümünde yaklaşık 30 yıl önce kendisiyle ilgili verilen bilgileri aktararak okuyucularımıza bir ön tanıtma yapmaya çalışmıştık. Ordu Müftülüğümüze ait İnterNet sitesine baktığımızda da Sayın Hocamıza âit şu biyografik notlarla karşılaştık:
“1955 yılında Giresun İli Merkez Yaykınlık Köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, liseyi Giresun İmam-Hatip Okulunda (1974) , Yüksek okulu İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde (1979) tamamladı.
Ayrıca 4.Dönem Müftü ve Vaizler İhtisas Kursu’nu da(Haseki) bitirerek
mezun olan Veysel ÇAKI ;Giresun-Şebinkarahisar, İstanbul-Beykoz ilçelerinde İmam Hatiplik, Giresun Tirebolu İlçesi ile Kars İlinde Vaizlik, Kars Sarıkamış, Trabzon Beşikdüzü, Samsun Çarşamba ilçelerinde ve Ağrı ilinde de Müftülük yaptı.
06.03.2008 tarihinde Ordu İl Müftülüğüne atanan ve halen bu görevde bulunan Veysel ÇAKI evli ve 2 çocuk babasıdır.”
Ağrı Müftülüğü'nden Ordu Müftülüğü'ne atanan Veysel Çakı Bey’in ilimizde göreve başlayışı geçtiğimiz Cuma günü yerel gazetelerimizde de haber olarak yer aldı.
Haber metinlerinde verildiği şekliyle, aslen Giresunlu olan Çakı, eğitiminin bir kısmını Ordu'da aldığına vurgu yaptıktan sonra;
"Bu coğrafyayı tanıyorum, bu coğrafyanın insanıyım. Ancak elbette, ilk olarak meslekî gözle Ordu'yu tanıyacağız. Bunun için belki 6 ay belki daha az bir süre Ordu'yu her yönüyle yakından tanıyarak çalışmalara başlayacağız. Elbette bu bir ekip işi ve çok hassas bir görev, bir şeyler ortaya çıkacaksa onlarla birlikte olacak." dedi.
Bu sözleriyle, hatâ yapmamak, hassas ve kutsal din hizmetine halel getirmemek için bulunduğu yöreyi, görev yapacağı mahalli daha iyi tanımadan adım atmayacağını deklare eden sayın müftümüz, yeterli gözlem süresinin sonunda tanıyacağı çevresi ve belirleyeceği ekibiyle plânlı, programlı, disiplinli çalışmalar yapacağının sinyâllerini veriyor.
Görevin niteliği, hassâsiyeti çalışma tarz ve anlayışıyla ilgili görüş ve düşüncelerinin ağırlıkta olduğu haber metninde, büyük hedefler ortaya koyarak hiçbir şey yapamamaktansa ihtiyâcı karşılayacak adımlar atmanın daha tutarlı olduğuna inandığını aktaran Müftü Çakı,
"Dînî hayat için aslında herkesin yapabileceği, yerine getirebileceği görevler var. Bu öyle hassas bir görev ki bir iyiliğin karşılığını, hemen belki yarın değil, 20-30 sene sonra görürsünüz, ama aynı şeklide bir hatânın tamiri için de çok uğraş vermeniz gerekir. Ve o hatâ belki bir kanser hücresi gibi tek başına kalmaz, çoğalır. Onun için özenli olmak gerekiyor.” şeklinde konuşarak eğitimin ve din hizmetinin mes’ûliyet ve nezâketine dikkât çekti.
Gelişigüzel davranışların, bilerek bilmeyerek yapılacak hatâların, düşünmeden yapılacak konuşmaların yaralarının tedâvîsinin çok uzun yılları alacağı, bilhassâ örneklik noktasında dâimâ izlenen din hizmeti mesleğinin sağlam deliller ışığında, kararlı, istikrarlı ve tutarlı yürütülmesi gerektiğini belirterek;
“Ben televizyonlara çıkarak, tanınmak için ya da şöhret için ya da başka bir sebep için dînî hayat adına tutarsız şeyler söyleyenleri temiz insanların vicdanlarının ve dudaklarının bağışlayacağını sanmıyorum." diye konuştu. Çakı, sosyal bir görev yapmak istediklerini aktararak yapılabilecek işlerlerle ilgili olarak tekliflere de açık olduklarını sözlerine ekledi.
Kendisini ziyâret ettiğimizde de benzer düşüncelerini öğrenmiş, görüş alışverişinde bulunmuştuk. Ordu gazetelerindeki haber metinlerinde ve sohbetimizde de ifâde ettiği gibi tekliflere açık olduğunu belirten yeni müftümüze tekrar başarılar diliyorum. Ve, bundan sonra Ordu’muz ve yurdumuz adına, hep olacağını, şimdiden ifâde ediyor olduğum fikrî ya da fiilî katkılarımızdan ilkini burada belirterek bu günkü yazıma son vermek istiyorum:
Hangi görev ve makam olursa olsun birileri bir şekilde yapıyor ve gidiyor. Önemli olan gittikten sonrası. Geriye ne kalıyor? Hak defterinde ne kalıyor, halk vicdânında neler okunuyor? Tevâfukan denk geldiğim Ordu Müftülüğü İnterNet sitesinde, 1911 de göreve başlayan Ali Sabri Efendi’den bu yana Ordu’muzun 11. müftüsüsünüz. “Sel gider kum kalır” hesâbı hepimiz gelip geçiciyiz. Makamlarsa emânet. Bir Hak ve bin halk adına makamlardayız. Hak bizi halkla sınıyor. Bir devre arkadaşınız olarak teklifim yakın çevrenizi sınırlı tutmamanız, dînimizin öngördüğü istişâre ve adâletten ayrılmamanızdır. Makamdan ayrıldıktan sonra da saygı duyulan insan olmak istiyorsanız çevre halkanızı geniş ve dengeli tutmalısınız.
Yarım asırlık Orduluyuz. Din hizmetinin bir şekilde hep içindeyiz. Mezun olduktan sonra Millî Eğitim’i değil de Diyânet’i tercih etmiş olsaydık belki şimdi biz de yılların il müftüsü olabilirdik. İmam-Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmeni ve ayrıca Ensar Vakfı Şûbe Başkanı olarak yine de Diyânetle hep iç içe olduğumuzu kabul ediyoruz. Buraya kadar edindiğim izlenim ve tecrübeler bana, bilhassa din hizmetinde samîmiyet,şeffaflık ve adâletin ön plânda geldiğini gösterdi. “Açık yaradan zarar gelmez” sözü din hizmetinin günümüzde olmazsa olmazıdır. Hizmete dedikodu ve fitne bulaşmaması için elzemdir. Duyarlı bir müslümanı en çok yaralayacak şey din adına ihraz edilen imkânların, her türlü maddî-mânevî değerlendirmelerin şu veyâ bu şekilde yandaşlar, zümreler, siyâsîler veyâ hatırlılar hatırına lâyık olmayanlara tevdî edilmesidir. Bir başka ifâdeyle her hizmet mevkiinde olduğundan çok diyânette olması gereken vakar ve ciddiyetin, mukaddes hizmetlerin, birilerinin gönlünü yapmak adına dedikodulara fedâ edilmesidir. Yüce Mevlâ tüm Müslümanları hayır yapayım derken şer yapmaktan korusun. Hak, hakîkât ve adâlet yoluna hidâyet eylesin.
Okuyucularım bilirler. Ordu’da dînî yaşayışla ilgili bu ve benzeri gibi çok yazılar yazdım. Gazetemizde haberler yaptık. Zaman zaman olumlu tepkiler aldığımız oldu. Sayın müftümüzün haberde yer alan, tekliflere açık olduğu beyânı bizleri bu konulara daha çok değinmeğe sevk edecektir. Yeni müftümüzle birlikte ilimizin yeni bir hizmet performansı yakalayacağını düşünmek doğrusu bizi de heyecanlandırıyor. Biz de gazete ve yazar olarak hizmetlerin tâkipçisi ve destekçisi olacağız. Olumlu katkılarımız olabilirse kendimizi bahtiyâr addedeceğiz.
Muhterem müftümüze tekrar “Hoş geldiniz, hayırlı olsun, Allâh mahcûp etmesin” diyor, üzerimize düşenleri lâyıkıyle yerine getirebilme konusunda Rabbimizden bizleri uyanık, azimli ve başarılı kılmasını niyâz ediyor; hocamızı sevgi, saygı ve sonsuz mutluluk dilekleriyle selâmlıyoruz ves’selâm…
ORDU HAYAT GAZETESİ
16.03.2008
|
|